Ekonomik gücünü hızla artıran ve teknolojik yatırımlarla kendini yenilikçi bir güç olarak konumlandıran Çin, hem Asya’da hem de dünyanın geri kalanında etkinliğini her geçen gün daha da arttırıyor. Kuşak ve Yol Projesi gibi devasa girişimlerle de yeni bir küresel düzenin mimarı olmaya aday. İki kıta arasında köprü olmakla kendini konumlandıran Türkiye’nin ekonomik ve siyasi geleceği açısından da Çin’in politikaları kritik bir öneme sahip.
Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Çağdaş Üngör ile Çin’in Kuşak ve Yol Projesi üzerinden Türkiye ve AB ile ilişkilerini, Güney Çin Denizi’ndeki gerilimler çerçevesinde Asya’da ABD ile rekabetini, Çin’in Afrika’da artan nüfuzunu, Rusya ile stratejik ortaklığını ve Orta Doğu’daki rolünü konuştuk.
Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’ne Türkiye 2015’te dahil olmuştu. Kuşak ve Yol ve Orta Koridor girişimlerinde Türkiye’nin pozisyonu şu an ne durumda?
Türkiye’nin 10 yıl öncesinde heveslendiği kadar karşılığını alamadığı bir proje olduğunu söylemek mümkün Kuşak ve Yol fikrinin.
Türkiye, Kuşak ve Yol Projesi ilan edildiğinden beri bu proje ile yakından ilgilendi. Türkiye; Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan köprü olma misyonunu kendine biçtiği için bu anlayış, dış politika kimliğimizin uzun süredir bir parçası haline gelmiş durumda. Lojistik ve ulaşım gibi birçok açıdan Türkiye, kritik bir rol oynayabileceği için bu proje büyük bir heyecan ve ilgi uyandırdı. Fakat aradan geçen 10 yılda, başlangıçtaki hevesin veya ilginin tam anlamıyla gerçekleşmediğini görüyoruz.
2015’ten beri Türkiye’nin sürekli gündemde tuttuğu Orta Koridor projesi fikri, son iki veya üç yıldır Avrupa’da da ilgi görmeye başladı. Avrupalılar alternatif yollar arıyorlar, Rusya hattını kullanmak istemiyorlar artık. Dolayısıyla Türkiye’nin de dahil olduğu Çin’den Avrupa’ya mal sevkiyatı rotası tekrar popüler hale geldi. Ama Orta Koridor projesi, uzun soluklu ve meşakkatli bir süreç. Hem sermaye gerekiyor hem de birçok ülke arasında bürokratik ve gümrük işlerinin kolaylaştırılması gerekiyor. Tıkanıklıkların çözülebilmesi için çok ciddi bir sermaye lazım.
Ayrıca, Avrupalılar işe dahil olduğu için artık Karadeniz üzerinden, Türkiye’ye uğramadan geçen başka orta koridor projeleri de devreye girdi. Orta Asya’dan Kafkaslara, Kafkaslar üzerinden de Romanya ve Bulgaristan rotasıyla Avrupa’ya ulaşmayı hedefleyen başka orta koridor planları da var. Türkiye’nin 10 yıl öncesinde heveslendiği kadar karşılığını alamadığı bir proje olduğunu söylemek mümkün Kuşak ve Yol fikrinin.
Avrupa Birliği’nde enerji yatırımları Avrupa Yeşil Mutabakatı ile birlikte yenilebilir enerjilere yönelmeye başladı. Kuşak ve Yol Projesi, Türkiye’nin enerji rotalarındaki ve yeni teknolojilerdeki pozisyonunu nasıl etkileyecek?
Elektrikli araçlar ve yenilenebilir enerjiler yaygınlaştıkça Çin ile ekonomik ilişkiler Türkiye açısından daha da dengesiz hale gelecek.
