İmralı sürecinin başlamasıyla birlikte, son dönemde “ulusalcı” teriminin muhalif sol kesime yönelik olarak pejoratif bir anlamda kullanıldığı görülüyor. Bu tartışmalarda ulusalcılık, özellikle 2010 öncesindeki siyasi konumlanmaya ve konjonktüre atıfla, bugünün gerçekliğinden kopuk bir biçimde ele alınıyor. Oysa ulusalcılığın son yirmi yılı incelendiğinde, akımın ideolojik niteliği ve kapsadığı gruplar bakımından dönemler arasında farklılıklar bulunduğu gözlemlenir. 2010 sonrasında ulusalcılık bir miktar tesirini devam ettirmiş, 2012-2013 döneminde TGB’nin de etkisiyle kısmi bir canlanma emaresi göstermiş olsa da 2013 sonrasında bir şemsiye akım olma özelliğini yitirmiştir. Bunda,
a) 2007 Genel Seçimleri’nde AKP’nin kazandığı zaferin ulusalcılara yaşattığı şok;
b) Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla ve AKP’nin medyada neredeyse bir tekel kurması neticesinde ulusalcıların marjinalize edilmesi;
c) İşçi Partisi ve ADD haricinde ulusalcılıkla bağdaştırılabilecek kitlesel yapılanmaların bulunmayışı; ulusalcılıkla ilişkilendirilen birçok yazar, siyasetçi, sendikacı, asker ve gazetecilerin ortak ve kitlesel bir duruş sergileyememesi ve buna bağlı olarak aralarındaki bağın kırılgan kalması;
d) Ulusalcı akımın 2000’lerde CHP ve MHP tabanı üzerinde yarattığı tesire ve muhalif siyasete getirdiği enerjiye rağmen bu etkinin kurumsal bir ittifaka dönüşememesi; “Kızıl Elma’” koalisyonu veya Avrasyacılık Konferansı gibi çok sayıda girişimin, bir siyasi blok inşasında yetersiz kalması ve tabiri caizse iğreti durması;
d) Ulusalcılıkla ilişkilendirilen düşünce adamlarının veya siyasal figürlerin, akımın ortaya çıktığı dönemde zaten yaşlı olmaları, buna bağlı bir biçimde geçen yıllar içinde zamanla hayatlarını kaybetmeleri (Örn. Vural Savaş, Attila İlhan) veya epey yaşlanarak zaten sınırlı olan enerjilerini yitirmeleri;
e) yeni nesilden ulusalcılığı bayraklaştıracak herhangi bir güçlü siyasal figürün ortaya çıkmayışı;
f) AKP’nin devlet elitini ve kurumları kolaylıkla tasfiye etmesinin, ulusalcılığın yaslandığı “tarihsel büyük devlet” mitinin çökmesine yol açması;
gibi faktörler etkili olmuştur.
Bugün 2010 öncesindeki gibi dağınık ama enerjik, geniş kitlelere ulaşan, sıklıkla etkinlikler düzenleyen figürlerden mürekkep bir ulusalcı konglomerasyon bulunmamaktadır. ADD’nin toplum üzerinde eski etkisi mevcut değildir; dernek içinde de değişik zamanlarda kendini ulusalcı olarak niteleyen ya da ulusalcılıktan ayrıştıran kesimler arasında da bir mücadele varolmuştur. Perinçek çevresinin İşçi Partisi ulusalcılık akımının bir nevi dinamosu görevini üstlenmişti. Ancak Vatan Partisi’ne dönüşümle beraber bu çevre önce Nasyonal-Bolşevizme sonra da aşırı sağa kayışla neticelenen bir yolculuğa çıkmış oldu (Bu mesele üzerine burada uzun uzadıya yazmayacağım). Daha önce belirttiğim gibi, bugün ulusalcılık bir şemsiye akım veya farklı grupları birleştiren bir cazibe merkezi olmanın çok uzağında.
Dün ve Bugün: Türkiye’de Siyasal Paradigmanın Değişimi
Ulusalcılığın yükseldiği dönemin ve bugünün koşulları da birbirinden çok farklıdır. Buna göre:
1. Ulusalcılar küreselleşme çağında dış tehdidi öncelikli mesele olarak görüyordu. Bu bağlamda AKP dış tehdidin bir uzantısı olarak değerlendirilmişti. Yaygın ve güncel muhalif anlayış ise esas sorunun iç kaynaklı olduğu; hukuk, demokrasi, insan hakları, ahlak, sosyal adalet ve kültür alanlarında siyasal İslam’ın ülkenin geleceğine yönelik büyük bir tehdit oluşturduğu düşüncesini benimsemiş vaziyette.
