[voiserPlayer]
Geçtiğimiz günlerde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suudi Arabistan’a resmi bir gezi gerçekleştirdi. Masada İran, S-400 hava savunma sistemi alımı ve Yemen Savaşı gibi çok önemli konular olmasına rağmen geziden akıldan kalan, Suudi ordu bandosunun Rus milli marşını çalamaması oldu. Benzer bir durum birkaç yıl önce Mısır’da da başına gelen Putin’in jest ve mimikleri şaşkınlık ve alay doluydu. Peki, Arap orduları neden milli marş çalamaz?
Modern çağların dünyamıza kazandırdığı en kökten değişimlerden biri ulus ordularıydı. Öncesinde Yunan şehir devleti orduları, erken Roma lejyonları gibi örnekleri olsa da, vatandaşlardan kurulu bir ordu fikri geç ortaçağda ortaya atılmıştır. Dönemin soylular, çiftçiler ve paralı askerlerden oluşan Avrupa ordularının, üç farklı grubun; disiplin, teçhizat ve komuta yönünden farklılıklar göstermesi sebebiyle koordine edilmesi zordu. Ayrıca komuta kademesinin salt soylulara ayrılması hem kaliteli komutan havuzunu daraltıyor, hem de bu soyluların savaşta “şan” kazanma arzusu yüzünden birçok örnekte görüldüğü gibi ordunun yanlış hamleler yapmasına sebep oluyordu.
Gelişen barut teknolojisi ile birlikte orduların disiplin ve koordinasyonunun eskisinden çok daha önemli hale geldiğini ilk fark edenlerden biri hümanizmin babalarından sayılan ünlü İtalyan düşünür Machiavelli oldu. Machiavelli, vatandaş ordusu mevzusunda hem fikirsel ürün vermiş, hem de Floransa’daki bürokratlık döneminde bunu pek başarılı olmasa da hayata geçirmiştir.
Ateşli silahların yıllar içinde gelişmesi ile vatandaş ordusu fikrinin güçlenmesi paralel ilerledi. Bu konuda kırılma noktası ise Napoleon döneminde oldu. Napoleon, Avrupa’yı kasıp kavururken ihtiyaç duyduğu insan gücünü zorunlu askerlik ile karşılama yolunu seçmişti. Yıllar içinde modern dünyada bir norm haline gelecek zorunlu askerlikle birlikte devlet, vatandaşından askerliği bir görev olarak beklemeye başlamış ve Fransa örneğinde olduğu gibi bu askerlik görevi karşılığında kişiye özgürlüğünü, mülkünü ve anavatanı korumayı vaat etmişti. Vatandaş ordusu yine bir başka ortaçağ geleneği olan “soylu” komutanlar geleneğinden de kurtuldu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve kısmen Prusya gibi örnekler baki kalsa 19. yüzyılın son yıllarına gelindiğinde artık fırıncı bir babanızın olması, general olmanıza engel teşkil etmemeye başlamıştı.
Avrupa’da gelişen ulus bilinci ve kurumsal devlet anlayışı, Doğu’ya geç ulaştı. Dönemin beş büyük Doğu imparatorluğu; Osmanlı, Kaçar, Babür(Mugal), Çing ve Japon başkentleri farklı modernleşme süreçlerinden geçtiler. Bunların arasında Arap dünyasını en çok etkileyeni doğal olarak Osmanlı İmparatorluğu oldu. Osmanlılar, Tanzimat ile başlayan modernleşme sürecinde Batılı reformlar yaparak cumhuriyet dönemine eksik de olsa bir bürokratik ve askeri elit bıraktılar. Bu grup cumhuriyet döneminde mevcut modernleşme sürecinde kırılma yaratarak, görece başarılı bir modernleşme süreci ortaya koydu. Bu elitin Türk olmayan bölümü ise hem Balkanlar’da, hem de Ortadoğu’da yeni kurulan devletlerin kuruluşunda yer aldı. Örneğin; Irak’ın İngiliz mandası döneminde 4 kere başbakanlık yapmış olan Abdülmuhsin El Sadun, eğitimini Harbiye’de almış, 10 seneye yakın milletvekili olarak Osmanlı Devleti’nin yönetimine katılmış bir asker-bürokrattı.
