25 Ocak Cumartesi günü Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas ile ortak basın toplantısı düzenleyen Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, “AB üyeliği Türkiye için stratejik bir hedeftir” diye konuştu. Bakan Fidan, AB’den Türkiye’nin üyelik perspektifini güçlendirecek yeni bir vizyon sunmasını beklediklerini de söyledi.
AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas ise Türkiye’nin AB’nin en önemli ortaklarından biri olduğunu ifade etti. Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliğinde önemli rol oynadığına dikkat çeken Kallas, AB ile Türkiye arasında çok çeşitli konularda işbirliği fırsatları olduğundan da bahsetti.
Almanya’nın düşünce kuruluşlarından Bilim ve Politika Vakfı (SWP) bünyesindeki Berlin Uygulamalı Türkiye Araştırmaları Merkezi (CATS) uzmanı Dr. Yaşar Aydın ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Emre Erdoğan ile Türkiye-AB ilişkilerinde düğüm bu yıl çözülecek mi? sorusunu konuştuk.
![](https://daktilo1984.com/wp-content/uploads/2025/02/Picture1.jpg)
Yakın zamanda Türkiye küresel ittifaklar konusunda seçeneklerini çeşitlendirme arayışında. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, geçen yıl katıldığı bir canlı yayında, “Türkiye AB’ye tam üye olarak kabul edilseydi BRICS arayışında olmazdı.” ifadelerini kullanmıştı. İnişli-çıkışlı bir seyir izleyen Türkiye ile AB ilişkilerinde düğüm bu yıl çözülecek mi? Türkiye’nin üyelik süreci devam edecek mi, yoksa farklı senaryolar mı gündeme gelecek?
Dr. Yaşar Aydın: Tespit doğru: Türkiye AB’ye katılmış olsaydı BRICS arayışında olmazdı. Ancak sorulması gereken asıl soru, neden katılamadığıdır. Bu noktada, sorumluluğun yalnızca AB’ye ait olduğunu söylemek haksızlık olur. İlerleme raporlarında Türkiye’ye yöneltilen demokratik gerileme, otoriterlik ve hukuk devletinin zayıflatılması gibi eleştirilerden Brüksel’i sorumlu tutamayız, bunlar vakıa. Eğer Türk karar vericiler AB’ye katılma konusunda ciddi olsalardı, demokratikleşme adımları atarlardı. Ancak, sürekli olarak sorumluluğu AB’ye atma çabası içindeler. Demokrasiyi iktidarlarına yönelik bir tehdit olarak görüyor, demokratik teamülleri hiçe sayıyorlar. Bundan dolayı bu yıl da AB ile ilişkilerde bir ilerleme beklemiyorum, çünkü demokrasi, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler konusunda bir ilerleme kaydedileceğini beklemiyorum.
Üyelik sürecinin bu şekilde devam edeceğini düşünüyorum, çünkü sürecin resmi olarak sona erdirilmesi her iki taraf için de dezavantajlı olur. Üyelik sürecin duraklatılması, bir nevi dondurulması bitirilmesinden daha mantıklıdır; çünkü Türkiye’de demokrasi, reformlar ve hukuk gibi alanlarda ilerleme kaydedildiğinde müzakereler yeniden canlandırılabilir ve yeni fasıllar açılabilir. Ancak süreç sonlandırılırsa, yeniden başlatılabilmesi için AB ülkelerinin onayı gerekecek, bu da oldukça zor ve sancılı bir süreç olur.
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Önümüzdeki dönemde Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin daha iyiye gitmesini beklemek için bir sebebimiz yok. Öncelikle, ilişkilerin sıkıştığını ve meselenin, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olamayacağı konusundaki müzakereler olduğunu hatırlayalım. Müzakere masasında olan başlıkların çoğu çözülmüş olsa da, kritik 1-2 başlık hâlâ açık durumda. Bunlardan biri de terörle mücadele yasasıyla ilgili. Türkiye’nin bu konuda taviz vermesini beklemek gerçekçi olmaz.
Öte yandan, bu başlıkların tamamı çözüme ulaşsa ve bir uzlaşmaya varılsa bile, nihai olarak Türkiye ile ilişkilerin ilerleyebilmesi için Avrupa Birliği’nin siyasi bir karar alması gerekiyor. Bu kararın alınabilmesi için ise en başından beri olumsuz bir tavır içinde olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın tutumlarını değiştirmesi lazım. Ancak bu tutumlarda bir değişiklik beklemek mümkün değil. Zaten Avrupa Birliği’nin lider ülkeleri olan Fransa ve Almanya’nın da Türkiye’ye karşı olumlu bir vizyonu bulunmuyor.
