[voiserPlayer]
Soğuk Savaş döneminde yaşanan 1962 Küba Füze Krizi, dünyanın nükleer bir savaşın eşiğine geldiği bir olaydı. Tüm dünya nükleer bombaların kullanılması durumunda yaşanabilecek dehşet verici sonuçlardan dolayı büyük bir korku yaşamıştı. Bu kriz, Türkiye’de bulunan Jüpiter füzeleri ile Sovyetlerin Küba’ya yerleştirmeye başladığı nükleer füzelerin geri çekilmesiyle son bulmuştu. Aynı zamanda ülkeler, nükleer bir savaşın konvansiyonel çatışma gibi yürütülüp kazanılacağı düşüncesinden bir süreliğine vazgeçmişlerdi. Soğuk Savaş’ın bitimiyle Sovyetler, tüm nükleer mirasını Rusya Federasyonu’na devretmiş oldu. Günümüze döndüğümüze ise Rusya’nın Ukrayna’ya saldırıları sırasında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Rusya’nın nükleer caydırıcı kuvvetlerine “özel bir görev rejimi” emri vermesiyle nükleer gerginlik tekrar alevlendi. Uzmanlar, Rusya’nın Ukrayna’ya gerçekleştirmekte olduğu saldırıların, uluslararası sistemde yeni temel dinamikler yaratacağını belirtiyor. Örnek olarak, bölgesel ve küresel düzeyde yeni bir silahlanma döneminin açıldığına vurgu yapılıyor. Tüm bunları konuşmak üzere, konunun önde gelen uzmanlarından Prof. Dr. Serhat Güvenç ile Ukrayna krizinin yol açtığı silahlanma kararlarından, nükleer söylemlerinin etkilerine kadar birçok konuyu konuştuk.
Rus ordusunun nükleer caydırıcı güçleri adına özel savaş görevi emri, askeri anlamda ne tür değişiklikleri ve süreçleri beraberinde getirmektedir?
Putin’in söylemlerinin temelinde, konvansiyonel caydırıcılıkta ortaya çıkan zafiyeti nükleer seçenekle kapatmaya çalışması bulunmaktadır.
Nükleer caydırıcı güçlerin gündeme getirilmesi, krizin yeni bir seviyeye çıkartılmasıdır. Bu yeni seviyede, Rusya’nın eski Sovyet coğrafyasıyla sınırlı kalabilecek çatışmayı bir hayli genişletme ihtimali artmıştır. Aslında savaş sürerken bizim nükleer seçenek tehdidinin neden bugün gündeme geldiği üzerinde durmamız gerekmektedir. Sahadan gelen haberler Rusya’nın istediği seviye ve zamanda Ukrayna’daki hedeflerine ulaşamadığını göstermektedir. Üstelik Rusya Ukrayna’ya saldırmak için elindeki konvansiyonel vurucu gücün yüklüce bir bölümünü ayırdı. Doğal olarak bu durum Rus ordusunun kapasitesini olumsuz etkiledi. Askeri operasyonlara ayrılan kaynaklar, Rusya’nın eş zamanlı biçimde başka bir krize veya savaşa girebilme imkanlarını da azalttı. Size 2 ay önce Kazakistan’da çıkan krizi anımsatmak isterim. Rusya’nın bölgede ilgi alanlarının genişlemesi, kuvvet planlamasını doğrudan etkilemektedir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali askeri olarak konvansiyonel güç yetersizliğini ortaya çıkardı. Bu yetersizlik Rusya’nın caydırıcılığını olumsuz etkiledi. Putin’in söylemlerinin temelinde, konvansiyonel caydırıcılıkta ortaya çıkan zafiyeti nükleer seçenekle kapatmaya çalışması bulunmaktadır. Diğer taraftan Rusya, Ukrayna’nın Batı ile bağlantılarını keserek yalnızlaştırmaya çalışıyor. Batı ülkeleri askeri açıdan Ukrayna’ya doğrudan yardıma gelemiyorlar. Rusya sahadaki bu durumun devamını sağlamak için krizi nükleer tırmanmanın eşiğine getirdi.
