[voiserPlayer]
1992’de ilk kez Süleyman Demirel’in söylediği “Kürt realitesini tanıyoruz” cümlesinden sonra, Erdoğan’ın 2005 yılında “Kürt sorunu benim sorunum” ifadesi yeni bir başlangıçtı. Avrupa Birliği adaylık sürecinin getirdiği demokratikleşme ve sivilleşme hamleleri sonrası, hükümet değil evvela devlet Kürt sorununu çözemese bile minimize etmeye karar verdi. Terörle mücadele üzerine kariyeriyle bilinen DP Genel Başkanı Mehmet Ağar, devletin henüz yeşermemiş bu kararına talip oldu ve bir siyasi aktör olarak 2007’de şu demeci verdi: Dağda silah tutacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar. İlerleyen yıllarda MHP’den de “Kürt kardeşlerimizin kendi dillerinde şarkı söylemesine karşı değiliz” benzeri açıklamalar duyacaktık.
Dolayısıyla ve özetle Kürt sorunu inkar edilemez boyutuyla, bilahare “çözüm süreci” olarak adlandırılan ve devletin de bu konuda siyasi iktidara zıt bürokratik refleksler sunmayacağı biçimde bir mutabakat alanına taşındı. Çözüm süreci, kamuoyu nezdinde dört temel alanda tartışıldı:
Birincisi, sosyokültürel hakların (Kürtçe serbestisi vd.) Kürtlere iadesiyle yasal güvence ya da anayasal serbesti kazanması ve buna karşılık Kürtlerin BDP/HDP kısmının “Türkiyelileşme” rotasıyla toplumsallaşarak Türk vatandaşlığının üst kimlik olarak tahkimi.
İkincisi, büyükşehirler üzerinden yerel yönetimlerde idari özerkliğin sağlanmasının yanında Kürtlerin BDP/HDP kısmının önündeki siyasal engellerin kaldırılarak temsil imkanlarının güçlendirilmesi, buna karşılık ise siyasi özerkliğin bir ajanda olmaktan çıkması ve başkanlık sisteminin kabulüyle yürütme erkinin sayısal meşruiyetinin tahkimi niyeti.
Üçüncüsü, PKK’nın tamamen sınır dışına çekilmesi ve buna karşılık askeri vesayetin kalıcı biçimde sınırlandırılıp, iç güvenliğe dair askeri tesis ve alanların azaltılması ve ordunun profesyonelleştirilmesiyle eşgüdümlü biçimde bu süreçle ilişkili sair hukuki konularda TBMM’nin mevzuat değişiklikleri yapması.
Dördüncüsü, çözüm sürecindeki mevcut ve öngörülen diğer adımların neticesindeki nihai tablonun artık bir yasa veya başkanlık kararnamesiyle kayıt altına alınarak ilan edilmesi ve PKK’nın tamamen silah bırakması.
Yukarıda kabaca izah edilen çözüm süreci, 7 Haziran 2015 seçimlerinin sonuçlarıyla siyasi iktidarın tabanındaki milliyetçi muhafazakar seçmeni MHP’ye kaptırması ve süreçten de HDP’nin sayısal avantaj sağlayarak ilk defa yüzde 13 gibi yüksek bir oy almasıyla fiilen sona erdi. 7 Haziran 2015 sonrası PKK’nın şehir merkezlerinde hendekler kazarak büyük bir silahlı isyan başlatması ve bu isyanın lojistik desteğinin HDP’li yerel yönetimlerden sağlanması da kırılma ve bitiş noktası oldu.
Metotları itibarıyla hukuki ve siyasal denetime yeterince açık olmayan “Türkiyelilik” gibi temelsiz kavramlar üreten, temelde ise sadece “İslam kardeşliği” üzerinden toplumsal rızaya sunulan ve süreçteki siyasi aktörlerin oy desteğine bağlı kırılganlık ve bir o kadar da pragmatizm arz eden bir süreç olsa da çözüm süreci, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu alanda bugüne kadar gördüğü en kapsamlı hamle olarak tarihteki yerini aldı.
Siyasi iktidarın özellikle bürokratik alandaki en önemli müttefiki olan Fethullahçıların bu sürece isteksizliği ve 2012 sonrası artarak devam eden muhalefetinin ve vesayet girişimlerinin tahripkarlığı yanında, siyasal bir aktör olarak HDP’nin sol-sosyalist ve Alevi kimlikleriyle öne çıkan kanadının 2013’ten itibaren eylemli bir muhalefeti biricikleştirmesi tarihsel vakalardır. Neticede ise; çözüm süreci 2009-2015 arasında denenmiş, belirli kazanımları ve yıkımları beraberinde getirmiş ancak Kürt sorununu problem haline getiren alanları dört başlıkta daraltmıştır:
Birincisi, Kürtçe başta olmak üzere sosyokültürel hakların iadesinde ciddi mesafe alınmıştır. Yayınevlerinden, müzik yapımlarına; seçmeli derslerden, üniversitelerde lisans bölümlerine; Kürtçe devlet televizyonundan Kürtçe özel kanallara; resmi ve özel Kürtçe kurslarından piyasadaki eğitim setlerine kadar çok geniş bir yelpazede, hürriyet, çeşitlilik, süreklilik ve yaygınlık meydana gelmiştir. Kürtçe seçmeli derslerde öğretmen yetersizliği gibi arızalar devam etse de on binlerce öğrenci her yıl bu imkandan yararlanıyor. Kürtçe, kamusal hizmetlerde (yerel tabelalardan, mahkemelerde tercümanlığa kadar) daha geniş bir yelpazede yer almaya başlamışken bu durum, PKK’nın hendek terörü sonrası kesintiye uğramıştır. Ancak bu kesinti, Kürtlerin nüfus ve tarihi gerçekliğiyle bağdaşmayacağından sosyokültürel hakların iadesinin yolu açıktır ve siyasetin radarındadır.
