[voiserPlayer]
2010’lu yıllar benim kuşağımdan liberaller için felaketlerle geçti. Hem Türkiye’de hem dünyada insan hakları, özgürlükler, açık toplum beklentilerinin tavan yaptığı bir atmosfer ile başlayan 10’lu yılların sonunda, demokrasilerin gelecekte var olup olamayacağı, Türkiye’nin girdiği tünelden ne zaman çıkacağı ve Çin’in özgür dünyaya boyun eğdirme tehlikesi gibi konuları konuşarak kapatıyoruz.
Şampiyon olan bir takımın eksiklerine yönelik eleştiriler nasıl kimse tarafından duyulmazsa; Doğu Bloku’nu yıkan demokrasiler için de uzun süre bu kulak tıkama dönemi sürdü. Bir yandan demokratik ülkelerin “o kadar da” demokratik olmadığı gerçeği öte yandan zenginleşmiş gibi gözükse de aslında mali piyasaların yarattığı balonun fark edilmesi için 90’lardan iyice uzaklaşmak gerekti. İşte 2010’lu yıllar bu gerçeklerle şüpheye yer bırakmayacak şekilde yüzleştiğimiz bir dönem oldu.
Ekonomi
2008 krizi Batı ekonomileri üzerinde kalıcı etki bıraktı. Refah seviyesi düşen geniş halk kesimleri radikal hareketlere şans verme hakkını kendinde gördü. Öyle ya, en az 30 yıldır büyüyen ekonomiler daralmaya gitmiş ve insanlar kendi babalarının yaşadığı refahtan uzaklaşmalarını kendilerine açıklama ihtiyacı duymuşlardı. Giderek yaşlanan Batılı ülkelerin nüfusu, dünyanın başka bölgelerinde olmayan genişlikteki sosyal devlet bütçesini fazlasıyla zorlamaya başladı. Birbiri ardına Avrupa ülkeleri kendi iç dinamikleri nedeniyle krize sürüklendi. İrlanda, Yunanistan, İspanya, İtalya 2010’lu yılları zorlu ekonomik kriz koşullarını aşmaya çabalamakla harcadı. 2010’lu yıllar biterken Batılı ekonomiler dünyanın geri kalanı ile birlikte resesyon korkusunu yaşıyor.
Küreselleşmenin hiç durmadan ilerleyen bir süreç olduğu görüşü Ticaret Savaşı’nı hesaba katmamış olmalıydı. Çin’in büyüyen üretim gücü ve kural tanımayan anlayışı, ABD Başkanı Trump tarafından tarife ve gümrüklere getirilen sınırlamalar ile durdurulmaya çalışıldı. Bu bloklaşmanın getirdiği korku atmosferi dünya finans piyasalarını da etkiledi. Hegemonya mücadelesinin uluslararası ekonomiyi uluslararası olmaktan çıkarmasına 2020’li yıllarda çok az kişi şaşıracak.
Arap Baharı
2011’da Tunus’ta başlayan ve tüm Arap dünyasını saran ayaklanmalar başladığında ortalama bir Batılı liberal, demokratikleşme dalgasının sonunda Arap dünyasına da uğradığından emindi. Görünen manzaraya göre Arap halkları da artık küreselleşmenin getirdiği açıklık ve refahtan paylarını almak istiyor, bunun için eski sistemi yerle bir ederek aynı Doğu Bloku’nda olduğu gibi yeni bir sayfa açmayı amaçlıyordu. Ancak küresel sistemin geldiği nokta ve Orta Doğu’nun iç dinamikleri, bu dalganın değil büyümesini tam tersi bölgenin en karanlık dönemlerinden birine girmesine neden oldu. Batılı demokrasilerin kendi çıkarlarını sarsmasından çekinerek ayaklanmalara çekinceli yaklaşması, öte yandan bölgedeki çıkarlarını korumak isteyen Suudi Arabistan, İran ve Rusya gibi aktörlerin canla başla bölgeye müdahalesi sonucunda reformcu dalga neredeyse her bir ülkede bastırıldı. Sonuçta 2010’lu yılların başında Arap dünyasının demokratikleşmesi beklenirken takip eden yıllarda Türkiye’nin birkaç kilometre güneyindeki pazarlarda esir kadınlar satıldı.