Nükleer söyleminin kullanılması önümüzdeki süreci nasıl etkileyecektir?
Bundan sonrasında bizim literatürde “tırmanma merdiveni” dediğimiz sürece tanıklık edebiliriz. Umarım bu süreç başlamaz ve ilerlemez. Henüz ilk basamakta bile değiliz ama yapılan açıklamalarla merdiven artık önümüze konmuş durumda. Önümüzdeki süreçte olayların gelişimine göre bu merdivenin basamaklarının tırmanılıp tırmanılmadığını gözlemleyeceğiz. Bu da artık nükleer güçlerin karar vericilerinin karşılıklı hamlelerine bağlıdır.
Nükleer silahlar hakkında verilen emirler, Rusya’nın uluslararası sistemdeki mevcut konumunu nasıl etkilemiştir?
Uluslararası normlara ve nükleer silah rejimine ciddi bir darbe indirilmiştir.
Rusya’nın uluslararası sistemdeki mevcut konumunu çok kötü etkiledi. Literatürde “nükleer tabu” diye tanımladığımız bir kavram var. Bu kavrama göre NATO ve ABD defaatle nükleer silahları ilk kullanan taraf olmayacağını deklare etmiştir. Çin de benzer bir deklarasyonda bulunmuştur. Buradaki deklarasyonların amacı nükleer güçlerin savunma amaçlı olduklarını vurgulamaktır. Eğer siz Rusya olarak konvansiyonel bir çatışmanın ortasında nükleer silahları masaya sürerseniz, “nükleer tabu”yu da kırmış olursunuz. Nükleer silahların bu şekilde gündeme getirilmesinden sonra artık hiçbir ülke elindeki nükleer silahları silahsızlanma adına imha etmeyecek ya da birilerine teslim etmeyecektir. Nükleer hevesleri olan bir takım ülkeler varsa, hevesleri de biraz daha kamçılanmıştır. Sonuç olarak, nükleer silahların yayılmasını önleme rejimi de baltalanmış oldu. Bu anlamda da uluslararası normlara ciddi bir darbe indirilmiştir. Rusya uluslararası siyasette revizyonist emeller güden, saldırgan bir aktöre dönüştü. Önümüzdeki süreçte Ukrayna saldırılarından dolayı Rusya’nın paryalaştırılmasına dönük yoğun girişimlere tanık olacağız. Zaten oluyoruz. Ne kadar başarılı olunur, onu bilmiyorum ama belli ki Batı’da bu yönde güçlü bir irade ortaya çıkmış durumda.
Rus Dışişleri Bakanı Lavrov ABD’nin Avrupa’da bulunan nükleer silahları geri çekmesini talep etti. Bu nükleer silahlardan bir bölümü de Türkiye’de bulunuyor. Bu açıklama Türkiye’nin dış politikasındaki mevcut pozisyonuna nasıl yansır?