Kuşak ve Yol; genellikle yollar, köprüler, barajlar gibi modern altyapı yatırımları üzerinden konuşuluyor. Bir diğer gelişme ise Çin’in yenilenebilir enerji alanında ciddi bir güç haline gelmesi. Elektrikli araçlar ve güneş panelleri gibi sektörlere son 20 yılda büyük miktarda yatırım yapıldı. Devlet sübvansiyonlarıyla bu sektörler muazzam bir gelişim kaydetti. AB’ye baktığımızda, burada Yeşil Mutabakat ve 2050 yılı itibarıyla sıfır karbon vizyonu var. Dolayısıyla hem Çin’in ürettiği ve dünyaya ihraç ettiği ürünler, hem de Türkiye’yi de etkileyecek BYD yatırımı gibi projeler önemli bir alışverişi temsil ediyor. Güneş panelleri ve nükleer enerji de bu bağlamda dikkate değer, çünkü nükleer enerji düşük karbon salınımı nedeniyle iklim değişikliği tartışmalarında temiz enerji olarak adlandırılıyor.
Uzun vadede Türkiye’nin Çin’den nasıl etkilenebileceğine bakıldığında, Çin yenilenebilir enerji teknolojilerinin ihracatçısı konumunda. Çin, yenilenebilir enerji altyapısını ve bu alandaki yüksek teknolojiyi düşük maliyetle üretebildiği için ticaret dengesi daha da değişecek. Bugün itibarıyla Türkiye’nin Çin’e karşı ticaret açığı ciddi ölçüde; neredeyse 1’e 10 ölçeğinde bir açık söz konusu. Elektrikli araçlar ve yenilenebilir enerji sektörü devreye girdikçe bu açığın daha da büyümesi bekleniyor. Önümüzdeki 10 yılda bu makas açılacak; Türkiye açısından bu ilişki giderek daha dengesiz hale gelecektir.
Türkiye’nin klasik köprü pozisyonu, Orta Asya ve Hazar Denizi civarındaki enerji kaynaklarını Avrupa’ya bağlama misyonuyla yakından ilgili. 1990’lardan itibaren Türkiye kendisini bir enerji köprüsü olarak konumladı. Uzun vadede bu durumu etkileyen diğer bir faktör, Avrupa’da fosil yakıtlara olan ihtiyacın azalması. 2050 yılında Avrupa’nın teorik olarak hiç petrol veya doğalgaz kullanmayacak olması, Türkiye’nin bu kaynakları Avrupa’ya taşıma misyonunu sekteye uğratacak.
Uzun vadeli eğilimlere bakıldığında, gaz ve petrolde Avrupa’dan ziyade Çin’in bir pazar olarak öne çıktığı görülüyor. Orta Asya petrolü, Avrupa’dan ziyade Çin’e yöneliyor ve bu eğilim giderek güçlenecek. Çin’in daha büyük bir pazar haline gelmesi, Avrupa’nın daha küçük bir pazar haline geleceği bir gelecekte Türkiye’nin bu durumdan olumlu etkilenmesi beklenemez. Türkiye’nin kendi zengin enerji kaynakları yok ve yalnızca bir taşıyıcı ya da köprü vazifesi görmek istiyor. Bu nedenle, Türkiye’nin bağlantı kurma ve köprü olma vasfı da sekteye uğrayacaktır.
Yakın zamanda Draghi Raporu yayınlandı. Bu rapor AB-Çin ilişkilerinin de altını çiziyordu. Bu yıl AB, Çin’de üretilen elektrikli araçlara verilen devlet sübvansiyonları oranında gümrük vergilerini artırma kararı almıştı. ABD ile yaşanan ticaret savaşının, belki de daha küçük ölçeklisini AB ile Çin arasında da görüyoruz. Özellikle yeni teknolojiler etrafında AB ve Çin arasında yeni bir ticaret savaşı alevlenir mi?
Yenilenebilir enerji, lityum bataryalar ve elektrikli araçlar gibi konularda çok ciddi anlamda piyasayı ele geçirmiş durumda Çin şirketleri.