Böyle bir durumda, Avrupa Birliği tarafından Türkiye’nin tam üyeliğinin önünü açacak adımların gelmesini beklemek aşırı iyimser bir yaklaşım olur. Zaten uzun zamandır Türkiye, tam üyelik vizyonundan vazgeçmiş durumda ve çok vitesli bir Avrupa Birliği’nin parçalarından biri hâline gelmesi gündemde. Bu model, siyasi birlik, askeri birlik, iktisadi birlik gibi farklı boyutları içerebilir ve Türkiye’nin bu yapının hangi parçasına dahil olacağı tartışmaya açık bir konu.
Ancak şu an Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye kapıyı tamamen açacak bir siyasi irade ortaya koymadığı gibi, kapıyı tamamen kapatacak bir irade de göstermediğini görüyoruz. Bu nedenle, ilişkiler belirsiz bir noktada; Türkiye “ne tam içerde ne de tam dışarıda” kalmış gibi görünüyor.
Son yıllarda Türkiye-AB ilişkilerinin kopma noktasına gelmesinin arkasındaki nedenler nelerdir?
Dr. Yaşar Aydın: Bunun başlıca sorumlusunun Türkiye’deki hükümetler olduğunu düşünüyorum. AB’nin sorumluluğu olmadığını söylemiyorum, ancak durum açık: Darbe girişimi sonrası yaşananlar, muhalefete yönelik baskılar ve yargının siyasallaşması ortada. Bu koşullarda sorumluluğu Brüksel’e atmak, gerçekçi bir yaklaşım değil.
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Son yıllarda Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin kopma noktasına gelmesinin en önemli sebeplerinden biri, Avrupa Birliği içindeki siyasi gelişmelerdir. Öncelikle şunu kabul etmemiz gerekiyor: Uzun zamandır Avrupa Birliği ya da Avrupa fikri, liderliğini kaybetmiş durumda. Bu fikri mümkün kılan siyasi liderler artık sahnede değil. Merkel, son büyük Avrupa lideri olarak görülüyordu, ancak onun yerine gelenler, onun kadar basiretli ya da öngörülü olmadıklarını defalarca gösterdiler.
Avrupa’nın geri kalan ülkeleri, özellikle lider konumundaki İngiltere, Fransa ve Almanya (buna belki Hollanda’yı da ekleyebiliriz), ciddi iç siyasi çekişmelerin ortasında kalmış durumda. Bu iç çekişmelerin temel eksenlerinden biri, artan göçmen karşıtlığıyla iç içe geçmiş bir tür yabancı düşmanlığı ve İslamofobiyi besleyen siyasi tavırdır. Bunu, Avrupa genelinde yükselişte olan aşırı sağ popülist partilerin varlığından anlayabiliyoruz.
Saydığımız ülkelerin tamamında aşırı sağ partiler, ana akım siyasi partilere karşı büyük bir tehdit oluşturuyor. Almanya’da iktidara gelmeleri şu an için mümkün görünmese de, her seçimde oylarını artırıyorlar. Fransa’da ise Le Pen liderliğindeki aşırı sağ, siyasi iktidar alternatifi olarak ciddi bir konumda. İtalya’da ise zaten aşırı sağ iktidarda. Bunun istisnası sayılabilecek ülkelerde bile aşırı sağ doğrudan iktidara gelmese de, egemen söylemi belirleyici bir rol oynuyor.
Bu söylemin ana unsurlarından biri yabancı düşmanlığı, yani Zenofobi ve İslamofobi. İkinci ekseni ise Avrupa Birliği karşıtlığı oluşturuyor. Böyle bir siyasi atmosferde iktidarı elinde tutan aktörler, aşırı sağın söylemlerini taklit etmeyi ve onları takip etmeyi tercih ediyor. Bu da Türkiye’ye yönelik politikaların olumlu gelişmesini engelliyor.
Öte yandan, Ukrayna savaşının da bu sürece olumsuz bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Ukrayna savaşıyla birlikte Avrupa Birliği’nde ciddi bir alarm duruşu benimsenmeye başlandı. Bunun hem olumlu hem de olumsuz sonuçları oldu. Olumsuz taraflarından en önemlisi, aşırı bir silahlanma ve olağanüstü güvenlik tedbirlerinin devreye sokulmasıydı. Türkiye açısından olumlu yanı ise, en azından bazı Avrupa ülkelerinde Avrupa Birliği’nin askeri açıdan bir “cüce” olduğu gerçeğinin yeniden fark edilmesi ve NATO’suz bir Avrupa savunmasının düşünülemeyeceğinin anlaşılması oldu.