Türkiye’de işler “görece” yolunda giderken Arap dünyasında pek de öyle olmadı. Türkiye’ye göre etnik, aşiret, din ve mezhep gibi ayrışmaların daha güçlü hissedildiği Arap dünyasında, manda güçleri olan Fransa ve İngiltere’nin de bölgeyi yönetirken bu ayrık toplumsal grupları daha da ayrıştırmak üzerine kurulu bir yönetim anlayışı belirlemesi, durumu daha da kötüleştirdi. Örneğin Fransızlar, Suriye’de askeri bürokrasiyi nüfusun %10’nuna denk gelen Arap Alevilerinden oluşturdu. Yine İngiltere Irak’ta azınlık olan Sünni Arap ve çeşitli Hristiyan gruplardan oluşan bir ordu dizayn etmeye çalıştı. Takvimler Fransa ve İngiltere’nin coğrafyadan çekildiği 1948 yılını gösterdiğinde, Arap dünyası, modern devlet görünümlü ama ortaçağ zihniyeti ile yönetilecek bir yapı ile baş başa kaldı.
Arap devletleri bağımsızlıklarını kazanmalarına müteakip Filistin Sorunu ile boğuşmaya başladı. Askeri ve diplomatik bir dışişleri problemi olarak başlayan savaş süreci, yıllar içinde Filistinli mülteciler üzerinden bir içişleri meselesine de dönüştü. O kadar ki, Lübnan İç Savaşı’nın temel sebeplerinden biri Lübnan’a göç etmek zorunda kalmış Filistinli mültecilerin Lübnan’daki yerleşik güçlerin arasındaki dengeyi bozması oldu.
İsrail ile savaşlarında ardı ardına yenilgiler alan Arap orduları, bu başarısızlıklarına rağmen içeride siyaset ve ekonomide giderek güçlendi. Özellikle Mısır, Irak, Suriye’den oluşan pan-Arabist BAAS üçlüsü, asker kökenli diktatörler ve asker yoğunluklu bürokrasi ile yönetiliyordu. Askerlerin bu kadar güçlü olduğu bir yönetim tarzında orduların ihtişamlı olacağını düşünebilirsiniz lakin Arap ordularının İsrail’e karşı büyük yenilgilerle dolu bir tarihi var.
Arap ordularının sorunlarını ekonomik, siyasi ve kültürel olarak 3 bölüme ayırabiliriz. Bunların aynı zamanda Arap toplumunu da etkilediğini biliyoruz ki, orduları içinden çıktığı toplumdan bağımsız olarak düşünmek imkansızdır. Orduların sürekli olarak savaş kaybetmesi aslında toplumda yanlış giden şeylere delildir. Bu ilişkinin ne kadar girift olduğunu görmek için örneklere bakmak yeterli.
Arap dünyası sanayileşme dönemini yakalayamamıştı. Bunu arka arkaya gelen merkeziyetçi ve yozlaşmış yönetimler de takip edince dünyanın kalanı ile fark giderek açıldı. Sanayi üretimine uzak bir toplum, doğal olarak makinaların çalışma prensiplerini bilen daha az insanı barındırır. Bu da orduların giderek mekanize hale geldiği 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde büyük bir kalifiye insan gücü sıkıntısına yol açtı. Makinalara dair bilgisi olmayan askerlerin, kullandıkları top, tank hatta makinalı tüfeği dahi tam gücüyle kullanamayacağı açıktır. Savaş makinalarının kullanan askerler tarafından yapılabilecek küçük tamirlerle çalışmaya devam edebileceği çoğu durumda, bu bilgi eksikliği sonucunda bu makinalar o an için kullanılamaz hale gelmiştir.