Macaristan gibi AB üyesi ülkelerde ve Türkiye gibi AB ile gümrük birliği olan ülkelerde yatırımlar söz konusu. Eğer BYD yatırımı gerçekleşirse, bu yatırım Çin açısından gümrükleri bypass etme yöntemi olacak. Çünkü Macaristan’da ürettiğiniz zaman o ürün artık gümrüğe tabi olmayacak.
Avrupa’nın otomotiv sektörü, hem istihdam hem teknoloji açısından çok güçlü bir sektör. 20. yüzyılın büyük kısmı, Avrupalı sektör liderleriyle geçti; otomotiv piyasasına yön veren birçok şirket Avrupa’daydı. Şimdi esas odak noktası teknoloji konuları, Draghi Raporu’nun bir kısmı da bununla ilgili. Avrupa açısından bu alanda liderliği kaybetme tehlikesi ciddi bir sorun.
“Bizim otomotiv sektörümüz artık yeni elektrikli araçlara yöneliyor” diyorlar. Bir yandan Avrupa’daki Yeşil Mutabakat ve sıfır karbon vizyonu, elektrikli araçları özendirmeyi zorunlu kılıyor. Fosil yakıtlardan vazgeçmeyi teşvik ediyorsunuz. Devletler, ödül ve ceza mekanizmalarıyla bu adımları farklı yöntemlerle uyguluyorlar. Fakat şu anda en teknolojik donanımlı elektrikli araçları en ucuza Çin üretebiliyor. Artık Çin, hem ABD hem de Avrupa ile karşılaştırıldığında, sübvansiyonlar ve çok sayıda şirketin çalışmasıyla, ölçek ekonomisi sayesinde bu alanda çok ilerledi. Bu aşamadan sonra hangi gümrüğü uygularsanız uygulayın, zaten dünyanın en büyük elektrikli otomotiv ihracatçısı olan Çin’in liderliğini gümrüklerle bertaraf etmek ne kadar mümkün olur ya da ne kadar sürede nasıl bir fayda sağlar, doğrusu bilemiyorum.
Tansiyonun yükseleceği ya da düşmeyeceği bence açık. Trump gelirse, “Çin’den gelen elektrikli araçlara %200 gümrük koyacağım” vaadi var. Bu tansiyon düşmeyecek gibi gözüküyor ama tansiyonun düşmemesi Çin’in aleyhine olur mu, uzun vadede ondan emin değilim. Çünkü yenilenebilir enerji, lityum bataryalar ve elektrikli araçlar gibi bazı noktalarda çok ciddi anlamda piyasayı ele geçirmiş durumda Çin şirketleri. 20 yıl öncesine kıyaslayınca çok daha rekabetçi, katma değerli, ileri teknoloji ürünleri üretebiliyorlar. Sadece bu alanlar değil; 5G, kuantum bilgisayarlar ve yapay zekâ gibi hangi alana bakarsanız bakın Çin’in artık Avrupa ile değil, ABD ile başa baş rekabet ettiğini görüyoruz.
5 Kasım’da ABD başkanlık seçimleri yapılacak. 10 Eylül’deki televizyon münazarasında Trump, Çin’den gelen ürünlere %60 ila %100 civarında fazladan gümrük vergisi vaat etti. Kamala Harris’i anlamak için de Biden dönemine bakarsak bu yıl içerisinde Çin’den gelen elektrikli araçlara uygulanan gümrük vergisi %100’e, güneş panellerinde %50’ye çıktı. Trump da zaten Biden-Harris hükümetinin aslında kendi gümrük politikalarını devam ettirdiğini söyledi. İki aday arasında Çin’le ticaret konusunda gerçekten bir fark var mı? Çin, seçimin sonuçları için nasıl hazırlanıyor?
ÇKP ileri gelenleri açısından Trump ile Harris arasında hiçbir fark yok.