Bu durumu en iyi İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya tam üyelik süreçlerinde gördük. Türkiye’nin bu süreçte oynadığı rol, NATO’nun vazgeçilmezliğini ve Türkiye’nin ittifak içindeki önemini bir kez daha ortaya koydu. Yine de Macron’un “Avrupa ordusu” hayali gibi ütopik girişimlerinden de anlaşıldığı üzere, farklı arayışlar devam ediyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesi, bu tür alternatif arayışları daha da güçlendirebilir. Ancak yakın dönemde Avrupa Birliği’nin askeri açıdan güçlenmesi pek mümkün görünmüyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Aralık 2024’te AB üyeliğinin Türkiye için stratejik hedef olmayı sürdürdüğünü söylemişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB’den beklentilerini sıralarken Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vize serbestisi gibi konulara da dikkat çekmişti. Bu konularda herhangi bir değişiklik beklentiniz var mı ve bu değişiklerin sağlanabilmesi için hangi adımlar atılmalı?
Dr. Yaşar Aydın: İyimser değilim, çünkü atılması gereken adımlar ve AB’nin ilerleme raporları açık. Ukrayna-Rusya Savaşı ve Ortadoğu’daki gelişmeler Türkiye’nin jeopolitik önemini artırdı, ancak üyelik kriterleri de var. Bu kriterlerden hangisi tam olarak yerine getirildi? Belki vize serbestisi konusunda ilerleme kaydedilebilir, ancak AB ülkelerindeki göç karşıtlığı bu konuda da iyimserliğe yer bırakmıyor. Türkiye AB konusunda ciddi ise, reform sürecini yeniden başlatması, muhalefete yönelik baskıları sonlandırması ve demokrasi konusunda ilerleme kaydetmesi gerekiyor.
Gümrük Birliği konusu, üyelik müzakerelerine kıyasla daha az siyasi ve daha çok ekonomik ve teknik bir mesele olduğu için odaklanılması gereken en doğru alan. Ancak AB’ye de burada görev düşüyor; Gümrük Birliği’nde koşulluluk ısrarından vazgeçmesi, süreci hareketlendirebilir. Müzakerelerin koşulsuz başlatılması da doğru bir yaklaşım olur.
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Türkiye’nin uzun zamandır parçası olduğu Gümrük Birliği’nin aslında bir geçiş aşaması olduğu çoğu zaman unutuluyor. Gümrük Birliği, tam anlamıyla bir ekonomik birliğe yönelen sürecin bir adımıdır ve yalnızca malların serbest dolaşımını değil, sermaye ve insan kaynaklarının da serbest dolaşımını içermesi gerekir. Aksi takdirde, sadece malların serbest dolaşımı ve üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi uygulanması, arzulanan etkiyi yaratmayacaktır.
Gümrük Birliği’nin Türkiye açısından dezavantajlı olduğunu söylemek doğru olmaz. Verilere baktığımızda, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin Türkiye’nin en önemli ticaret ortakları hâline gelmesi ve Türkiye’nin otomotiv ve beyaz eşya gibi katma değeri yüksek sektörlerde önemli bir üretici konumuna gelmesinde Gümrük Birliği’nin büyük bir payı olduğunu görüyoruz. Ancak, Gümrük Birliği’nin yarattığı bazı dezavantajları da yaşıyoruz. Bunlardan biri, iç piyasada fiyatların yükselmesi ve Türkiye’nin üçüncü ülkelere karşı uygulayabileceği gümrük politikalarından mahrum kalmasıdır.
Bu durumun önemini geçtiğimiz yıllarda yaşanan ticaret savaşlarıyla daha net gördük. Örneğin, Trump’ın Kanada ve Meksika’ya karşı uyguladığı ve karşılık aldığı tarife savaşlarının benzerini Türkiye’nin yürütmesi şu anda mümkün değil, çünkü Gümrük Birliği’nin bir parçası olarak bağımsız gümrük politikaları belirleme yetkimiz bulunmuyor. Aynı şekilde, Trump’ın Avrupa Birliği’ni hedef aldığı bir ticaret savaşında Türkiye’nin de bundan olumsuz etkilenmesi kaçınılmaz olacaktır.