Rusya nükleer söylemiyle Batı’da bir bölünme yaratmayı hedefledi.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye nükleer bombalara ev sahipliği yapan ittifak üyelerinden birisiydi. Sovyetler yıkıldıktan sonra bu bombalar sadece beş NATO üyesinin topraklarında kalmaya devam etti. Bu kalan nükleer bombalar da aslında depolara kaldırıldılar. Açık kaynaklara göre 50 civarında nükleer bomba İncirlik’te bulunuyor. Bununla beraber Amerikalılar asla bu bilgiyi teyit etmezler. Soğuk Savaş döneminde nükleer silahların kullanma hazırlıkları, uluslararası gerginliğe bağlı olarak belli alarm kademlerine göre yapılıyordu. Örnek olarak, çok gergin dönemlerde uçaklar nükleer bomba yüklü olarak her an kalkmak üzere bekletilebilir veya gerginliğin azaldığı dönemlerde bombalar uçakların yakınındaki depolarda yüklenecek biçimde muhafaza edilebilirdi. Yüksek gerginlik dönemlerinde 3 dakikalık alarm kalkışı yapacak şekilde pist başında bekletilirlerdi. Bu uygulamalar 30 yıldır yapılmıyor. Fakat bu nükleer başlıklar hala muhafaza ediliyor. Tarihsel olarak değerlendirdiğimizde Türkiye benzer bir nükleer kriz durumuyla Küba Füze krizi sırasında karşılaşmıştı. Türkiye’de bulunan Jüpiter füzeleri ile Sovyetlerin Küba’ya yerleştirmeye başladığı nükleer füzeler geri çekildi. Bir anlamda değiş tokuş edildi. Bugünün konjonktüründe Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un talebi, üstünlük varsayımından hareket ettiklerini gösteriyor. Fakat nükleer bir pazarlık karşılığında değiş tokuş edilecek bir durum henüz ortada yok. Rusya nükleer söylemiyle Batı’da bir bölünme yaratmayı hedefledi. Ek olarak, nükleer kartını masaya sürmesi Rusya’nın askeri hedefleri ile sahadaki gerçekler arasındaki makastan da kaynaklanmaktadır. Rusya taktik, stratejik ve siyasi düzeydeki “koreografisini” Ukrayna işgalinin kısa sürede tamamlanacağı varsayımı üzerine kurgulamış. Orta ve uzun vadedeki hedefleri de Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ederek uluslararası siyasette konumunu güçlendireceği ve bu güce dayanarak Batı ile müzakere masasına oturacağı şeklinde düşünülmüş. Bugün geldiğimiz noktada, Rusya’nın işgal başlamadan önce yazılan senaryoya uygun mesajlar vermeye çalıştığı, ancak bu mesajların sahadaki durumu yansıtmadığı görülüyor. Bu nedenle Rusya, henüz düşündüğü kadar güçlü bir müzakere pozisyonu elde edemediği gibi Rusya’nın yaptığı hamleler Batı’yı bölmek yerine daha da birleştirdi. Batı’dan nükleer silahların geri çekilmesi talebinin bu noktada herhangi bir karşılık bulmayacağını düşünüyorum.
NATO ülkelerinin nükleer tehditlere karşı hava savunma mimarisinde ne tür koruma unsurları bulunuyor?
Nükleer caydırıcılık soğuk savaşta ittifakın en güçlü yanlarından biriydi. Günümüze ise uluslararası ortamdaki yumuşama nedeniyle caydırıcılık tedbirleri tamamen yürürlükten kaldırılmadıysa da soğuk savaş düzeyinde olmadıkları da açık. Öte yandan, 2014 yılından sonra Rusya’nın Kırım’ı işgaliyle NATO her zirvesinden sonra ittifakın “nükleer” bir ittifak olduğunun altını çizdi. Dolayısıyla tahmin ediyorum, 2014 yılından itibaren bu konuya bir hayli önem verildi. Özellikle Obama döneminde, Lavrov’un geçen haftalarda gündeme getirdiği nükleer bombaların modernize edilmesine yönelik ciddi çalışmalar yapıldı. Yani nükleer bombaların modeli değişmeyecek, ancak modernizasyonla vuruş hassasiyetleri arttırılarak caydırıcılık potansiyeli yükseltilecekti. Bahsi geçen nükleer silahların bulunduğu ülkeler Türkiye, Almanya, İtalya, Hollanda ve Danimarka’ydı. Bu ülkelerde serbest düşüş bombalarının modernizasyonu o dönemde gündeme gelmişti. Ne kadar mesafe kat edildi henüz bilmiyoruz
Geçmişte F-35 savaş uçaklarının nükleer bomba taşıma kabiliyetlerinin geliştirilmesi adına yapılan çeşitli testler basına yansımıştı. Bu konuda F-35 savaş uçaklarının caydırıcılık düzeyi ne seviyededir?
