Alman Şansölyesi Friedrich Merz’in 30 Ekim’deki Ankara ziyareti sonrasında, Türkiye’de AB’ye katılım sürecimizle ilgili görece iyimser bir hava esti. Korkarım bazı mesajları, belki de anlamak istediğimiz gibi duymuş olabiliriz; yaşanan küçük ama talihsiz bir tercüme hatası da bu algıya katkıda bulundu.
Yine de hayal kırıklığı yaratmak yerine doğru okunduğunda ziyaretin verdiği olumlu sinyalleri görmek mümkün. Beklentilerimizi gerçekçilikten koparmadan, fırsatlara odaklanmakta fayda var. Merz’in Türkiye ziyareti, son derece kritik bir dönemde Avrupa siyasetinde sessiz ama derin bir dönüşümün işareti olarak okunabilir. Bu ziyaret, diplomatik nezaketin ötesinde, Avrupa’nın Türkiye’ye nasıl baktığını ve Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini hangi zeminde yeniden şekillendirebileceğini sorgulamak için bir fırsattır.
Uzun süredir dalgalı seyreden ve adeta kilitlenmiş Türkiye-AB ilişkilerinde Almanya’nın rolü her zaman belirleyici olmuştur. Almanya, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı olmasının yanı sıra Avrupa Birliği’nin politik ve ekonomik kalbidir. Dolayısıyla Merz’in ziyareti, Ankara ile Berlin arasında olduğu kadar, Brüksel ile de yeni bir sayfa açma potansiyeli taşıyor. Asıl soru şu: Bu yeni sayfa, güvenlik ve savunma eksenli, jeopolitik kaygıların gölgesinde stratejik bir ortaklık olarak mı kalacak, yoksa demokratik değerlere dayalı, göz hizasında ve AB düzleminde ortak bir geleceğe doğru mu evrilecek?
Berlin’de Değerler ve Çıkarlar Arasında Hassas Denge
Mayıs 2025’te yemin ederek görevine başlayan Hristiyan Demokrat Şansölye Friedrich Merz, Sosyal Demokrat SPD ile oluşturdukları koalisyonun büyük ortağı. Almanya’da iş dünyasından gelen, mali disiplin ve rekabetçiliğe vurgu yapan bir lider. Ancak ekonomi vizyonunun yanı sıra, Avrupa’nın güvenliğini, rekabetçiliğini ve dayanıklılığını yeniden tanımlamaya çalışıyor. Merz, Almanya’nın uzun süredir savunduğu “değer temelli dış politika” anlayışının da daha pragmatik bir çizgiye evrilmesini destekliyor.
Bugün Almanya iç siyasetinde güvenlik, göç ve enerji başlıkları yeniden öncelikli. Türkiye, bu başlıkların tümünün merkezinde duran, Almanya ve Avrupa’nın en önemli ortaklarından biri. Göç yönetimindeki rolü, enerji koridorlarındaki stratejik konumu ve NATO içindeki ağırlığı, Türkiye’yi Avrupa’nın güvenlik denkleminde vazgeçilmez bir aktör haline getiriyor. Bu nedenle Merz’in Ankara temasları yalnızca ikili ilişkileri değil, Avrupa’nın yeni güvenlik mimarisini de doğrudan ilgilendiriyor.
Merz’in pragmatik yaklaşımı, demokratik değerleri gölgede bırakmamalı. Avrupa’nın gücü yalnızca ekonomik kapasitesinden değil, hukuk devleti ve özgürlükler üzerine kurulu ortak Avrupa kimliğinden kaynaklanıyor. Almanya’nın yeni döneminde bu dengeyi gözetmesi, Türkiye’yle ilişkilerinde belirleyici olacak. Ayrıca Türkiye’nin 1999 Helsinki Zirvesi’nden bu yana resmî olarak AB aday ülkesi olduğu gerçeği, ilişkilerin değerler boyutunun göz ardı edilmesini özünde imkânsız kılıyor.
En Zayıf Halka: Demokratik Diyalog
Merz’in Türkiye temaslarının diplomatik açıdan son derece dikkatle planlandığı, mesajlarının da incelikle hesaplandığı açık. Zira ziyaretin en çok tartışılan yönlerinden biri, muhalefetle bir araya gelmemesi ve yedi aydır tutuklu olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun adını dahi anmamasıydı. Bu eksiklik teknik bir detay değil, sembolik bir anlam taşıyor. Avrupa’nın temel değerlerinden biri, demokratik temsil ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Türkiye’nin en büyük şehrinin seçilmiş belediye başkanının durumunun uluslararası muhataplarca gündeme getirilmesi, demokratik dayanışmanın doğal bir parçası olmalıydı.