Peki, Türkiye için Gümrük Birliği’nden çıkmak bir alternatif mi? Pek mümkün görünmüyor, çünkü Türkiye ve Avrupa Birliği ekonomileri artık son derece iç içe geçmiş durumda. Bu kadar entegre bir ekonomik yapıyı ayırmak hem teknik olarak zor hem de ekonomik açıdan büyük kayıplar doğurabilir. Bu nedenle, Gümrük Birliği’nden çıkmak yerine yapısal reformlar ve güncellemeler üzerinde durulması daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır.
Buradaki temel reform ihtiyacı, Türkiye’ye üçüncü ülkelerle ticari ilişkilerinde daha fazla özerklik sağlanmasıdır. Türkiye için Orta Doğu, Afrika ve Orta Asya gibi bölgeler ticari açıdan büyük önem taşırken, Avrupa Birliği açısından bu bölgeler aynı derecede öncelikli olmayabilir. Bu anlaşılabilir bir durum, ancak Türkiye’nin küresel ticaret stratejilerini bağımsız olarak belirleyebilmesi için daha esnek bir yapı gerekmektedir.
Öte yandan, Gümrük Birliği’nin en büyük eksiklerinden biri insan kaynaklarının serbest dolaşımının sağlanamamasıdır. Sermaye ve malların serbestçe hareket ettiği bir sistemde, insan kaynaklarının hareket edememesi yapıyı tamamlanmamış ve eksik bırakmaktadır. Ancak, bu konuda önümüzdeki en büyük engel yine Avrupa Birliği’ndeki siyasi irade eksikliğidir. Avrupa Birliği’nin herhangi bir seviyesinde Türkiye vatandaşlarına daha fazla hareketlilik sağlayacak bir düzenlemenin uygulamaya konması şu an için mümkün görünmüyor. Avrupa ülkelerinde egemen siyasi temalardan biri olan yabancı düşmanlığı, İslam karşıtlığı ve aşırı sağın yükselişi, bu tür genişlemeci adımları engelliyor.
Türkiye açısından bakıldığında ise, artık farklı bir sorunla karşı karşıyayız: insan kaynaklarının dışarıya kaçışı. Yapılan çeşitli anketler, Türkiye’de gençlerin yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarını yurtdışında sürdürmek istediğini gösteriyor. Üstelik bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Bulgaristan ve Yunanistan gibi ülkeler de ciddi bir nüfus kaybı yaşıyor ve gençler, kendi ülkelerinde kalmak yerine Avrupa’nın merkez ülkelerine göç ediyor.
Böyle bir ortamda, Türkiye’nin insan kaynağı hareketliliğini artıracak bir düzenleme talep etmesi gerçekçi olmaz. Ancak vize süreçlerinde yaşanan sıkıntılar, Türkiye’de özellikle sesini duyurabilen kesimleri doğrudan etkilediği için, bu konuda bazı adımlar atılması mümkün olabilir. Unutmamak gerekir ki Türkiye, yurtdışına en az hareket eden halklardan birine sahip. Nüfusun yalnızca beşte birinden azının pasaportu var ve yurtdışına çıkanların büyük bir kısmı, Suudi Arabistan’a hac görevini yerine getirmek için gidiyor. Türkiye, büyük ölçüde turistik hareketlilik gösteren bir ülke değil.
Dolayısıyla, vizeden mağdur olanların sayısı toplam nüfusa oranla çok yüksek olmasa da, bu kesimin sesinin daha fazla çıktığını kabul etmek gerekir. Bu nedenle, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde vize rejiminde bir miktar serbestleşme, en azından söylem düzeyinde Türkiye açısından rahatlatıcı bir adım olabilir. Ancak Avrupa Birliği’nin mevcut iç politik dengeleri, bu tür bir adımın atılmasını da zorlaştırıyor.
İç içe girift bir hale gelen Kıbrıs meselesi ve Türkiye-AB ilişkileri birbirini etkilemeye devam ediyor. Bu meselenin çözümünde nasıl bir yol haritası izlenmeli?
Dr. Yaşar Aydın: AB’nin katı tutumundan vazgeçmesi gerekiyor. Kıbrıs anlaşmazlığının aşılmasını müzakereleri başlatmanın bir koşulu olarak öne sürmesi sürecin önünü tıkıyor. Bunu yeniden gözden geçirmesi faydalı olur. Ayrıca Kıbrıs Türklerinin egemenlik haklarından feragat etmelerini beklemesi ve Türkiye’nin bunu kabul etmesini istemesi gerçekçi değil. Bu nedenle, AB’nin Annan Planı’na Kıbrıslı Rumların ret oyu verdiğini göz ardı ederek, Türklerden egemenliklerinden vazgeçmelerini talep etmesini hakkaniyetli bir yaklaşım olarak değerlendiremiyorum.
