[voiserPlayer]
Muhaliflerin önemli bir kısmının “geri dönüşü olmayan seçim” şeklinde tanımladığı süreci geride bıraktık. Geri dönüşü olmayan seçim fikrine katılmamakla birlikte, Türkiye’ye çok ciddi enerji ve zaman kaybettirecek bir döneme de girmiş bulunuyoruz. Bu dönem sadece ekonomik krizle ilgili değil, siyasi ve diplomatik krizlerle de -daha önce de olduğu gibi- yüzleşmek zorunda kalacağız.
Bu noktada, tartışmaya kabinenin açıklanmasıyla birlikte bir kısım muhalifi umutlandıran “rasyonel politikalar” meselesinden başlamak gerekiyor. Rasyonel ekonomik politikaların uygulanmak zorunda kalındığı son birkaç haftada döviz kurunun yükseliş trendini sürdürmesi, yeni dönemde krizin faturasının bariz bir şekilde kimlere ödetileceğinin de cevabını vermiş oldu.
AKP ekonomi yönetimi, içinde bulunduğumuz ekonomik krizin bütün yükünü aleni bir şekilde kendisine oy vermediğini düşündüğü, kentli ve seküler orta sınıfların sırtına yıkıyor. Ancak AKP seçmeni olmayan kentli ve seküler orta sınıf, zaten uzun yıllardır ağır vergi yükü altında sistematik olarak yoksullaştırılıyor. Önümüzdeki süreçte izlenecek ekonomi politikalarının orta sınıf için yoksullaşmayı derinleştireceği de barizken kitlelerin vereceği tepkilerin siyasi ve sosyolojik sonuçları olacaktır.
Kentli ve seküler orta sınıf, vergi yoluyla kendilerinden alınan finansal kaynaklarla AKP seçmeninin sosyal desteklerinin finanse edildiğini düşünmektedir. Kendilerinin derin bir yoksulluğa bilinçli olarak itildiğini düşünen bu kitleler, kutuplaşmanın daha öfkeli tarafını oluşturacaktır. Diğer yandan bu öfkeli kitlenin muhalefet partilerini algılama biçimi de tahrip olmaktadır ve çok kısa süre içerisinde radikal siyasi akımların taraftarları olmaları da mümkündür.
Geçtiğimiz seçimde ekonomik kriz kentlerde seçmen tercihlerini doğrudan belirledi. Ancak bu krizden nispeten daha az etkilenen taşrada ise seçmen davranışı kimlik ve kültürel alan tercihleriyle şekillendi. Türk lirasının değer kaybı tüm tasarrufların değerini de düşürdü. Rekor kâr açıklayan özel bankalar bile döviz kuru yükselişiyle birlikte esasen zarar etmiş oldular. Elbette bu süreçte zenginleşenler de oldu. Ancak bu zenginleşme trendi zaten siyasi iktidarın belli bir azınlığa uzun süredir sunduğu bir ayrıcalık.
Başta Erdoğan olmak üzere AKP kurmayları da seçim sonuçlarını bu çerçevede değerlendirdiğinden kabine mevcut halini almış oldu. Kabinenin önceliği de yıpranan kurumları ve kurumsallık algısını güçlendirmek değil, dokuz ay sonraki yerel seçimlerde galibiyet elde etmek olarak belirdi. “Rasyonel ekonomik politikalar” tam da bu nedenle beklenen dış yatırımcı mucizesini yaratamadı, yaratması da mümkün gözükmüyor. Kabine, yerel seçimleri üç ayak üzerinden kurguluyor:
1- Kültür ve kimlik “savaşını” büyüterek kendi seçmenlerini konsolide etmek. Böylece genel seçimlerdeki mevcut oy oranını korumak.
2- “Rasyonel ekonomi politikaları” ile kentli burjuvazinin desteğini almak. Millet İttifakı’nın özellikle İyi Parti seçmeninin tercihini sorgulamasını sağlamak.
