[voiserPlayer]
Geçtiğimiz Pazar günü, sosyal medyada şu an halen devam eden bir “Makbul Ermenilik” tartışmasının içinde buldum kendimi. Tartışma zamanla genişledi ve ilgisi olmayan noktalara çekildi. Bunun ardından, Rober Koptaş bu tartışmalara dair Gazete Duvar’da Paslı büyük bir ot makası başlıklı yazıyı yayınladı.
Aslına bakarsanız “kendimi tartışmanın içinde buldum” ifadesi çok da doğru değil. Sosyal medyada son zamanlarda popüler hale gelen azınlık kimliklerini kullanmak ve bundan çıkar sağlamak gibi pratiklerin, ben ve benim gibi bazı azınlık cemaati mensuplarında yarattığı rahatsızlığı ifade etmeye çalışmakla tartışmayı başlatan aslında benim. Bu tür pratiklerin bir örneği olarak geçtiğimiz aylarda yıllardır sosyal medyada Rum kimliği ile kendini tanıtan bir kullanıcının aslında bu tür bir etnik köken ile alakası olmadığı ortaya çıkmıştı. Bu kullanıcı, sahte etnik kimliği ve üzerine eklediği başka yalan yanlış bilgiler ile kendini tanıtmakla kalmıyor, insanlarla ilişkiye geçiyor ve hatta kazanç sağlıyordu. Tuhaf olansa bu kişinin gerçek kimliği ifşa edilene dek, pek çok popüler ismin onunla takipleşiyor ve sanal dostluklarını sürdürüyor olmasıydı. İfşası çıktığında eminim onlar da çok şaşırmışlardır.
Benim dikkatimi ise bir süredir Twitter’da Ermeni kimliği ile paylaşımlarda ve sorgulamalarda bulunan feminist gazeteci Sibel Yükler çekmişti… Rahatsız olduğu bir konuda Kemal Kılıçdaroğlu’na “Ben bir Ermeni olarak soruyorum” diye başlayan bir eleştirisine denk gelmiştim. Biraz araştırınca Sibel Yükler’in kendi Ermeni kökenlerini anlattığı bir yazıya ulaştım. Bu yazı belirsiz dili nedeniyle beni ikna etmedi ve kendisine “Hikayede anlatılanlar pek akla yatkın değil” diyerek bir eleştiride bulundum. Sonradan bu yazının kurmaca olduğu bize söylendi. Bu kadar sene, bu yazı sanki gerçekmiş gibi neden sunuldu ve onun üzerinden nasıl bir kimlik inşa edildi kısmını şimdilik bir tarafa bırakıyorum. Fakat, bu yazı kurgu olsa bile tartışmanın ve benim eleştirilerimin özünü değiştirmiyor.
Sibel Yükler ve benzerleri, yani, Müslümanlaştırılmış bir Ermeni akraba iddiasından Ermeni kimliği adına konuşanlar; ben ve benim gibileri, yani, Ermeni kimliğinin içine doğanları neden rahatsız ediyor? Çünkü bizim hayatımız boyunca taşıdığımız azınlık kimliğimiz bir kolye, bir dövme veya sizi renklendirecek bir tür çeşni olarak düşünülemez. Kendisine yaptığım ‘’babaannenizin annesinin Ermeni olması sizi Ermeni yapmaz bana kalırsa’’ çıkışının ardından, kendisiyle ve hayatıyla ilgili epey detaylı bir zincir paylaştı. Bu zincirde anne-babasını erken yaşta kaybetmesinden tutun da yaşadığı istismara kadar, kimliğimizle hiçbir alakası olmayan pek çok konuya yer vermesini ilginç buldum. Her millete veya etnik kökene mensup insanın yaşayabileceği acıların, Ermeni olmakla ilgisi neydi? Bu kayıplar ve istismarlar Ermeni olmaktan dolayı başına gelmediyse neden bu tartışmanın içine dahil ediliyordu? Hayatım boyunca tekrarladığım gibi, ben “mağdur” bir azınlık olmaktan her daim kaçındım. Acılarım ya da daha ziyade milletimin acıları hiçbir zaman Sibel Yükler’in anlattığı gibi estetize olmadı. Biz ölürken, saklanırken ve korkarken arka planda müzik çalmıyordu. Başımıza gelen kaba gerçekliklerin bu denli romantikleştirilmesi ve acıklı bir azınlık portresi yaratılması feminist bir kadın ve bir Ermeni olarak beni rahatsız etti, halen de ediyor.