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin ve Kıbrıs sorununun bu denli iç içe geçmesinin temel sorumlusu, 2004 yılındaki referandumda yanlış bir tutum izleyen Avrupa Birliği’dir. Avrupa Birliği, referandum öncesinde, sonucu ne olursa olsun Güney Kıbrıs’ın tam üyeliğini kabul edeceğini ilan ederek süreci baştan olumsuz bir şekilde şekillendirmiş oldu. Oysa Annan Planı, o dönemde en akılcı ve sağduyulu çözümlerden biriydi ve Türkiye de bu plana destek vererek önemli bir siyasi eşiği aşmıştı. Ancak 2004’te bu fırsat kaçırıldı.
Bu fırsatın kaçmasının ardından Güney Kıbrıs ve Yunanistan, Türkiye’nin tam üyeliğini engelleyecek şekilde veto haklarını kullanmaya başladı. Avrupa Birliği’nin kurucu tasarımcıları, muhtemelen böyle bir senaryoyu öngörmemişti. Bu nedenle zaman içinde oylama sistemlerini reform etmeyi ve Avrupa Parlamentosu’nun gücünü artırmayı gündeme getirdiler. Bir tür enternasyonalist Avrupa hayali kuruldu; ancak atılan adımlar ne yazık ki başarılı olmadı. Avrupa Birliği hâlâ ulus-devletler arası bir örgüt niteliğinde ve bu yapıda ulus-devletlerin kendi çıkarlarını korumak için veto haklarını kullanmaları şaşırtıcı değil. Bu durum, Türkiye-AB ilişkilerinde ve Kıbrıs sorununun çözümünde önemli bir engel olmaya devam ediyor ve kısa vadede aşılması pek mümkün görünmüyor.
Kıbrıs sorununda çözümün önündeki en büyük engel, bu yönde siyasi irade gösteren hiçbir aktörün olmaması. Türkiye, kendi iç sorunlarıyla o kadar meşgul ki, Kıbrıs’taki statükonun devam etmesinden ciddi bir şikâyetçi gibi görünmüyor. Öte yandan, Kuzey Kıbrıs’ta da statükonun devamından memnun olan önemli bir nüfus var. Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşları, ihtiyaç duyduklarında Avrupa Birliği veya İngiltere vatandaşlığı haklarını kullanarak kendileri için bir çıkış stratejisi oluşturabiliyorlar. Ancak adada yaşayanlar arasında kayda değer oranda Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olmayan, Türkiye kökenli kişiler de bulunuyor. Bu grup için böyle bir çıkış imkânı yok. Dolayısıyla, statükonun devamını savunan ve bu yönde oy kullanarak siyasi etki oluşturan bir kesim mevcut.
Güney Kıbrıs’ta da durum çok farklı değil. Uzun yıllardır Avrupa Birliği kaynaklarını tüketen bir yapı içinde ve yasa dışı faaliyetler—kumarhaneler, kaçakçılık gibi illegal işlerle—özdeşleşmiş durumda. Son yıllarda artan Rus etkisinden de sıkça bahsediliyor ve Güney Kıbrıs’ın bir tür korsan ada işlevi gördüğü yönünde yorumlar yapılıyor.
Bu koşullarda, Avrupa Birliği içinde Kıbrıs meselesine yönelik bir irade oluşturmak da pek mümkün görünmüyor. Avrupa Birliği’nin bu konuda dışarıdan bir baskı geliştirmesi ihtimali de düşük. Dolayısıyla, Kıbrıs sorununun çözümü, ancak farklı bir siyasi atmosferde, başka bir zamanda ve belki de bambaşka bir dünyada mümkün olabilir gibi görünüyor.
Son olarak Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji politikaları, Rusya ile olan ilişkileri ve BRİCS’e başvuruda bulunması gibi gelişmeler Türkiye AB ilişkilerini nasıl etkiliyor ve bu ilişkilerde denge nasıl sağlanabilir?