İkincisi; siyasi temsil, yerinden yönetim ve kaynakların dağılımı meselelerinde Kürt sorununun az veya çok genelleşmesidir. Temsil bakımından Kürt sorununu sorun arz etmekten uzaklaştıran en kritik faktör, siyasi partiler için seçim barajının düşürülmesidir. Yeni tabloda HDP’nin TBMM aritmetiğinde eskisinden çok daha güçlü olacağı ve bu yönüyle yasama üzerinde etkisinin artacağı kuşkusuzdur. Bunu değerlendirip değerlendirememek ve siyaset üretip üretememek başta HDP’nin ve diğer partilerin bileceği bir iştir. Zira artık bu başlık, Kürt sorunu içinde özelleşmekten uzaklaşıp mevcut sistemde TBMM’nin diğer erkler arası yeri ve gücüyle ilişkili olarak ele alınabilecektir.
Öte yandan, kayyum uygulamaları, hukuki bir tedbir olmanın ötesinde, belediyenin bir organı olan belediye meclisinin de feshini doğuran ve böylece meclisin yeni başkanını seçmesine imkan vermeyen antidemokratik bir biçimde gerçekleşiyor. Uzun yıllardır yerinden yönetim imkanları bakımından geriye gidiş olduğu ve merkezi otoritenin ise güçlendirildiği görülüyor. Ancak bu durum, pek çok büyükşehir belediyesinin muhalefet partilerine geçmesi sonrası HDP’ye özgü bir durum olmayarak artık Türkiye’nin ortak sorunları içerisinde tüm ülkeyi ilgilendiren bir sorun ya da tercih biçiminde de tartışılabilir.
Dolayısıyla, merkeziyetçiliğin Kürt sorunu içinde özelleşmiş olup olmaması esasen belediyelere kayyum uygulamasının gidişatıyla şekillenecektir. Çünkü, merkezi otoriteden illere aktarılan ekonomik kaynakların dağılımı bakımından da eski dezavantajlar çok uzun zamandır devam etmemektedir. Örneğin, Türkiye’nin en çok devlet yatırımı alan ve kaynakların aktarıldığı ilk 10 il arasında uzun yıllardır Diyarbakır, Şanlıurfa ve Mardin istikrarlı biçimde dikkat çekmektedir. Buna karşılık hiçbir hava ve demiryolu imkanı dahi bulunmamasına rağmen milyar dolarlık ihracat rakamlarıyla öne çıkan Çorum ise merkezi idareden aynı desteği bile göremeyerek ekonomik kaynakların dağılımındaki dezavantajın, Kürt sorununa özel bir durum olmaktan çıktığını gösteriyor.
Üçüncüsü, askeri vesayetin büyük ölçüde sona ermesi sonrası siyasi aktörlerin Kürt sorununu sükunetle konuşabileceği genişliğin artmasıdır. Her ne kadar siyasi iktidar uzun zamandır güvenlikçi politikaları sistematik biçimde siyasetinin merkezine oturtarak ifade hürriyetini daraltsa da muhalefetin ana aktörlerinin milliyetçilikle olan ilişkisinin ideolojik yoğunluğu geçmişe nazaran seyreltilmiş ve kısmen rasyonalize olmuştur. Artık Türkiye’de aşırı sağ alanı yeni ve küçük partilerin baskınlığına terk edilmiştir. Dolayısıyla, Kürt sorununa öteden beri ilgisiz kalan muhalefet partileri için konuşma alanı doğmuş ve soruna dair askeri yöntemler dışında da çözüm üretme imkanları Türkiye ölçeğinde genişlemiştir.
Dördüncüsü ise saha üstünlüğüdür. Siha ve İha, TSK’ya ciddi bir alan üstünlüğü sağlamıştır. PKK’ya dönük Suriye’den lojistik destek sınırlanmıştır. Bu durum pek çok askeri uzmanın hakkını teslim ettiği bir gerçektir. Özellikle kamera kayıtlı biçimde yapılan bu askeri mücadele, sivil kaybını da sona erdirerek Kürt sorunu özelinde Türkiye aleyhine yurtdışındaki propagandist yayınları da büyük ölçüde bitirmiştir.
Yukarıda izah edilenler çerçevesinde, Kürt sorununun muhteviyatındaki pek çok konunun, ülkenin sosyoekonomik koşulları ve siyasi değişimleri ölçüsünde artık özelleşmiş meseleler olmaktan çıktığı veya çıkarılabileceği de gözlemlenebilir. Kürt sorununun çözümünün aynı zamanda makro düzeyde demokrasi, ekonomi, hürriyet, kurumsallık sorunları içinde ele alınmasını dayatan yönler çoğalmıştır. Dolayısıyla, Kürt sorununun siyasi çözümünü en önemli ve en öncelikli seviyede kamuoyuna tavsiye eden değerlendirmeler, geçmiş tecrübelerden ve sorunun genelleşen yönlerinden ders çıkartmayan ham ve hırslı yaklaşımlar olarak kalabilmektedir.
Fotoğraf: Enes Aktas