Tartışmayı başlatırken, niyetim ne ‘’Müslümanlaştırılmış’’ Ermenileri ya da geçmişini arayan, sorgulayan insanları ötekileştirmek ne de onları yeterince Ermeni bulmadığımı söylemekti. Bunun böyle olmadığı defalarca belirtilmesine rağmen Koptaş yazısında ve tweetlerinde sanki hakikaten Müslümanlaştırılmış Ermenileri hedef almışım gibi konuya ilişkin görüşlerini belirtti. Yalnızca, farklı hikayelerin ve farklı anlatıların özneleri olduğumuzu söylemeye çalışıyordum. Nitekim, halen böyle düşünüyorum.
Sibel Yükler’in ‘’Pariluys, Yeğsa…” adlı öyküsünden babaannesinin annesinin Müslümanlaştırılmış bir Ermeni olduğunu öğreniyoruz. Elbette, tüm bu hikaye kendisinin de ancak yeni yeni kabul ettiği şekilde bir kurguya dayandığından, pek çok şey net değil. Babaannesinin yani “yaya”sının Ermeni olduğu kabulünden yola çıksak dahi bu, Sibel Yükler’in defalarca yaptığı gibi “Ermeniler adına” konuşmasını, Ermeniler adına” soru sormasını, siyaset yapmasını etik kılıyor mu? Müslümanlaştırılmış veya köklerinden koparılmış, Türkleştirilmiş bir Ermeni kökenli vatandaş olarak konuşsa, hesap sorsa, benim ona söyleyebileceğim herhangi bir şey olmazdı. Bilakis, destekçisi olurdum.
Ermeniliğin, kandan veya genden fazlası olduğunu düşünmeyenler için elbette bu yeterli gelebilir. Hele de babadan geçen soyu mutlak kabul eden ataerkil bir düzende Ermeni kökeni babası üzerinden aktarıldığından kimileri için oldukça kabul edilebilir de olabilir. Aslına bakarsak bu oldukça kafatasçı bir tutum. Bunu bir tarafa bırakırsak, pek çok, yalnızca annesi veya yalnızca babası Ermeni olan ancak, Ermeni olarak yetişmiş kişi varken, Sibel Yükler’in eleştirilmesini “Ermenilik ölçmek” veya “Müslümanlaştırılmış Ermenileri Ötekileştirmek’’ şeklinde yorumlamak, en kibar ifade ile art niyetlidir.
Tartışmanın başka bir boyutu da iki senedir sosyal medya üzerinde devam eden ve feministler arasında bir ayrışmaya yol açan Trans Hakları Aktivizmi ve Trans Dışlayıcı Radikal Feministler (TERF) tartışmasıyla iç içe geçmesiydi. TERF etiketi yapıştırılmış kadınlardan biri olarak ben ve Sibel Yükler diğer tartışmada da ayrı saflardaydık. Makbul Ermenilik tartışmasında konu bir anda TERF’lere bağlandı. Sadece ben değil, bu konuda yorum yapan veya yapmayan ama TERF ilan edilmiş kadınlara ırkçı ve kafatasçı denildi. Sibel Yükler’e eleştirilerimin ardında TERF olarak etiketlenmiş kadınların olduğu söylendi, böylece kendi fikrini oluşturmaktan, kendi sözünü söylemekten aciz bir konuma düşürülmeye çalışıldım.