2. Ulusalcılığın yükseliş döneminde AB süreci, dış tehdidin başlıca iki kaynağından biri olarak kabul görüyordu. Ancak zamanla AB karşıtlığı da ve savunuculuğu da zayıfladı. Artık AB süreci ne ülkeyi parçalayacak ne de “kurtaracak” bir ana mesele olarak kabul görüyor. Çünkü Avrupa’nın kendisine yakıştırılan ağırlığa ve inisiyatife fiilen sahip olmadığı anlaşıldı.
3. 2010’dan önce Avrasyacılık Türkiye’de çok popülerleşmiş bir düşünceydi. Bu bağlamda Rusya ve İran’a yönelik sempati gelişmiş, Bolivarcı Devrim gibi projeler ilgi görmüş, Türk cumhuriyetlerinin ulusalcıların müttefiki olduğuna yönelik bir zan oluşmuştu. Lakin zamanla tüm bu beklentiler boşa çıkacaktı. Bunun neticesinde İran, Rusya ve Venezuela gibi ülkeler muhalif kesimin gözünde bir alternatif olma niteliğini yitirdi; bunların yönetim tarzlarının AKP rejimiyle benzerlikler taşıması da bu gelişme üzerinde etkili oldu.
4. Ulusalcılıkta güvenlikçi bir anlayış öne çıkıyordu. Bunun oluşumunda “tarihsel güçlü devlet” inancı da rol oynamıştı. Bu bağlamda ulusalcılar, devlet içindeki “milli” güçlerin emperyalizme direnç göstereceğine inanmışlar ve bu odaklarla iletişimi güçlendirmeye çalışmışlardı. Ama bugünkü muhalefet doğrudan doğruya halkın gücüne dayanmaktadır.
5. 2015’ten sonra bazı ulusalcı figürlerin, Mavi Vatancıların AKP-MHP iktidarını destekleyen jeopolitik yaklaşımları geniş bir kitleyi irrite etti. Bu nedenle ahlaki, bilimsel ve hukuki problemleri geri plana atan türden bir anti-emperyalist söylem itibar kaybetti. Bu durum, Dünya’da siyasal İslamcılara reaksiyon göstermeyen ve zaman zaman aktif destek veren ABD ve Avrupa’nın Türkiye’de prestijinin azalmasını engellemedi elbette. Lakin bugünkü muhalefetin dünya ve Türkiye vizyonu 2015 öncesine göre oldukça farklı.
6. Ulusalcılığın etkili olduğu 2011 öncesinde Türkiye’nin sosyal, ekonomik, hukuki ve kurumsal problemleri bugünkü kadar sert ve belirgin değildi. Bu yüzden Türkiye’de muhaliflerin bugünkü meselelere yönelik tepkileri, başlı başına klasik ulusalcı söylemle ilişkilendirilemeyecek kadar karmaşık bir boyuta sahip.
Netice itibarıyla, 2010 öncesi esas alınarak yapılan güncel ulusalcılık tarifi bilimsel açıdan pek çok sorunu içinde barındırır ve anakronik bir nitelik taşır.
“Ulusalcı” Kelimesi ve Yeni Bir Ofansif Söylem Arayışı
Peki bu “ulusalcı” kelimesi neden yeniden dolaşıma sokuldu? Her şeyden önce ulusalcılık yenilgiye uğramış bir akım. Böyle bir akım üzerinden insanları yaftalamak politik psikoloji açısından avantajlıdır; tartışmaları yeni bir hegemonik dil üzerinden kurgulama ve karşı tarafı sürekli savunmada tutma imkanı sağlar. AKP’nin iktidar yıllarında kullanılan ve entelektüel bir sığlığa işaret eden “statükocu” ve “devletçi” gibi tanımlamaların artık eski etkisi bulunmamakta. Bu yüzden içeriği gizli (ve büyük ihtimalle de başarısız olacak olan) yeni Kürt açılımı ve Erdoğanist bir anayasa hazırlama döneminde, “ulusalcı” ifadesi dolaşıma sokularak iktidarın sürece uygun bir biçimde kullabileceği yeni ofansif terim ihtiyacı karşılanmaya çalışılıyor. Diğer yandan, muhaliflere yakın olmakla birlikte Atatürk’ün tarihsel prestijinin restore edilmesinden ve Batı’ya mesafeli bir sol anlayışın güçlenmesinden çekinen bazı kişiler de bu kelimeyi kullanarak muhalif kitleyi yönlendirmeye çalışıyor.