Hava gücüne dayalı nükleer caydırıcılığın modernizasyonu ve canlandırılması beni şaşırtmaz.
F-35 uçaklarının konfigürasyonu nükleer görevler de düşünülerek yapıldı. Envanterlerinde F-35’leri bulunan NATO üyeleri de Amerikan nükleer silahlarıyla yüklü taktik taarruz uçaklarıyla bu tür görevlere destek verebilecekti. Soğuk Savaş’ta karada kullanılmak üzere tasarlanmış taktik nükleer silahlar da vardı. Örneğin nükleer başlıklı mermi atabilen obüslere sahip topçu birlikleri vardı. Benzer şekilde nükleer mayınlar ve kısa menzilli roketleri de örnek gösterebiliriz. Bu tür silahların geri dönüşünü beklemiyorum. Ancak yakın gelecekte özellikle hava gücüne dayalı nükleer caydırıcılığın modernizasyonu ve canlandırılması beni şaşırtmaz.
Bugünün neoliberal düzeninde nükleer silahların Soğuk Savaş dönemindekine benzer biçimde gündeme getirilmesi yeni dinamikler içeren bir uluslararası sisteme girdiğimizin bir göstergesi midir?
Soğuk Savaş’ın bitimini izleyen ve 30 yıla damgasını vuran küreselleşme trendi muhtemelen daha dar kapsamlı şekilde gerçekleşecektir.
Uluslararası sistemde ülkeler birbiri ardına çok zor kararlar alıyorlar. Alınan zor kararların sonuçlarını henüz görmedik. Önümüzdeki dönemde sonuçlarıyla beraber sistemdeki değişikleri daha net bir şekilde değerlendirebiliriz. Öte yandan uluslararası sistemdeki değişimi anlamak adına Almanya örneğine bakabiliriz. Almanya sadece askeri güç ve silahlanma anlamında değil, kendi payına düşen uluslararası liderlik sorumluluğunu da üstlenmeye başladı. Özellikle Merkel döneminde bu liderliği üstlenmekten kaçınıyorlardı. Almanya’nın önemli bir siyasi aktör olarak Avrupa’da liderlik üstlenmesi, bölgesel ve küresel yeni düzen açısından dönüştürücü bir ortama işaret etmektedir. Soğuk Savaş’ın bitimini izleyen ve 30 yıla damgasını vuran küreselleşme eğilimi muhtemelen çok daha dar kapsamlı gerçekleşecektir. Uluslararası sistemde Batı ülkeleri Rusya’yı tamamen dışladılar. En azından başlangıçta Çin’in de Rusya’ya destek verdiği anlaşılıyor. Çin küresel ekonomiden güç devşiren bir ülke. Bu nedenle yeni sistemin ekonomik anlamda üç ayrı kutup etrafında bölüneceğini düşünüyorum. İlk olarak Rusya’nın ekonomisi ister istemez sarsılacak. Batı ne pahasına olursa olsun Rusya’yı yaptırımlarla ekonomik olarak zora sokacağa benziyor. Küreselleşme sayesinde her iki tarafın da elde ettiği avantajları bile gözden çıkarmışlar. Bunun sonucunda sadece Rusya’nın ekonomisi değil, küresel sistemden beslenen tüm dünya ekonomisi ister istemez sarsılacaktır. Eski düzende Rusya ve Çin gibi ülkelerin “revizyonist” siyasetleri, küreselleşen dünyada ekonomik kazançlar uğruna sineye çekiliyordu. Yeni düzende artık bu ödünleşme olmayacak anlaşılan.
Yeni oluşan uluslararası sistemin hangi evresindeyiz?
