[voiserPlayer]
Diyanet İşleri Başkanı’nın eş cinselleri hedef alan sözlerinden sonra oluşan gergin ortamı, Cumhurbaşkanı Erdoğan yine “değerlerimiz” ekseninde fırsata çevirdi. Birkaç hafta sonra ise Ekrem İmamoğlu’nun “eşcinsel evlilik” fikrine toplumun henüz hazır olmadığı düşüncesini paylaşması, muhalefette tartışmalara yol açtı. Türkiye dahil birçok ülkede toplumsal mücadelelerin olmazsa olmaz ifadesi haline gelen “değerler”, aynı zamanda popülerleşmiş de bir çalışma konusu. Fakat, maalesef bu konuda rutinleşen çalışmalar, bir sosyal bilim ataleti haline gelen değer anketleri ve benzeri, sistematik ama sorunlu veri işleyen yöntemler ile “kültür/medeniyet savaşı” ölçme iddiasını önceliyor[1]. Değer kavramının kültür teorileri içindeki niteliğini ve sınırlarını sorgulamak için gözleme dayalı alternatif yaklaşımlara ihtiyaç var.
Bahsettiğim çalışmaların söylemekle yetindiği kadarıyla, bir insanın veya topluluğun değerleri temelde onun doğru, yanlış ve önemli gördüğü şeyler üzerinden, kendine ve çevresine dönük isteklerinden oluşuyor. Aynı literatürde tereddütsüz benimsenen bir varsayıma göre ise insanı eylemde bulunmaya iten güç onun isteklerini, yani yukarıdaki tanıma göre değerlerini gerçekleştirme arzusudur. Bu durumda, değerleri oluşturan kaynaklar sadece diğer sembolik sistemlerin üretimini değil, aynı zamanda tüm sosyal hareketliliği de açıkladığı için “her şey”, yani kültürün bütünü anlamına gelebiliyor[2]. Yazım çerçevesinde, değerler nasıl çalışıyor sorusuna kısaca giriş yaparak bu varsayımı sorgulayan çalışmaların gerekliliğine dikkat çekme amacındayım.
Hükümetler “milli irade” ve “egemenliği” yansıttıklarını sıklıkla hatırlatırlar. Bu şekilde modern devletin varoluş mitlerinden birini, yani yönettikleri halkın aynası oldukları iddiasını sürdürüyorlar. Bu türden, kullanılış biçimlerine göre tekçi ve dışlayıcı olmaya müsait kavramlardan yakın zamanda yıldızı parlayan ise “milli değerler” oldu[3]. Ancak ne hikmetse, birer boş gösteren[4] olduklarını hatırlatırcasına, bu kavramların adresi sıklıkla şaşıyor. Türkiye’ye yönelik güncel ve basit bir örnek vermek gerekirse, 2010 yılında Devlet Bahçeli’nin Fethullah Gülen’e yönelttiği eleştirilere cevaben “bu milletin, değerlerine karşı geleni üzeceğini” hatırlatan kişi şu an Bahçeli’nin favori bakanlarından olan Süleyman Soylu’ydu. Örnekte ve içinde geçen isimlerin başkalaşım sürecinde görüldüğü gibi, değerler üzerine yapılan en güvenli konuşma bile kaygan bir zeminde yürümektir.
Bu kaygan zemin, henüz ifadesini bulmamış ve dolayısıyla bilinç düzeyinde iskeleti oluşmamış anlayışlara kırılgan bir şekil dayatabileceği gibi, ifade biçiminde zaten güçlü olanları kapalı metinler haline getirebilir veya aynı ifadenin farklı anlarda farklı eylemler olarak tezahür etmesiyle sonuçlanabilir. Özetle, bir ifadenin ısrarla tekrarlanması, o ifade aracılığıyla varlığı ilan edilen değerin aynı kaldığı anlamına gelmez. Bir değerin aynı kalması da onun geçmişteki haliyle eyleme döneceği anlamına gelmez.