Hakaretler bununla da kalmadı. “Durgun zekalı” diyeninden tutun da “soykırım tarihi” bilmiyor diyenlerle, kendi kimliğimi savunduğum için beni ilgi çekmek istemekle suçlayanlarla ve ardından yaftalayanlarla doldu ortalık. Hatta Ermeniliği daha “Batılı” şekilde değerlendirmem nedeniyle, coğrafya bilmediğim iddia edildi. Buradaki Batı teriminin coğrafyaya değil de kültüre işaret ettiğini dahi anlamayacak derecede kültürümüze uzak insanların Ermenilik hakkında konuşmasına fırsat verenler, yine içimizden birileri en nihayetinde. O içimizdekilerin beni itibarsızlaştırmak amacıyla yapılan hakaretler ve yaftalamalar hakkında ne düşündüklerini merak etmekteyim.
Konumuz Sibel Yükler’in sonradan kurmaca olduğunu kabul ettiği öyküsü iken, birden bire muhalifliğine ve gazeteciliğine ısrarla vurgu yapmak, öte yandan karşı taraf ve düşman diye konumlandırılanları yani ben ve benim gibi düşünen Ermenileri “beyaz Ermeni” olmakla suçlamak, aslında tam da hedef göstermektir. Beyaz Ermeniliğin bir sanrı olmasının yanı sıra, eğer böyle bir kavram varsa dahi, bu imtiyazlı durum kanla değil; örgütlenmeler, mali ilişkiler ve networkler yoluyla edinilen dostluklar sayesinde gerçekleşiyor olabilir. Ben böyle imtiyazlı bir konumdan konuşuyor değilim.
Bana kalırsa asıl ayrıcalık, yıllarca sindirilmiş ve korku içerisinde yaşamış Ermeni toplumunun, kapalı hatta zenofobiye varacak derecelerde yabancılara tehlike gözüyle bakmasıyla bağ kuramamaktır. Kimileri, kurdukları politik dostluklar ve “sevgili” arkadaşlıkları sayesinde rahat rahat kimliğini doyasıya yaşayabiliyorken, devlet okuluna giden Ağavni ya da polis çevirmesinde kimlik kontrolü yapılan Vartan onlarla aynı durumda değildir. Bununla bağ kuramayacak kadar kendi insanından kopuk olmaksa, benim değerlendirebileceğim bir gerçeklikten maalesef oldukça uzak.
Koptaş yazısında, Ermeni cemaatinin geri kalan üyelerini bu içe kapalılık nedeniyle yeterince muhalif olmamakla, kiliseyi ve iktidar partisinde görev yapan vekilimizi eleştirmemekle itham ediyor. Yalnızca kendilerini ve kendileri gibi düşünenleri eleştirel ve muhalif saymalarını hem gülünç hem de aşağılayıcı buluyorum. Benim neslim muhakkak ki anneannemin neslinden daha rahat yaşıyor ve daha rahat konuşuyor ancak, bu tedirginlikle yaşamış, büyümüş, askere gitmiş insanların seslerini çıkaramamalarını bu denli keskince eleştirmenin, kendini ahlaki olarak yukarı konumlandırmış ve üstten bakan bir yerden geldiğini düşünüyorum. Kişilerin, geçmişte cemaat içinde yaşadıklarını iddia ettikleri ayrımcılığın hıncını, aynı ayrımcılığı yaşamamış kişilere -sanki bu kimliğin cefasını hiç çekmemişler gibi- beyaz ve apolitik deyip hor görerek intikam almaya çalışması ve üstten bakmasıysa, cemaat içinde tuhaf, olmaması gereken ve bölücülüğe varan bir kin gütmenin varlığını gösteriyor bize.
Kendi adıma konuşmam gerekirse, yıllardır hem kiliseye hem de iktidar partisinde aday olan milletvekilimize karşı fikirlerimi her fırsatta dile getiriyorum. Koptaş’ın ve Lusin Dink’in bana yönelttiği türden “Ermeni LGBT olamaz” gibi tuhaf bulduğum kanaatlere sahip olmadığıma eminim. Cemaatin biçtiği rollerden fersah fersah uzak olduğuma da eminim. Ancak; benim gibi olmayanları, konuşmayanları üstenci bir dille eleştirip kimseden muhaliflik talep etmiyorum. Ermenilerin politize olmaksızın “sadece” yaşamaya hakkı olduğunu düşünüyorum. Hiçbir şey olmadan, oldurulmadan veya hiçbir şey talep etmeden ve ettirilmeden.