Ordularının insan gücünü daha kaliteli hale getirmeye çalışan Arap liderleri hem Amerika’ya, hem de Sovyetler Birliği’ne başvurdu. Sovyet subaylarının Mısır ve Suriye’de, İsrail’e karşı savaşın eğitim yönünü neredeyse tamamen devraldıkları dönemde dahi bu ordular, Kızıl Ordu’nun disiplinli askeri gücünün yakınından dahi geçmiyordu. Buna dair bilinen bir örneği hatırlamak yararlı olacaktır. Sovyet subaylar, tıpkı Kızıl Ordu’da olduğu gibi Mısırlı tank takımlarını 3 tanktan oluşacak şekilde oluşturmuşlardı. Kızıl Ordu’nun tecrübesi, 3 tankın 3 salvo yapması ile düşman tanklarının yok edildiğini gösteriyordu. Sovyet subayları da eğitimleri tam olarak bu şekilde verdi. Lakin Sovyet topçuluk geleneği ile yakından uzaktan alakası olmayan Mısırlı tankçı askerler, toplam 9 salvoda bir tankı yok edemiyorlardı. Buna rağmen bir hedefe 9 atış yapılması gerektiğini öğrendikleri için, bu atışlar sonucunda hedef yok edilmese dahi başka bir hedefe yöneliyorlardı. Bu küçük taktiksel hata, savaş alanında devasa bir yenilginin basamaklarından biri olmuştu.
Subayların savaşta olduğu dönemler haricinde dış tehlikelere karşı tedbirler ve içeride oluşabilecek güvenli zaaflarına kafa yorması beklenir. Arap dünyasında ise cumhuriyet olarak adlandırılmış askeri diktatörlüklerde de, monarşilerde de askerler siyasetin tam göbeğindedir. Suriye bu konuda hem darbe sayısı, hem de sonrasında oluşan subay kliği ile irdelenmesi gereken bir örnek. Hafız Esad’ın 1970’de tek başına göreve gelmesine kadar ülke 30 yıl içinde 5 darbe görmüştü bile. Esad’ın yönetimi ele alması ile birlikte askeri bürokrasi başta olmak üzere, Hafız Esad’ın da içinden geldiği Arap Alevileri devlete hakim olmaya başladı. Bu durumun bir başka versiyonu Şii yoğunluklu Irak’ta iktidarı ele geçiren Saddam Hüseyin’in, orduyu Sünni Arap subaylardan oluşturması ile gerçekleşti. Azınlıkların subay sınıfını oluşturması zaten kalifiye insan gücü sıkıntısı yaşayan bu orduları iyice güçten düşürdü. Yükselmenin işini iyi yapmaktan çok; aşiretine, inancına veya bir politik ajandaya sadakatine bağlı olduğu insanların başarı için çabalamaması anlaşılabilir.
Cumhuriyetlerde olduğu gibi monarşiler de efektif bir ordu oluşturmak konusunda başarılı oldu. Modern çağlarla birlikte ortadan kalkan “soylu subaylar” Suudi Arabistan gibi monarşilerde hala yaşatılıyor. Suudi Ordusu yıllardır ABD tarafından eğitiliyor. Ülke aynı zamanda silah alımına en çok para harcayan ülkeler listesinde yıllardır ilk üçten aşağı düşmedi. Tüm bu harcama ve eğitimlere rağmen fiili olarak giriştikleri ilk askeri hareket olan Yemen Savaşı’nda tam anlamıyla bir felakete yol açtılar. Suudi Ordusu hem Yemenli Husiler’i yenemedi, hem de sivil hedeflere karşı acımasızca saldırılar yaparak Yemen’e karşı soykırımın kıyısında bir savaş yürütüyor. Bu kural tanımayan ve topyekûn saldırılara rağmen Husiler defalarca kere Suudi hava savunma sistemini atlatarak Suudi topraklarını vurmayı başardı. Ellerindeki; büyük finansal güç, üstün teknoloji ve ittifakları dolayısıyla uluslararası hukuktan rahatça kopabilmesine rağmen Suudi Ordusu’nun bu başarısızlığı, savaşmak için değil darbe yapmaması için kurulan bir ordunun ne kadar etkisiz olduğuna dair iyi bir örnek.