Korunduğu söylenen değerleri anlamlı birer eyleme dönüştürecek olan sosyal bağlam değiştiği sürece, korunan ancak söz ve düş oluyor. Avrupa kamuoyunda geniş yer bulan Tarık Ramazan tartışmasını buna örnek olarak verebilirim. Ramazan, İslamiyet içinde sabit cezai müeyyidelere işaret eden hududun uygulanmaması gerektiğini savunmuştu. Tarık Ramazan bu çağrıyı, hududun İslam’da bulunmadığı iddiasıyla yapmıyor. Tam tersine, İslamiyette sabitenin olmadığı savını reddederek, İslam hukukunu uygulayan devletlerden sadece geçici olarak yürütmeyi durdurma talep ediyordu[5]. Ona göre, İslam Şeriatı’nın uygulanmasını yanlış kılan şey günümüz şartlarıydı. Toplumda sefalet varken hırsızların eli kesilemez, ifade özgürlüğü yokken benimsedikleri varsayılan dinin hükümlerine uymayanlar yargılanamazdı.
Tarık Ramazan örneğinde olduğu gibi, değerler sözde sabit kalsa bile onları sıraya sokan işlek aklın hesapları sıkça değişebilir. “İslam’da hoşgörü”, “Osmanlı tolerans sistemi”, “Medine vesikası” ve benzeri temalar barışı meşrulaştırmak için dilin ucunda hazır beklerken, “Lut kavmi”, “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” ve benzerleri de aynı değerler üzerinden çatışmayı çağırmak için beklerler. Hangisinin seçileceği değer sistemi içindeki ve dışındaki kaba kuvvet siyaseti doğrultusunda, bazen tek kişinin/zümrenin hesabına göre belirlense bile, izlenen siyasetin kolektif ifadesi pekala ortak değerler repertuarından seçilebilir. Akif Emre, bu ihtimali değerlerin araçlaştırılarak “çürütülmesi” olarak tanımlamış, Türkiye’deki güncel adını da “Muhafazakar Makyavelizm” koymuştu[6].
Dolayısıyla bu alanda çalışanların, değerlere atfedilen eylemleri değerlerden ibaret görme hatasına kendilerini düşürmeyecek araçlara ihtiyacı var. O yüzden, değerleri onların ifade edilişi üzerinden yalıtılmış şekilde ölçme iddiası yerine, bir değer sistemi içindeki ilişkileri, çatışmaları ve çelişkileri, onları temsil ettiği iddiasındaki aktörlerle beraber çalışmak zorundayız. Bu şekilde hem kültür kavramına açıklık getiren diğer araçlar [tekrar bkz. not2], hem de en önemlisi, ideoloji yapma süreçleri tekrar önem kazanacaktır. Böylece, adını kültür savaşı koymakta aceleci olmadan, sorunun müsebbibini insanı pasif kılan özneler olarak değer sistemlerinde değil, onların dışında bir şeyin kalmadığını bize düşündüren bir kıtlık dönemi yaratılmasında arayabiliriz.
Baştaki konuya dönersem, bugünkü anlamıyla bir kimlik olmasa da, aktör olarak her dönem kendine bir isim bulduran “esnaf-ı hizan-ı dilberan”, “eşcinseller”, “tavşan oğlanları”, “lubunyalar”, “homolar”, “travestiler” ve son olarak “LGBT üyeleri”(!) hakkında, özünde siyasi-iktisadi düzenlerin eseri olan bilimci veya dinci nutukların uzun tarihini bir kenara bırakırsak, göreceğimiz şey; hayatın içinde artık açık bir yeri olan, buradan kısaca sol denebilecek ana-akım muhalefeti de yer yer yönlendirebilen LGBT aktivizminin ortaya çıkışıdır. Otuz yıla yakın bir sürede, sol parti ve derneklerin koridorlarında başlayan bu konuşmalar bir yandan diğer muhalif eylemcileri kendi geçmişlerini (ve bazı eski kahramanlarını) gözden geçirmeye zorladı, diğer yandan da birçok LGBT aktivistine Kerimcan Durmaz ile onun çalıştığı yerde garsonluk yapan eşcinsel arasındaki farkı ifade edebilecekleri bir sınıf bilinci aşılamış oldu.
Ayrıca, “muhafazakar değerler” değişmezliğini ilan ededursun, LGBT aktivizmine aksi istikamette konumlanmaya başlamış, farklı tonlarda muhafazakar veya bireyci LGBT temsilleri de daha görünür hale geldi. Bunu en iyi bilenlerden biri de sanırım Cumhurbaşkanı Erdoğan. Polisin müdahale ettiği bir LGBT Onur Yürüyüşü ile aynı gün Erdoğan ailesinin iftarda yan sandalyeyi, Türk Diyanet Vakfı’na bırakacağı mirasla gündeme gelen Bülent Ersoy’a vermiş olmasını bir çelişki olarak ele almayı bırakacağımız günler çok uzak olmayabilir[7].