3- Anayasa referandumu tartışmasını kamusallaştırarak CHP ve İyi Parti’yi anayasanın ilk dört maddesini savunma pozisyonunda bırakıp muhalif muhafazakar ve Kürt seçmeni CHP’den uzaklaştırmak.
Bu üç adımla özellikle İstanbul, Ankara ve Antalya’da seçmenin AKP karşıtlığı ekseninde konsolide olmasını engellemek isteyen bir AKP ile karşı karşıyayız.
Kabinenin Mehmet Şimşek ile birlikte en çok yorumlanan ismi olan Hakan Fidan ise güvenlikçi ve baskıcı politikaların devam edeceğine ama hükümetin ekseninin eskisi kadar Avrasyacı olmayacağına işaret eden bir isim olarak önümüzde duruyor. Genel beklentinin aksine, Hakan Fidan’ın dış politika kaynaklı sorunları diplomatik kanalları kullanarak çözeceğine dair bir emare yok. Fidan yönetiminde de Türkiye’nin hasım ve muhataplarına güvenlikçi yaklaşımının devam edeceğini söylemek mümkün. Bununla birlikte, iktidarın dış politika odak ekseninin artık ümmetçi ve İhvancı olmayacağını da ayrıca belirtmek gerekir; Türkiye dış politika tezlerini güncelleyecektir. 4 Temmuz 2013’te darbe ile Mısır’da iktidara gelen El-Sisi’yle tam 10 yıl sonra barışıp 4 Temmuz 2023’te karşılıklı büyükelçi atama kararı almak da bu değerler dizisi değişiminin en büyük kanıtı olarak önümüzde durmaktadır.
Suudi Arabistan ve İran’ın Çin arabuluculuğunda diplomatik bir zemin kurmaları, Türkiye’nin Arap Ligi’ne ve Orta Doğu’ya nüfuz etmesini ve bu bölgede girişimde bulunmasını oldukça güçleştirecektir. Diğer yandan Türkiye bu ihtimalin somutlaşması ve yeni dış politika odakları kurgulaması sebebiyle ilgisini Balkanlar ve Kafkaslar gibi bölgelere çevirmiş görünüyor. Tüm gergin ilişkilere rağmen Batı ile uyuşan ajandalarda Türkiye’nin hala kazanım elde edebilmesi, Karabağ Savaşı’nda da olduğu gibi mümkün. Ermenistan’ı Rusya’nın nüfuz alanından çıkarmak isteyen ve Kafkaslarda yeni bir paradigma oluşturmak isteyen Batı, çıkarlarını Türkiye ile ortaklaştırabilir. Yine İran’a karşı askeri seçenekleri değerlendirmeye hevesli hiziplerin varlığını ve bunun Türkiye’ye maliyetini de ayrıca hesaplamak zorunda kalabiliriz.
1950-2012 yılları arasında dünya genelinde tam 173 otoriter rejim değişikliğinin gerçekleştiğini ve bunların 153’ünün askeri darbelerle olduğunu da ayrıca not etmek gerekiyor. Bu rejim değişikliklerinin hepsinde, eğer otokrat 65 yaş üstüyse, değişim-darbe otokratın ölümüyle mümkün olmuş. Bu veri özetini de Türkiye’nin öngörülebilir geleceğinde okumamız mümkün olabilir.
İktidarın ümmetçi-İhvancı eğilimleri bir kenara bırakıp son seçimde de görüldüğü üzere Türkçü eğilimler taşımasının başka coğrafyalarda etkisi olabilir. Özellikle AB yönetim elitlerinin son aylarda enerji güvenliğini sağlamak için Orta Asya’ya önem atfetmeleri, yeni bir ortaklığın habercisi olabilir. Türkiye’nin bu bölgede Batı ile çıkarlarını ortaklaştırabilmesi ve Fidan koordinatörlüğünde Çin-Rusya eksenine karşı yeni bir denge oluşturması mümkün.