Bu tartışmayı art niyetle, TERF-TRA (Trans Hakları Savunucuları) tartışmasının içinde eritmeye çalışmak isteyenlere Koptaş, Ermenilik tartışmasını o eksene taşımayacağını ve ikisinin apayrı değerlendirilmesi gerektiğini belirtse de bu terimi yazının içine yedirmekle aslında o bağlantıyı en başından kendisi kurmuş oluyor.
Yaklaşık iki senedir süren bu cadı avında, TERF diye yaftalanan kadınların kariyerlerini baltalama, söz hakkını elinden alma, siber zorbalığa uğratma ve verdikleri dersleri basma tehditi gibi şiddet araçlarının kullanıldığına şahit olduk. Rober Koptaş ise Sibel Yükler’le dost olduğu için hem yazıdaki ifadesi hem de daha yazı çıkmadan önceki Twitter paylaşımları ile bu tartışmanın içine dahil oldu. Tuhaf olan, Koptaş’ın, Nazi Savunuculuğu yapan, zamanında “Soykırım yoktur” diye pankart açan, kadın düşmanlığı yapan kişilerle aynı cümleleri kurması, aynı çevrelerde anılması ve bu çevrelerle yakınlığını ilan etmesi.
Zamanında “yetmez ama evet” demiş, yahut iktidarla kol kola girmiş kişiler arıyorsanız bunu bende bulamazsınız. Zira, hayatımın herhangi bir noktasında bu söylenenlerin hiçbiri olmadım. Olsaydım dahi, bu benim Ermeniliğimi eleştirme hakkını kimseye vermezdi. Zira; muhalif olmayan, sizin gibi düşünmeyen, hesap sormayan Ermeniler de azınlık olmaktan paylarına düşeni ziyadesiyle yaşıyorlar. Ermeniliğimizi sizin için makbul kılmak yolunda, acılı hikayeler anlatamadığım için üzgünüm ama yaşadığım her kötü deneyimi politik sebepler uğruna manipüle etmek gibi bir saygısızlığı kendime yapamayacağım.
Rober Koptaş yazısında her ne kadar sevgili dostu Sibel’i korumayacağını ve diğer konulara dahil olmayacağını ve tarafların kim olduğunu bilmediğini söylese de cümle sonundaki “ama”lar söylediğini ve söylemediğini iddia ettiği her şeyi erozyona uğratıyor. Bir yayıncı olarak, taraf seçmeden evvel, benimle iletişime geçebilir, benim bakış açımı da sorabilirdi. Üstelik herkes kendi adına konuşabilecekken -ve konuşurken- cemaatin önde gelen erkeklerinden birinin konuya kendilerince noktayı koyması bir feminist açısından yenilir yutulur cinsten olmamalıydı. Ben, kendi adıma utanırdım.
Belirtmek isterim ki, cemaat içinde uğradığınız ayrımcılıkların müsebbibi ben değilim ve hiçbir zaman olmadım. Bu tip durumları da desteklemedim. Ancak, biraz empati yaptığımda insanların neden böyle davrandığını anlayamayacak kadar ayrıcalıklı da değildim. Yeri geldiğinde Poşaların ispiyonlaması sonucu tehlike altında kalan, yeri geldiğinde komşusunun ihanetine uğramış “beyaz” olmaları iddiasıyla eleştirdiğiniz insanlar, gücenip size sırtını döndüğünde elinizde kalan sevgili dostluklarınız ve kurduğunuz menfaat ağları size yetecektir diye umuyorum.