Dr. Yaşar Aydın: Türkiye’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlara katılmaması, Çin ile yakınlaşması ve BRICS’e üyelik başvurusu AB çevrelerinde olumsuz karşılanıyor ve Türkiye’nin AB dış politikalarıyla uyumsuzluğunun bir örneği olarak değerlendiriliyor.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji politikaları da AB’nin tutumuyla örtüşmüyor; Türkiye’nin bu bölgelerde sondaj yapması ciddi gerilimlere yol açmıştı. Ancak diyalog ve denge açısından, özellikle Yunanistan konusunda, ilerleme kaydedildiği söylenebilir. Türkiye ile Yunanistan, Almanya’nın arabuluculuğunda görüşmeler yürütüyor ve bu durum hem Almanya hem de AB tarafından olumlu karşılanıyor.
Bir diğer konu ise İsrail’le ilişkiler; Türkiye’nin bu konuda daha soğukkanlı ve temkinli bir politika izlemesi gerektiği görüşündeyim. Türkiye’nin örneğin Ege’nin bir Yunan denizi olmadığı ve Türkiye’nin Akdeniz’de en uzun sahile sahip ülke olarak bu bölgedeki enerji işbirliğinden dışlanamayacağı mesajını vermesi, bunu diplomatik mecralarda itinayla dillendirmesi gerekiyor. Bunu yaparken hamasi söylemlerden kaçınmalı, işbirliği perspektifini öne çıkarmalıdır.
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Türkiye, uzun zamandır çok boyutlu bir dış politika izlemeyi tercih ediyor. Avrupa Birliği ile tam uyum içinde hareket etme olanağı bulamadığından, kendi dış politika seçeneklerini çeşitlendirmek için farklı arayışlar içinde bulunuyor. Bu çerçevede, Rusya ile ilişkileri geliştirmek, Orta Asya’da daha aktif olmak, Çin ile doğrudan diplomatik diyalog kurmak, Orta Doğu’da mümkünse oyun kurucu bir rol üstlenmek ve Afrika’da etkin politikalar yürütmek gibi stratejik yönelimler söz konusu.
Bu hedeflerin ne kadar gerçekleştirilebildiği ya da Türkiye’nin bu çok boyutlu dış politika arayışında ne ölçüde başarılı olduğu ayrı bir tartışma konusu. Ancak, bu yönde belirgin bir siyasi irade olduğu açık. Türkiye’nin dış politika seçeneklerini çeşitlendirme çabası, özellikle Trump’ın yeniden iktidara gelme ihtimaliyle birlikte daha da önem kazanıyor. Olası bir Trump-Avrupa Birliği geriliminde veya daha genel anlamda transatlantik ilişkilerde yaşanabilecek bir kriz durumunda, Türkiye elini daha serbest tutma arzusunda.
Bu stratejinin en belirgin örneklerinden biri Doğu Akdeniz’de gözlemleniyor. Burada Türkiye ile Avrupa Birliği’nin önde gelen ülkelerinden Fransa arasında doğrudan bir çıkar çatışması mevcut. Bu çatışmanın benzerlerini daha önce de gördük; günümüzde ise özellikle Suriye’deki gelişmeler bağlamında, Türkiye ile Fransa’nın dış politika hedeflerinin çatıştığını net bir şekilde gözlemleyebiliyoruz.
Burada kritik soru şu: Fransa’nın çıkarları Avrupa Birliği’nin çıkarları olarak mı kabul edilmeli? Eğer öyleyse, bu başlı başına tartışılması gereken bir konu. Türkiye ile Avrupa Birliği arasında dış politika uyumsuzluğu olduğu söylenebilir; ancak daha temel bir soru şu olmalı: Avrupa Birliği’nin gerçekten ortak ve tutarlı bir dış politikası var mı? Eğer varsa, bu politika nasıl şekillendiriliyor, hangi süreçlerden geçiyor ve kimler tarafından belirleniyor? Bu soruların yanıtlanması gerekiyor ki Türkiye ile Avrupa Birliği arasında bir dış politika çatışması olup olmadığını daha sağlıklı değerlendirebilelim.
Mevcut durumda Avrupa Birliği, tam anlamıyla bütünleşmiş ve koordineli bir dış politika çerçevesi oluşturabilmiş değil. Türkiye’nin Rusya ile ilişkileri konusunda bile, Macaristan gibi bazı Avrupa Birliği ülkeleriyle daha uyumlu bir çizgi izlediğini söylemek mümkün. Bu da gösteriyor ki Avrupa Birliği ülkeleri arasında bile dış politika konusunda tam bir birliktelik sağlanmış değil; dolayısıyla Türkiye’nin ortak bir Avrupa dış politikası ile uyumlu hareket etmesini beklemek pek gerçekçi olmaz.