ABD seçimlerinde Donald Trump ya da Kamala Harris, kim seçilirse seçilsin, Çin için çok büyük bir fark olmayacak; en azından Çin Komünist Partisi (ÇKP) üst düzeyinde bu şekilde gözlemleniyor ve biliniyor. Biden’ın politikalarını Harris biraz sertleştirse ya da yumuşatsa bile, sonuçta bu patikadan ayrılmayacağını biliyoruz. Çünkü Amerikan kamuoyu açısından belki de ittifak halinde olunan tek konu şu anda Çin. ABD iç kamuoyunda ciddi bir kutuplaşma varken, bu konuda hiçbir ayrışma yok. Hem Demokrat Parti hem de Cumhuriyetçi Parti seçmenlerinin neredeyse tamamı Çin’i bir tehdit, düşman olarak görüyor.
Seçim kampanyalarına baktığımızda, Trump’ın Harris’e göre Çin’e daha fazla vurgu yaptığını görüyoruz. Ancak burada küçük bir nüans olabilir. Harris muhtemelen Biden döneminde yapılanları sürdürecektir. Biden döneminde, ABD’nin kendi Çin politikasını genişletmek ve Çin’i tehdit olarak görme algısını yaymak amacıyla geniş bir koalisyon kurmak istediğini gördük. Trump ise bu işi zaman zaman ırkçı tonlar kullanarak, genellikle tek başına yürütüyordu. Müttefikleriyle hiç konuşmadan, danışmadan, hem Avrupalı hem de Asyalı müttefiklerini biraz küstürerek ve dışlayarak ilerliyordu. Joe Biden ise Japonya, Güney Kore ve Avrupalı müttefikleriyle Çin politikasını daha geniş bir koalisyonla, daha çok boyutlu, çok ölçekli ve çok partili bir şekilde yürütmeye çalıştı.
Ancak bu iki seçenek arasında ÇKP ileri gelenleri açısından hiçbir fark yok. Çin’in beklentisi, gümrük duvarlarının yükselmesi ve özellikle ileri teknoloji alanında, muhtemelen birçok üründe Avrupa ve ABD pazarlarının orta vadede eskisi gibi açık olmayacağı yönünde. Bu, işin ticaret ve ekonomi boyutu.
Askeri açıdan ise Tayvan, sürekli gerilimin arttığı bir yer. Zaman zaman askeri bir çatışmaya dönüşme potansiyelini de barındıran büyük bir tansiyon söz konusu. Pekin’de şu anda kimse bu konuda bir U dönüşü beklemiyordur. Ancak ABD’de Trump gelirse, biraz daha sert ve ABD’nin tek başına uygulayacağı bazı politikalara yönelebilir. Harris ise daha geniş bir koalisyonla ve kültürel açıdan ırkçı unsurları budanmış bir yaklaşımla bu politikaları yürütebilir. Ancak ABD’deki Çin karşıtlığının kısa vadede sona ermesi beklenemez. Çin’de de “Harris gelse daha iyi olur” ya da “Trump işimize yarar” gibi net bir tercih veya beklenti yok. Çin açısından durum aynı kalacak.
Son haftalarda Tayvan üstünden Güney Çin Denizi’ndeki gerilim daha da arttı. ABD seçimlerinin olası sonuçlarını da göz önüne aldığımızda siz Tayvan meselesinin gidişatını nasıl görüyorsunuz, yakın gelecekte tansiyon daha da artabilir mi?
Çin’in toprak talepleri, denizler üzerindeki egemenlik iddiaları zaman zaman bütün komşu ülkelerin canını sıkar boyutlara geliyor.
Tabii bunlar çok teorik ve hipotez niteliğinde şeyler, dolayısıyla öngörmemiz zor; ancak neticede Cumhuriyetçilerin dış politikasının daha sert, daha şahin ve askeri yönü daha ağır basan bir politika olmasını genel olarak bekleyebiliriz. Demokratlar ise her şeye rağmen diplomasi kanallarını açık tutan bir yaklaşıma sahiptir.