O muhafazakar temsilciler, Diyanet İşleri Başkanı’nın sözlerini mutlaka farklı şekillerde ele alacak. Geçmişte benzer durumlarda olduğu gibi, “bu bir günah ama biz hasta değiliz” diyerek kendi iradesini otoriteye tanıtanlar, “günahımı söyleyin ama beni günahımla baş başa bırakın” diyerek otoriteyi tanımanın karşılığında anlayış talep edenler veya son tahlilde omuzlarına ağır bir yük bırakan inançlarını sorgulayıp alternatif bir dağarcığa yönelenler olacaktır.
Bu değerlendirmelere ulaşmak ise biz öğrenciler için bir başka yöntem problemine işaret ediyor, çünkü onların hitap ettiği (“İslamcı”) kitle içinde işe yaraması için çoğunlukla özel alanda ve dolayısıyla sosyal bilimlerin kapsama alanı dışında kalması amaçlanırken, kamu alanında gerçekleşen kısmıysa değer sisteminin dışından bakanlara anlamsız (veya kendi kavram setleri kapsamında “uğraşmaya değmez”) görünebiliyor. İlk kısıtın süreceğini düşünürsek, ikinci kısıtı aşmak için, çalışılan değer sisteminin diline kötü oryantalizm örnekleri gibi özcü hayal gücü ve abartılarla yaklaşmayacak bir antropoloji tedrisatı önem kazanıyor.
Fotoğraf: Riccardo Annandale
[1] Üçüncü demokrasi dalgası sonrası “durağanlık” ve Soğuk Savaş’ın ardından “kimliğe dönüş” üzerine yapılan değerler odaklı çalışmalar buna örnek olarak verilebilir. Bölgeler özelinde bakılırsa, ABD’de Steven Hunter’ı takip eden “kültür savaşı” tezleri ve Avrupa’da göçmen entegrasyonunun imkansızlığını “uzlaşmaz değerlerde” arayan çalışmalar da bahsettiğim sınırları aşamıyor. Aynı dönemde World Values Survey ve European Values Study gibi anketlerin öne çıkması da ayrıca kayda değer.
[2] Burada safdışı bırakılan kavramlar arasında norm, yetenek, alışkanlık ve hatta ideoloji bulunuyor.
[3] Örneğin, Avrupa mahkemeleri minare ve burka yasaklarını “milli kimlik ve değerler” üzerinden gerekçelendiriyor. İsviçre’de yasak yanlıları, mahkemelerin minareyi yine bir değer olarak tanımlanan dini özgürlük kapsamında değerlendirmesinin önüne geçmek için minarelerin “kültür ürünü” olduğunu hatırlatmışlardı. Hindistan’daki çatışmaların arkasında ise hükümetteki BJP’nin “Hindutva”, yani Hindistan’da “Hindu değerlerini” egemen kılma iddiası yatıyor. Bu kültüralist dalganın ilk evresi belki de 1990’ların başında Mahathir Muhammed’in ortaya attığı “Asya Değerleri” ideolojisiydi.
[4] Laclau, E. (1996). Why do empty signifiers matter to politics [boş gösterenler siyaset için neden önemli]. Emancipation (s), 36, 46.
[5] Ramadan, T. (2005). For a Moratorium on the Application of Sharia in the Muslim World [Müslüman dünyası içinde şeriat uygulamasına yönelik bir moratoryum için]. Le Monde.
[6] Emre, Akif. (2016). “Muhafazakar Makyevelizm.” Yeni Şafak. https://www.yenisafak.com/yazarlar/akifemre/muhafazakar-makyevelizm-2029171.
[7] Bu konu doktora tezimin bir parçasıydı: Koca, M. (2019). Tracing Cultural Change in the Reproduction of Intolerance: “Secularism”,“Islamism” and others in Turkey’s Experience of Democratization [Tahammülsüzlüğün yeniden üretiminde kültürel değişimi takip etmek: Türkiye’nin demokratikleşme tecrübesi içinde “Laiklik”, “İslamcılık” ve diğerleri] (Doctoral dissertation, European University Institute).