Yeni dünya düzeninin kurulduğu bir evredeyiz. Bu evre daha çatışmacı ve gerilimli bir evre olacak. İstikrarın korunması açısından ülkelerin karar alma biçimleri incelenmeli. Tahminlerin aksine gerilim, çatışma ve istikrarsızlığın temel nedeni Çin değildir. Her ne kadar tek parti hakimiyetinde olsa da Çin’in Rusya’ya göre daha kurumsal bir karar verme mekanizması var. Rusya’da ise bugün gücün tek kişide toplandığını görüyoruz. İlave olarak, tek başına kalmış ve fiziken insanları yakınına yaklaştırmayan bir lider profili çiziyor Putin. Bu herkes için ağır bir yük. Şimdiye kadar verilen kararlar ışığında, Putin’in rasyonel maliyet-fayda analizine dayalı kararlar verdiği en azından şüpheli. Öte yandan rasyonalite sıkıntısından ziyade eksik ya da yanıltıcı bilgiye dayanan kararlar vermiş olması da mümkün. Dolayısıyla önümüzdeki dönemin istikrarsızlığı büyük ölçüde Rusya’daki iktidardan kaynaklanacak.
Uluslararası sistemde bu yeni paradigmanın içerisinde Türkiye’nin dış politikasındaki sorunlara nasıl yansımaları olur? Örnek olarak, daha çatışmacı ve gerilimli bir evre olarak tanımlanan yeni düzende Türkiye’nin savunma sanayiine uygulanan CAATSA yaptırımlarının yapısında değişimler görebilir miyiz?
Artan tehdit algılamalarıyla bizi büyük bir silahlanma dönemi bekliyor.
Bakın biz artık başka bir dünya düzenine geçtik. Sözünü ettiğiniz yaptırımlar bir önceki dünya düzeninin meseleleriydi. Ben bu durumu paradigma kayması olarak tanımlıyorum. Tüm ülkeler artık bu yeni paradigmaya geçtiler. Dolayısıyla, içine girdiğimiz yeni evrede de bu yaptırımların mantığı eskisi kadar kuvvetli olmayacaktır. Dünya artık çok daha büyük bir sorunla karşı karşıya kaldı. Sorun o kadar büyük ki diğer her şeyi gölgeliyor. Yani karşımızda bölgesel bir krizde işi nükleer tırmandırmaya kadar götürebileceğini beyan eden bir lider var. Dolayısıyla, Türkiye’ye yönelik bu yaptırımların yavaş yavaş anlamsızlaştığını göreceğiz. Dünya düzeninin geçirdiği dönüşüm nedeniyle Türkiye ekonomik olarak maalesef kötü etkilenecek. Buna hiç şüphe yok. Bununla beraber artan tehdit algılamalarıyla bizi büyük bir silahlanma dönemi bekliyor. Batı çok daha hızlı şekilde silahlanmaya gidecektir. Silah üretiminde yaşanacak kapasite artışlarıyla 6-7 yıl belki 10 yılda gerçekleşmesi beklenen projeler muhtemelen 2-3 yılda hayata geçecek. Paralel olarak silahlar çok hızlı biçimde müttefiklere yönlendirilecek. Örnek olarak bir önceki röportajımızda Türkiye’nin yeni F-16 siparişlerine ilişkin tahminimi ortaya koyarken 5-6 yıllık bir bekleme süreci düşünmüştüm. Artık bugün kimsenin 5-6 yıl kadar bekleme lüksü yok. Önümüzdeki 2-3 yıl içerisinde tüm yaptırımların kaldırıldığını görebiliriz. Süreç bizi, Rusya’ya karşı sert tutum alan ittifak üyelerine silah yağdırmaya kadar götürebilir. Elbette burada temel varsayım Türkiye’nin ittifakla birlikte hareket etmeyi tercih edeceğidir.