Tayvan dışında son dönemde Filipinler’de de ciddi bir kriz ortaya çıkmış durumda. Filipinler ile Çin arasındaki gerilimin esas kaynağı, Güney Çin Denizi’nde ve Tayvan Boğazı’nda, Çin’in giderek daha fazla toprak ve nüfuz alanı talep etmesidir. Çin, hak iddia ettiği alanları genişletiyor ve bu haritalar yeni çizilmiş değil; bu iddiaların bazıları 1950’li yıllara kadar uzanıyor. Ancak şu bir gerçek ki 1950’lerde olanlar, son 10-15 yılda farklı bir anlam kazandı. Çin’in küresel siyasette ve genel olarak küresel güç statüsündeki yükselişiyle paralel olarak gelişen özgüveni, dış politikada giderek “ben yaptım oldu” veya “buraların hamisi benim” tavrını daha fazla hissettirmeye başladı.
Tabii Asya özelinde konuşuyorum, çünkü Çin’in o bölgelerde tarihsel iddiaları da var. “Atalarım yüzlerce yıldır burada balık avlıyordu, bu sular bizim; anıtlarımız ve tarihi eserlerimiz var” gibi iddialarla Çin, buradaki etkisini ve buraların kendisine ait olduğunu öne süren çok eskiye dayanan iddialarda bulunuyor. Bu iddialar bitmeyecek, aksine sürekli artacak. Toprak büyüklüğü, nüfus ya da ekonomik güç açısından bakıldığında, Asya’da Çin’in karşısında onun dengi bir güç yok. Dolayısıyla Güney Çin Denizi sorunu konusunda, Güneydoğu Asya ülkeleri çoğu zaman birlikte hareket etmek zorunda kalıyorlar. ASEAN gibi platformlarda bu sorunu bir şekilde dengelemeye ve tartışmaya çalışıyorlar.
Bölgede bazı önemli ülkeler, Güney Kore, Japonya ve Filipinler gibi, zaten ABD müttefiki. Orada bir ABD güvenlik şemsiyesi mevcut ve bölgeye baktığımızda, ABD’nin donanması, askeri üsleri ve müttefikleriyle -NATO gibi bir örgütü olmasa da- orada kendi güvenlik ağı bulunuyor.
Filipinler, Tayvan veya Vietnam gibi hangi ülke olursa olsun, Çin ile bir sorun yaşadığı zaman ABD bu duruma bir ölçüde dahil oluyor. Vietnam, ABD ile savaşmış olmasına rağmen bugün ABD’ye göz kırpan bir politika izliyor. Çünkü Çin’in toprak talepleri ve denizler üzerindeki egemenlik iddiaları, zaman zaman bütün komşu ülkelerin canını sıkacak boyutlara ulaşabiliyor. Bu bağlamda, Filipinler üzerinden, Güney Çin Denizi’nde başka ülkeler üzerinden ve kesinlikle Tayvan üzerinden, muhtemelen önümüzdeki 10-20 yıl içinde sürekli manşetlerde göreceğimiz ufak tefek çatışmalara rastlayabiliriz. Bu durum hemen yarın veya iki sene sonra kesinleşecek anlamına gelmiyor; ama açıkçası büyük bir çatışmaya veya savaşa gebe bir bölge.
4-6 Eylül tarihlerinde Pekin’de Çin-Afrika İş Birliği Forumu gerçekleştirilmişti. Afrika’daki neredeyse tüm ülkelerin liderleri ve temsilcileri zirveye katılmıştı. Çin, Afrika’ya 51 milyar dolarlık finansman ve 1 milyondan fazla yeni istihdam sözü verdi. İlişkilerin daha da derinleşmesini mi beklemeliyiz ve Çin’in bu ilişkide en öncelediği alanlar nelerdir?