Çin
Mao Zedung’un ardından Deng Xiaoping ile dünya ekonomik sistemi ile uyumlu bir geçiş dönemine giren Çin, kapitalist dünyanın boşluklarını değerlendirerek kendisine özgü bir kalkınma modeli uyguladı. Üretim gücünü elinde bulunduran Batı dünyasındaki ağır sosyal haklara karşın, ucuz iş gücü ve kitle üretimine dayalı bir ön modelle ülkesine yatırım ve ardından teknoloji çeken Çin, belirli bir eşiğin ardından ucuz işgücü modeli yerine iç tüketimi ve iç yatırımları da önceleyen; kendi firmaları ile üretim yapmaya evrilen sonraki aşamaya geçti. Ancak 2010’lu yılların başında teknolojik üretimi yapamayan ve tıkanıklığa giren ülke, büyük altyapı yatırımları ve gelişmemiş ülkelerin doğal kaynaklarını emperyalist bir politika ile sömürgeleştirmek yoluyla büyümesini sürdürmeye yöneldi. Xi Jinping’in başını çektiği bu yeni model, Batı dünyası ile işbirliği yerine onunla rekabete ve onun kurumlarını zedelemeye dayanıyordu. Jinping’in Çin Komünist Partisi’nin başında ebedi lider olarak belirlenmesi ile güçlenen bu süreçte artık Çin, 2010’lu yılların sonunda tüm dünya demokrasilerini ve bireysel özgürlüklerini tehdit eden bir numaralı düşman haline geldi.
Rusya
Vladimir Putin liderliğindeki Rusya, Batı dünyasının küresel düşüşünden yararlanarak kendi bölgesindeki tüm konularda stratejik üstünlüğü yakaladı. Suriye’de giriştiği Esad’ı kurtarma hamlesi ile Akdeniz’de askeri üs edinmek gibi önemli avantajlar yakalayan Putin rejimi, kurduğu dijital istihbarat birimleriyle demokratik Batı rejimlerinin altını oymak için faaliyet sürdürmekten geri durmadı. Rusya’yı ekonomik olarak bir başarı hikayesi yazmasa da elindeki özellikle askeri imkanları başarılı taktiklerle değerlendiren Putin, 2010’lu yılların sonuna elinde 10 yıl öncesinden çok daha etkili bir Rusya ile giriyor.
Popülist ve Aşırı Sağ Akımlar
Şüphesiz 2010’lu yıllarda Batı demokrasilerinin en büyük baş ağrısı kurulu düzen karşıtı popülist ve aşırı sağ akımlar oldu. Dijital dönüşümün ve sosyal medyanın dayattığı yeni düzene ayak uyduramayan demokratik kurumlar, kolay örgütlenen ve sisteme karşı anlamlı olmasa da yıkıcı eleştiriler getiren popülist ve aşırı sağ akımlar karşısında eridi. Hemen her Batılı ülkede popülist ve aşırı sağ akımlar parti bazında oy oranını artırırken, Batı dünyasının kalesi Amerika ve İngiltere, Trump’ın başkan seçilmesi ve Brexit konusundaki tartışmalarla sarsılma sürecini hızlandırdı. Her ne kadar demokrasilere karşı yapısal olarak kalıcı zafer kazanmaları zor olsa da demokrasilere karşı en büyük tehdidin popülizm ve aşırı sağ hareketler olduğu herkes tarafından kabul ediliyor.