Modern devletin, adalet ve kolluk kuvveti aygıtları ile güvenliğini garanti ettiği vatandaşlar, birey olmak konusunda daha isteklidir. Aşiret, tarikat, toplumsal sınıf gibi koruyucu şemsiyelerden kurtulmak için iyi işleyen bir adalet sistemi şarttır. Buna sahip olmayan ülkelerde insanlar kendilerini ait oldukları gruba sadakat göstererek koruma güdüsü gösterir. Bu sadakat duygusu çoğu zaman, ulusun genel çıkarı ile gurubun çıkarının çatıştığı olaylarla sınanır. Bu çatışmalarda ulusun yanında durmanın getirisi, Ortadoğu’daki kurumsallaşamamış devletlerde düşüktür dolayısıyla insanlar ait oldukları gurubun çıkarını savunmaya meyillidir.
Meselenin kültürel kısmına geldiğimizde bu sorunun coğrafyaya da yayıldığını göstermek için Kerkük Referandumu dönemi Barzani Peşmergesi’nin durumuna bakmak gerekiyor. Arap olmasalar da aynı coğrafyayı paylaşmaları dolayısıyla Iraklı Kürtler ve Araplar kültürel olarak akraba sayılabilir. İki toplum da uluslaşamamış ve modern devlet aygıtlarından mahrum kalmıştır. 2017 yılında Barzani yönetimi Kerkük’ü IKBY’e dahil etmek için Bağdat merkezi hükümetinin tanımadığı bir referandum gerçekleştirdi. Kürtler dışındaki Kerküklülerin boykot ettiği ve Peşmerge’nin tüfeğinin gölgesinde gerçekleşen referandumda istediği sonucu alan Barzani yönetimi Kerkük’ü ilhak etmiş oldu. ABD yanlısı Barzani’nin, İran yanlısı merkezi hükümet karşısında alan kazanmasını istemeyen Tahran ve Kerküklü Türkmenler konusunda hassas olan Ankara buna karşı harekete geçti. Hem Irak Ordusu’nun gerçekleştiği askeri harekatı, hem de öncesinde yapılan diplomatik görüşmeleri yöneten İran, bu çatışmadan galip ayrıldı. Peki IŞİD karşısında darmadağın olan Irak Ordusu bu savaşı nasıl kazandı? Tahran yönetimi savaşın hemen öncesinde vefat eden eski Irak Cumhurbaşkanı ve Kürt bölgesinin en önemli ikinci aşiretinin lideri Celal Talabani’nin cenazesine yoğun katılım göstermişti. Bu katılım Barzani yönetimi tarafından, Irak’ta Kürtler’in gücünün tanınması olarak okunmuştu. Fakat gerçek çok farklıydı. İranlı diplomatlar, bu cenazeyi, yakında gerçekleşecek Kerkük Operasyonu öncesinde Talabani Peşmergesi’ni oyundan çıkartmak için kullanmış ve başarılı olmuştu. Operasyon başladığında Talabani Peşmergesi, Irak Ordusu’na direnmeden yoldan çekildi ve bu yarıklar Barzani Peşmergesi’nin zaten düşük olan disiplinini daha da bozarak, Irak Ordusu için hızlı bir zaferin yolunu açtı. Bir Talabani Peşmergesi, karşısındaki Iraklı Arap askeri, Barzani Peşmergesi’nden Kürt bir askere tercih etmişti. Çünkü yıllar boyunca aşiretler arasında süren savaşlar, bir Talabani aşireti mensubuna, Barzani aşiretinden birinin en az Irak Ordusu’ndan bir asker kadar tehlikeli olduğunu göstermişti. Böylece uluslaşamamış bir topluluğun yarattığı ordu, disiplinli bir askeri-diplomatik güç karşısında saatler içinde eriyip gitti.
Tıpkı Osmanlı modernleşmesinin erken döneminde olduğu gibi, Arap dünyası da ordularını modernize ederek savaş kazanabileceklerini düşünmüştü lakin asıl modernize edilmesi gereken toplumdu. Yıllar içinde savaşlar, iç çatışmalar ve darbelerle sarsılan bu coğrafya, modernizmini tamamlayamadığı sürece aynı senaryoları yaşamaya devam edecek. Bu modernleşme süreci tıpkı Türkiye’ninki gibi sancılı olacak fakat medeniyetin doğduğu bu coğrafyanın eski günlerine dönmesinin tek yolu, yeni bir güneşin altına yürümek.