Medyadan tutun da altyapı projelerine, tarımdan tıbbi yardıma kadar Afrika’da inanılmaz boyutta ve çeşitlilik arz eden bir varlığı var Çin’in.
Çin’in Afrika ilişkileri aslında 1950’lere ve 60’lara kadar uzanıyor; bu dönemde Çin, diplomatik anlamda batıdan ve 60’lardan sonra Sovyetler ve doğu bloğundan da izole olmuştu. Dolayısıyla 60’lı yıllar, özellikle diplomatik açıdan çok yalnız kaldığı bir dönemdi. Bu dönemde Afrika’da birçok ülke yeni bağımsızlık kazanmış, Birleşmiş Milletler’e yeni katılmış ve dünyada siyasi dengeler yeni yeni şekillenmeye başlamıştı. Altyapı yatırımları, Çinli doktorların ve hemşirelerin Afrika’ya giderek tıbbi açıdan yardım etmesi, yol göstermesi veya ideolojik ihracat olarak Maoculuğun oraya ulaşması gibi pek çok gelişme, aslında geçmişe dayanan önemli olaylardır. Örneğin, meşhur Tanzanya Demiryolu Çinli mühendisler tarafından inşa edilmiştir.
Ama günümüzde, çok daha pragmatik ve ideolojiden bağımsız bir politika izleniyor. 21. yüzyılda bu politika uygulanırken geçmişteki hikayelerin, anıların ve hatıraların etkisi ve yardımı söz konusu. Çünkü burada bir kolektif hafıza oluşmuş durumda ve Çin’in oradaki en büyük avantajı; “Ben sömürgeci bir ülke değilim. Avrupalılar gibi değilim. ABD gibi hegemonik emperyalist bir ülke değilim. Ben de 19. yüzyılda Batılı ülkelerin hışmına uğradım ve yarı sömürge haline geldim. Hâlâ bugün bile kişi başına düşen gayri safi millî hasılaya baktığınızda, bir gelişmekte olan ülke statüsündeyim. Dolayısıyla buraya eşitiniz olarak geliyorum” diyebilmesidir. En azından bu argüman, yumuşak güç unsuru olarak öne sürülüyor. Ancak pragmatik yaklaşımın en önemli noktası elbette hammaddeler. Afrika’daki birçok ülke, farklı hammaddeler açısından oldukça zengin. Çin de hızla modernleşen ve hızla endüstrileşen bir ülke; bu süreç yeni değil, son 40 yıldır bu şekilde devam ediyor.
Ama sanayileşmesi arttıkça hammaddelere olan ihtiyacı da arttı. Örneğin, bataryalar ve elektrikli araçlar konusunda, bu bataryaların içinde kullanılan önemli madenler ve mineraller çoğu zaman Afrika ülkelerinden temin ediliyor. Çinli şirketler bu sahaları işletiyor. Bunun dışında Çin bir yatırımcı olarak orada bulunuyor. Ama yatırımcı olarak hâlâ batılı ülkelerden daha geride bir konumda. Çin’in Afrika’daki varlığı çok konuşuluyor, ama aslında total rakamlara baktığınız zaman hâlâ batılı ülkelere, özellikle Avrupalı ülkelere göre ikinci planda sayılır. Yaptığı yatırımlar genellikle altyapı odaklı. Yollar, köprüler, barajlar, havalimanları yapılıyor. Afrika’daki sömürgecilik döneminden kalan altyapıyı modernleştirme ya da bunları Afrikalı ülkelerin kullanabileceği yerler haline getirme, dönüştürme peşindeki projeler genellikle.