Ulusalcılık, Yükselen Popülizm ve Yaftalama Stratejisinin İflası
Türkiye’de rejim krizinin bugünkü boyutlara ulaşmasında, siyasal niyetlerden beslenen ve “öteki”ne karşı yüzeysel yaklaşımlarda ısrar eden bir anlayışın yaygınlığının da payı vardır. Nitekim, ulusalcılık meselesine yönelik yaklaşıma da benzer bir anlayış hakimdir.
Örneğin 2005 yılında Bianet internet sitesinde yayınlanan “Milliyetçi-Ulusalcı Sol” başlıklı yazısında Fuat Keyman, Türkiye’nin “AB entegrasyon süreci, ABD hegemonyası ve Büyük Ortadoğu Projesi ve IMF ile ekonomik istikrar ilişkilerinin somutlaştırdığı küreselleşme süreci ile içten gelen demokratikleşme ve sosyal adalet sorunları temelinde seslendirilen toplumsal taleplerin birbirleriyle kesiştiği bir dönüşüm sürecinde” bulunduğunu belirterek ulusalcıların sosyal adalet meselesini ikinci plana attığını veya bu meseleyle ilgilenmediğini belirtmişti.
Keyman’ın ulusalcılık tanımlaması ve analizinde önemli noktaları da vurguladığı ortadaydı. Ancak Keyman’ın yaklaşımı bazı eksikleri de barındırıyordu. Örneğin ulusalcılar, özelleştirmelere ve çok uluslu şirketlerin Türkiye’ye nüfuzuna da sıklıkla dikkat çekmişti; ancak burada güvenlik algısının yanında sol ideolojik kökenden kaynaklanan bir sosyal adalet vurgusunun, 12 Eylül sonrasının liberalleşme programına tepkinin de payı vardı.
Doğrudur ki ulusalcı edebiyat Türkiye’de komplo algısının ve komplo kültürünün yükselişe geçmesinde ciddi bir paya sahiptir. Soner Yalçın, Yalçın Küçük, yakın zamanda hayatını kaybeden emekli subay Erol Bilbilik, Ersal Yavi gibi isimler, bu komplo edebiyatı söz konusu olduğunda akla ilk gelenler arasındadır. Öte yandan ulusalcı neşriyat ve söylemde yer bulan birçok konu ve uyarının da gerçek yaşamdaki gelişmelerle çeşitli ölçülerde örtüştüğü zaman içinde görüldü. Fethullahçıların devlet kademelerindeki yükselişi, Türkiye’nin ABD’nin yeni stratejisine bağlı olarak Ortadoğu’daki askeri-siyasal şiddet sürecine dahil oluşu, İslamcılığın giderek başat değer hale gelmesi neticesinde laiklik ve kadın haklarında atılan geri adımlar, özelleştirmeler neticesinde gelişen olumsuzluklar, Türkiye’nin giderek daha fazla küreselleşmenin olumsuz ekonomik tesirlerine açık hale gelmesi bu örtüşen meseleler arasında sayılabilir.
Türkiye’deki ulusalcılık akımı, doğrudan popülist bir hareket olarak kategorize edilmese de, siyaset biliminin popülizm tanımında yer alan pek çok temel özelliği ve söylemsel aracı bünyesinde barındırmış veya bunları yoğun bir biçimde kullanmıştır. Genellikle popülist hareketler üzerine yazılarda, bu hareketlerin eskisine göre daha sofistike bir dil kullanıyor olmaları, yükselişlerinin entelektüel kaynakları atlanır. Popülist hareketler de ulusalcılar gibi çok kez indirgemeci bir dile yaslanırlar, bunların sorunların çözümüne dair sundukları perspektif ise oldukça dardır. Ancak bunların temel özelliği ve kitleler nezdinde bu hareketleri etkili kılan şey, yine Türk ulusalcılarına benzer bir biçimde problemleri netlikle işaret etmeleri, halkın görüp ana akım siyasetin dillendirmediği meseleleri gündeme taşımalarıdır.