Türkiye
AK Parti’nin ilk döneminde Türkiye’nin önünü tıkayan eski rejim büyük ölçüde geriletildi ve bu durum toplumun çeşitli kesimlerinden demokratlar tarafından da büyük destek gördü. Ancak eski rejimin ve kurumlarının yerine konacak yeni mekanizmalar kurulamadığından 2013 Gezi olayları ile başlayan ve toplumsal çalkantılar ile her yıl yapılan seçimlerle Türkiye korkunç bir 10 yıl geçirdi. 2020’li yıllara otoriter bir rejim ile giren Türkiye, kayıp yılları uzun süre telafi edemeyeceğe benziyor.
2020’ler İçin Çözümler
2020’li yıllara liberallerin büyük endişe ve belirsizlik içinde girdiğine şüphe yok. Bir yandan Batı dünyasının içinde bulunduğu karmaşa ortamı, öte yandan ekonomik dinamizmin yitirilmesi diğer yandan Rusya ve Çin gibi dış faktörlerin saldırıları; dünyadaki özgürlük atmosferinin oldukça karanlık gözükmesine neden oluyor. Özgürlükleri korumak, medeniyeti ilerletmek ve belki en önemlisi insan haysiyetini layıkıyla korumak için bir takım zihinsel dönüşüme ve “yeni liberalizm”e ihtiyacımız var.
Her şeyden önce ekonomik gücün paylaşıldığı bir dönemden geçtiğimizden şüphe yok. Ekonomik değer üretim merkezi Pasifik’e kayıyor. Uzunca bir süre de bu güç kaymasının süreceği görülüyor. Batılı ülkelerin bu nedenle dış dünyaya harcayacak ve ekstra operasyonel maliyetleri karşılayacak kaynaklara sahip olmadığını kabul etmek gerekiyor. Bu da siyasi gücünün kendi bölgesi ile sınırlanması anlamına geliyor. Dolayısıyla daha az (ya da hiç) maliyetli olan güç alanlarına yatırım yapılması gerekiyor: Bu da insan hakları ve özgürlüklerdir. Batı dünyası özgürlüklerin, eleştirel düşüncenin, rekabetin merkezi olma konumunu ne kadar güçlü tutarsa o kadar çekim merkezi olma konumunu koruyacaktır. Özellikle AB, güçlü bir insan haklarına dayalı dış politika stratejisi oluşturabilirse ve kısa vadeli çıkarları göz ardı edip Suudi Arabistan gibi rejimlere desteğini çekerse dünyadaki güç dengelerinde hatırı sayılır bir dönüşüme ön ayak olabilir.
Bunun yanında Endüstri 4.0 başta olmak üzere yeni üretim süreçlerini topluma entegre etmekte başarı sağlanırsa, Çin’in ele geçirdiği üretim gücü yeniden Batı ülkelerinde kümelenebilir ve yaratılan katma değer yine dünya medeniyetine ışık tutabilir. Bunun için eskimiş sosyal devlet uygulamaları yerine üretkenliğe dayalı ve toplumun farklı kesimlerini üretim sürecine dahil edecek başta eğitim gibi alanlara yatırım öncelenebilir. Endüstri 4.0’ın başarıya ulaşması özgürlüklerin de garantisi olacaktır.
2010’lı yıllar insanlık için oldukça karamsar geçti. Medeniyeti oluşturan değerler aşındırıldı. Özgürlük düşmanları güçlendi ve örgütlendi. Fakat inancımız odur ki özgürlük düşüncesi yok edilemez ve köhne sistemler yıkılmaya mahkumdur. Tüm bu karmaşa içinde unutulmamalı ki son yıllarda Malezya, Ermenistan, Bolivya ve en son Hong Kong direnişinde görüldü ki insanlık özgürlüğe ve açık topluma muhtaç. Değerlerimize bağlı kalarak onları çağın gerektirdiği şekilde yenilemeyi başarırsak, 2010’lu yılların kötü bir hatıra olarak kaldığı güzel bir on yıl geçirmemek için hiçbir neden yok.
Fotoğraf: Charles