Bahsettiğiniz yeni paradigma değişimi kapsamında Batılı ülkelerin veya müttefiklerin kendi arasındaki koordinasyonunu ve eşgüdümünü sağlayabileceğini düşünüyor musunuz?
Biden yönetimi Ukrayna savaşını Avrupa’ya bıraktı.
Şu ana kadar düşündüğümüzden çok daha çabuk ve birlik halinde hareket ettiler. Batı ittifakının Rusya’ya karşı fire vermemesi Putin’in planlarını bozan unsurlardan birisi oldu. Nükleer tabunun da kırılmasıyla birlikte artık birlik olmaktan başka çare kalmadı. Geçen katıldığım bir programda sevgili Mithat Çelikpala çarpıcı bir analiz yaptı. “Biden yönetimi, Ukrayna savaşını Avrupa’ya bıraktı.” dedi. Rusya artık Avrupa’nın meselesine dönüştü. Çatışmada ABD yok değil fakat esas sorumluluk Avrupa’ya düşüyor. Dolayısıyla, Rusya’nın Avrupa’nın bir sorunu olarak tanımlanması ittifakı ortak tehdide karşı birleştirdi. Ortak bir tehdit varken birleşmek çok kolaydır, diğer bütün çıkar çatışmaları önemsizleşir. Ortak tehdit kalktığı zaman daha küçük hesaplar üzerinden uyuşmazlıklar yaşayabilirsiniz. Örnek olarak, bugün Türkiye ve Yunanistan’ın itişmesi gerçekten anlamsız kalıyor ama itişmeden de duramıyorlar. Gelişmelerden görüyoruz ki Putin’in Batı’yı Ukrayna üzerinden dağıtma planı işe yaramadı hatta ittifakı sıkılaştırdı. Bugün Finlandiya ve İsveç NATO’ya girmek istiyor. Karşı tehdit bu kadar kuvvetli olduğu sürece de ortak hareket etme hali devam edecektir. Rusya niyeti bozmuşa benziyor, “Ben bu haritayı kendime yarayacak şekilde yeniden çizmek istiyorum” diyor. Tablo bu kadar net.
Yeni uluslararası düzende NATO’nun genişleyebileceğini veya farklı şekillerde ülkelere yeni üyelik tanımlamaları getirebileceği tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birçok ülke halihazırda NATO’ya üye olduğundan genişlemenin marjinal etkisi çok yüksek olmaz.
NATO’ya girmeyen çok az ülke kaldı. Gürcistan coğrafi olarak biraz uzak kalıyor ama sadece üyeliği gündeme getirildiği için bile ağır bedel ödediler. Ukrayna’nın da bugün nasıl bedel ödediği ortada. Şu an Finlandiya ve İsveç girmek istiyor gibi. Avrupa’ya bakarsanız NATO üyeliğiyle ilgilenmeyen sadece İrlanda gibi ülkeler kaldı. Balkanlar’da Sırbistan ve Bosna Hersek var. Sırbistan’ın üyelik niyetinden emin değiliz. Birçok ülke halihazırda NATO’ya üye olduğundan genişlemenin marjinal getirisi çok yüksek olmaz. Rusya da zaten NATO’nun 1997’deki durumuna dönmesini istiyor. Dolayısıyla, 97’nin ötesindeki herhangi bir genişleme Rusya açısından durumu değiştirmeyecektir. Diğer taraftan ittifaka getirisi olur mu? Bu konuda emin değilim. 30 üye ülkenin bu kadar hızlı karar verebilmiş olmaları bile çok şaşırtıcı bir olaydır. Yani hiç çatlak ses çıkmadı. 30 üyeli bir NATO’yu, 20 üyeli bir NATO’ya göre yönetmek çok daha zor. Ben karar vermede zorluk çekileceğini düşünmüştüm çünkü üyeler arasında Putin’e en azından sempati duyan liderlere sahip ülkeler var. Bunu da belirtmek lazım.