Yine bu tabloya ek olarak Türkiye’nin Balkanlarda da benzer bir ortaklık kurması beklenebilir. Kosova’ya gönderilen ihtiyat taburunu da bu olasılığa paralel olarak okuyabiliriz. Yine de Libya, herkesin hala Türkiye’ye karşı ortaklaşabileceği bir bölge olarak kalacaktır. Türkiye’nin, Suriye’de bu ülkenin Arap Ligi’ne tekrar davet edilmesiyle birlikte daha güçlü oranda bir karşıtlıkla karşılaşacağı kesindir.
Türkiye için tek şans, Rusya’nın Ukrayna’dan atılmadan Suriye’den de atılamayacağı ve bu gelişmeler tamamlanmadan da Suriye İç Savaşı’nın sona ermesinin mümkün olmaması gerçeğidir. Batı kamuoyu inkar etse de Türkiye ile Suriye başlığında bir müzakere zemini bulmak en çok Batı’nın çıkarına olacaktır.
En riskli gündem ise İran-Taliban arasındaki çatışmalardır. Taliban’ın askeri manevraları İran’ın sıkletiyle ilgili hasımlarına oldukça önemli fikirler verecektir. Bir nevi Taliban’ın tam da bu maksatla İran ile angaje olduğuna dair bir yorum bile yapılabilir. Bu gündemin devamında ise Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin de fiilen ve hukuken taraf olacağı bir savaş ihtimali giderek yükselmektedir. İsrail’in ABD’den bir filo daha F35 tedarik etme kararı alması tesadüf değildir ve bu riskle birlikte okunmalıdır. İran’ın askeri açıdan etkisizleştirilmesini ve siyasi tablonun tamamen değişmesini savunan oldukça güçlü odaklar bulunmaktadır.
Türkiye’ye geri dönecek olursak iç siyasette yükselen milliyetçilik tartışmaları kendisine oldukça fazla taraf bulmuştur. Ancak göz ardı edilen şey, yükselen milliyetçiliğin kentleşme ile paralel bir seyirde olmasıdır. Bu anlamda yükselen akımın milliyetçilik değil sekülerizm olduğunu da anlamak gerekmektedir. Türkiye’de kentleşmenin patlamasıyla birlikte sekülerizmin de kitleselleşmesi kaçınılmazdı. Halihazırda gecikmiş de olsa 80-90 kentleşmesinin sonuçlarıyla karşılaşıyoruz ve bu eğilimden muhalefet adına pozitif çıktılar edinmek mümkün.
Geçtiğimiz seçimlerde muhalefet, bir grup muhafazakar entelektüelin alternatif tarih ezberleriyle bir söylem inşa etti. Bu ezberlerin büyük kısmının komplekslerden arındırılamamış anti-seküler okumalara dayanması, toplumu algılama biçimine de oldukça zarar verdi ve toplumsal eğilimlerin ıskalanmasına sebep oldu. Sekülerizmin doğal mecrası olan ilericilerin ise bu yükselen siyasi talebe sırtını çevirmesi, özellikle genç kitlelerde ”derin yalnızlık” hissi uyandırmaktadır. Bu hissi manipüle eden ırkçı ve aşırı sağcı klikler ise toplumsal tabanını genişletmeyi başarmaktadırlar.
Türk siyaset kurumunun üç büyük seküler partisi olan CHP, İYİP ve HDP-YSP’nin yapay bariyerlerle bir araya gelememesini aşmak için seküler bir çatı kurmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu partilerin ve seçmenlerinin organik olarak bir araya getirilmesi halinde, önümüzdeki yerel seçimlerle ilgili daha başarılı bir muhalefet performansı izlememiz mümkündür. Sekülerizm talebini neo-ittihatçı yapılara teslim etmenin sonucu ise muhalefetin atomize olmasına sebep olacaktır.
Fotoğraf: Arpit Rastogi