Zambiya’da, Kenya’da büyük demiryolu projeleri, Çin’i meşhur eden bir takım mega projeler var Afrika’da. Ticarete baktığınız zaman tabii ki çok önemli bir pazar aynı zamanda. Çin malları açısından, ucuz tüketim malları açısından bir pazar. Ayrıca Çin’in kendi televizyon kanalının Afrika şubesi, sadece Afrika’ya yayın yapan bir kanalı var mesela. Medyadan tutun da altyapı projelerine, tarımdan tıbbi yardıma kadar inanılmaz boyutta ve çeşitlilik arz eden bir varlığı var Çin’in.
Afrika’nın 50’den fazla ülke içerdiğini de unutmamak gerekir. Çok büyük genellemelerden kaçınmak lazım. Ama Çin muhakkak ki Afrika’daki en önemli ve varlığı en belirgin ülkelerden bir tanesi şu anda.
Ukrayna Savaşı nedeniyle Rusya ve Çin arasındaki ekonomik ilişkiler daha da derinleşti, hatta Rusya’nın Çin’e bağımlılığının daha da arttığını söyleyebiliriz. Moskova ile Pekin arasındaki ilişkiler nasıl seyrediyor?
Rusya’nın Çin’e olan bağımlılığı, hem ekonomik anlamda hem diplomatik sahada giderek artıyor.
Çin ve Rusya’nın ilişkileri gayet iyi. Putin en önemli ziyaretlerini Çin’e yapıyor. BRICS, Şangay İş Birliği Örgütü gibi platformlarda hem sembolik hem söylemsel sahada sürekli jestleşmeler yapılıyor ve karşılıklı iyi dilekler sunuluyor. Hem çoklu diplomasi platformlarında hem de birebir ikili ilişkilerde Rusya-Çin ilişkileri son derece olumlu seyrediyor. Dediğiniz gibi, Ukrayna Savaşı’ndan sonra Çin’in bu ilişkideki ekonomik ağırlığı arttı. Rusya, Batıya satamadığı petrolü, doğalgazı bu tarafa yönlendirdi.
Çinli elektrikli araçlar, gümrük tarifeleri ve yaptırımlarla karşılaşırken, Rus pazarına rahat bir şekilde girebiliyor. Ama gerçekten de Ukrayna Savaşı ve onun getirdiği zorluklar gösteriyor ki Rusya, bu ilişkide daha küçük ortak olmaya doğru gidiyor. Çin’e olan bağımlılığı hem ekonomik anlamda hem diplomatik sahada giderek daha da artıyor.
Son olarak da Çin’in Orta Doğu politikasına değinelim. Geçtiğimiz yıl Çin, İsrail’le Filistin arasındaki çatışmalarda bir ara buluculuk rolü üstlenmeye çalışsa da ilerleme kaydedilemedi. Ama geçtiğimiz Temmuz ayında Hamas ve El-Fetih’in de dahil olduğu 14 Filistinli grup, Çin’de bir araya geldiler ve Pekin Deklarasyonu imzalandı. Filistinli gruplar en azından kâğıt üstünde anlaşmaya vardılar. Çin, Orta Doğu’daki çatışmalarda daha etkin bir diplomatik rol oynayabilir mi? ABD’nin bölgedeki etkisi azalırken Çin öne çıkabilir mi?
Askeri sahaya hiç girmediği ve sadece ticaret, altyapı yatırımları vaatleriyle geldiği için Orta Doğu’da çok daha ehven-i şer görülen bir ülke.
Ara buluculuk açısından bakarsak Çin’in bir avantajı var. Belki İsrail-Filistin çok iyi bir örnek değil, ama Suudi Arabistan’la İran’ı örnek verebiliriz. Çünkü bir önceki ara buluculuk deneyimi onunla ilgiliydi ve dünyada bu büyük bir sürpriz olarak görüldü. Çünkü Suudi Arabistan ve İran çok ciddi rakipler ve yıllardan beri uzlaşmaz bir çelişki gibi gözüken bir durumun içerisindeler. Fakat bu iki ülkeyle Çin’in eşit mesafede olduğunu görüyoruz ve bu konumunu kullanarak da orada bir ara buluculuk rolü üstlendi. En azından liderleri yan yana getirdi.