Zincirlerce ve hikayelerce herkesi mağdur olduğuna ikna eden ve beni hedef gösteren kişilerin “sözde” yanımda olmalarına ne benim ne de hedef gösterdikleri diğer Ermeni kadınların ihtiyacı var. Ben doğduğumdan beri bu kimlikle yaşıyorum ve bunun ağırlığını da güzelliklerini de bilerek ve severek taşıyorum. Bedellerini de her zaman ödüyorum ve gelecekte de ödemeye hazırım. Kendisinde halen Twitter’da bloklu olduğum halde, Sibel Yükler’in yanımda olduğu beyanıyla bana “el uzattığı” cümleleri kendi takipçilerine yaptığı bir gösteriden fazlası olarak göremiyorum. Nitekim, sürekli yaya, çörek ve acı pornosu etrafında dönen mağdur Ermeni anlatısı benim hiçbir zaman bağ kurabildiğim bir söylem olmadı. Kaldı ki, bunun ciddi derecede “kültür hırsızlığı” olduğunu düşünüyorum. Kültür Hırsızlığı, aşina olmayanlar için, baskın kültürün azınlık kültürünü kendileri için kullanması anlamına geliyor.
Kesinlikle taraf olmadığını iddia eden sevgili makbul Ermeni dostlarımız ve kanaat önderleri, Ermeni lafıyla olan yegane ilişkisi “Ermeni soykırımı yoktur” pankartı açmak olan, soykırıma uğramış bir milletin evladına açık açık ve aymazca Nazi öven, yeri geldiğinde kendini savunmak için Ermeni olan, ırkçı ve milliyetçi geçmişleriyle nam salmış kişilerin nasıl bir araya gelip beni “beyaz bir Ermeni” olarak hedef gösterdiklerini belki fark ederler. Geçtiğimiz aylarda bir zincir yaparak bazı kişilere yönelttiğim ve asla cevap alamadığım ırkçılık ve feminizmle ilgili soruların da yinelenmesi gerektiğine inanıyorum. Cevap geleceğini sanmıyorum, ancak umuyorum.
Rober Koptaş’ın yazısının bu kişilerin elinde nasıl araçsallaştığını görmek istiyorsak sanırım şu paylaşım bunun en arsız örneklerinden. Tepki aldıktan sonra @feministavukatlar bu tweeti sildi ve değiştirerek yeniden paylaştı. Ancak, ilk paylaşımın bu şekilde yapılmış olması, tartışmanın ve sonrasındaki yazının nasıl bir algı yarattığına dair önemli bir fikir veriyor.
Cemaatin, kendileriyle aynı şekilde düşünmeyen mensuplarını “beyaz” yahut “koyun” olarak görenlerin, o kesimlerle birlik ve beraberlik içinde olmaları sanıyorum ki zor. Neticede, onların kendilerine moral üstünlük atfettikleri pozisyondan bakınca hepimiz zavallı, aptal, iktidar sevici beyaz Ermenileriz! Hatta hiçbirimiz isimlerimiz, inançlarımız veya Ermeniliğimiz yüzünden dışlanmadık ve zorluk çekmedik! Neyse ki seküler muhaliflerimiz var da onlar biz zavallı “beyazlar” için konuşup cemaatin haklarını koruyorlar.
Fakat, böyle tanımladıkları insanların da ne onlara ne de başka bir gruba karşı bir politiklik borcu olmadığını şu noktada yinelemek isterim. Nasıl ki muhalif bir gazeteci olmak sizi daha fazla Ermeni yapmıyorsa, iktidar sevici bir ev hanımı olmak da daha az Ermeni yapmayacaktır. Hakkımda söyledikleri doğru, ben sol görüşlü değilim. Siz beni istediğiniz kadar “sevgi” ağlarınızla hedef gösterin, siz beni istediğiniz kadar isimsiz bırakmaya çalışın, ben kimseye solculuk borcu olmayan feminist bir Ermeni kadın olarak soruyorum ve sormaya devam edeceğim: Bizim etnik kimliğimizi ve acılarımızı aksesuar olarak kullanmaktan ne zaman vazgeçeceksiniz?
Fotoğraf: Vruyr Martirosyan