Bu anlamda Çin’e belirgin olarak karşıt olabilecek bir ülke aklıma gelmiyor. Orta Doğu’da İsrail’i bir kenara koyalım. Çünkü İsrail, Orta Doğu açısından atipik bir ülke, hem ABD’ye olan yakınlığı itibariyle hem de son dönemdeki dış politikasında, askeri hamlelerinde gördüğümüz radikallikleri nedeniyle. Orta Doğu’da, Çin’le -İsrail dışında- ekonomik ya da diplomatik ilişkisi olmasını istemeyecek hiçbir ülke yok.
Kamuoyu yoklamaları da bu yöndedir genel itibariyle. Arap ülkelerine baktığınız zaman; hele Filistin’de, Lübnan’da, Ürdün’de “Çin dost mudur, düşman mıdır” diye sorduğunuz zaman kamuoyunun yarıdan fazlası dosttur diyor. “Bizim düşmanımız değil, dostumuzdur. Pozitif duygular besliyorum” şeklinde cevap veriyor insanlar ve bunun ben büyük bir avantaj olabileceğini düşünüyorum. Çünkü burası aynı zamanda Amerikan karşıtlığının en yoğun olduğu bölgelerden biri.
Dolayısıyla Amerikan karşıtlığı kendi başına zaten Çin yanlısı olmayı ya da en azından Çin’i daha dostane olarak algılamayı kolaylaştırıyor bu ülkeler için. Hem elitler hem de kamuoyu nezdinde ABD’nin geçtiğimiz yıllarda buralarda birçok farklı müdahalesi olmuşken Çin’i, bu ülkeler askeri sahada hiç görmüyorlar. Çinli askerlerin gelip de orada birilerini öldürdüğüne tanıklık etmiyorlar, bir ülkeyi işgal ettiğine şahit olmuyorlar. Dolayısıyla Çin’le ilgili bir pozitif eğilim var.
Çin’in ara buluculuk girişimi, İsrail-Filistin konusunda başarılı olamadı. Çünkü İsrail tarafından Çin, çok Filistin yanlısı görüldü. Çin, bir denge tutturmaya çalışsa da her diplomatik açıklaması ve uluslararası platformlarda yaptığı her hamle aslında Filistin yanlısı bir duruş sergiledi. Bu nedenle, taraflara eşit mesafede durarak ara buluculuk rolü üstlenmesi pek mümkün olmadı.
Öte yandan, Çin’in diplomasisinin çok etkili olduğunu düşünmüyorum. Dediğiniz gibi, Hamas ile El Fetih arasında bir ara buluculuk yapıldı ve bu çok önemli bir hamleydi; özellikle Türkiye de dahil olmak üzere başka Orta Doğu ülkelerinin bunu başaramadığını düşünürseniz. Gazze Krizi şu anda o kadar can yakıcı ve önemli bir mesele ki artık dünyanın her anlamda ikinci büyük gücü haline gelmiş bir ülkeden son bir yıldır çok daha etkili bir diplomasi bekleyebilirdik ama bunu göremedik.
Gazze konusunda Çin’in fazla bir etkisi olmadı, daha çok söylem düzeyinde kaldı. Diplomatik platformlarda durumu kınadı ama somut hiçbir faydası olmadı. Ancak İsrail’i bu denklemden çıkardığınızda, Orta Doğu’nun geri kalanı için Çin, çok ciddi ve olumlu bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Olumlu bir ülke, çünkü pasif bir tutum sergiliyor. Askeri sahaya, güvenlik sahasına hiç girmediği ve ekonomik yatırım, ticaret, altyapı yatırımları vaatleriyle geldiği için ehven-i şer görülen bir ülke. Bu anlamda ara buluculuk veya başka türlü nüfuz faaliyetlerinde de Orta Doğu’da etkili olabilecek bir ülke olarak karşımıza çıkıyor.