Merz’in başta kendi koalisyon ortağı ve CHP’nin kardeş partisi olan sosyal demokrat SPD olmak üzere, Almanya’daki iç baskılara rağmen bu konularda özel bir vurgudan kaçınması, Berlin’in Türkiye ile ilişkilerinde demokrasi eksenini geri plana itme riskine işaret ediyor. Oysa gerçek bir yeniden yakınlaşma, zorlu konuları da konuşabilecek köprülerin inşası üzerinden mümkündür. Almanya ve Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik ilgisi yalnızca stratejik değil, aynı zamanda demokratik bir dayanışma perspektifine dayanmalıdır.
Yine de Merz’in Türkiye ziyareti sırasında, Alman iş dünyasının Türkiye’deki temsilcilerinin yanı sıra, MLSA Eş Direktörü Veysel Ok, Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörü Ece Göztepe Çelebi, gazeteciler Murat Yetkin ve Barçın Yinanç ile Global İlişkiler Forumu İcra Komitesi Başkanı, eski Büyükelçi Selim Yenel’le bir araya gelmesi olumlu bir adım olarak okunabilir. Bu görüşmeler, Berlin’in Türkiye toplumunun farklı kesimleriyle diyalog kurma niyetini en azından sembolik düzeyde ortaya koydu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı basın toplantısında ise Alman basınından gelen bir soruya cevaben, Türkiye’deki muhalefete yönelik baskılar ve hukukun üstünlüğü konusunda duyduğu endişeyi kamuoyu önünde dile getirdi. “AB’ye giden yol Kopenhag Kriterleri’nden geçmektedir” diyerek, Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve demokrasi alanında beklentileri karşılamayan kararların alındığının altını çizdi. Bu yaklaşımı kıymetli, zira Almanya, Türkiye’yi stratejik olarak AB’ye sürdürülebilir biçimde daha sıkı bağlamayı hedefliyorsa, uzun süredir Türkiye’nin Batı ile iyi ilişkilerinden yana olan demokrasi yanlısı kesimleri geride bırakma lüksüne sahip değil.
AB-Türkiye İlişkilerinde Gerçekçilik ve Yenilenme
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla birlikte Avrupa’nın güvenlik öncelikleri yeniden şekillendi. Bu değişim, Avrupa’nın genişleme politikasını da canlandırdı. Ukrayna, Moldova ve Batı Balkan ülkeleri için üyelik perspektifi yeniden gündemde. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, bu ülkelerin geleceğinin Avrupa’da olduğunu her fırsatta vurguluyor. Ancak Türkiye aynı vagonda olması gerekirken, ivmelenen sürecin dışında bırakılmış gibi görünüyor. Brüksel çevrelerinde, önümüzdeki hafta açıklanması öngörülen ülke (eski ismiyle ilerleme) raporlarında Türkiye’ye yönelik sert eleştirilerin yer alabileceği konuşuluyor.
Oysa Türkiye, Avrupa’nın ekonomik, enerji ve güvenlik mimarisinin ayrılmaz bir parçası. Avrupa ile Türkiye arasındaki kurumsal diyalogun zayıflaması, hem Avrupa’nın stratejik özerkliğine zarar veriyor hem de Türkiye’de reform motivasyonunu zayıflatıyor. Merz’in ziyareti, bu açmazı yeniden değerlendirmek için bir fırsat sunuyor. Unutmayalım ki Türkiye, AB yolculuğunda en büyük ilerlemeleri 2000’lerin başında yakalamış ve Almanya’nın o dönemki güçlü desteğiyle üyelik müzakerelerini başlatabilmişti. Süreç, Türkiye’de demokrasi, hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı alanındaki gerilemeler gerekçesiyle 2018’den bu yana neredeyse tamamen donmuş durumda. Kasım 2023’te hazırlanan Borrell Raporu, ilişkileri canlandırma yönünde olumlu bir adım olarak görülse de mevcut üye ülkelerin Türkiye konusunda herhangi bir siyasi adım atma hususundaki çekimserliği, sürecin yeniden canlanmasının önünde hâlâ büyük bir engel teşkil ediyor.
Almanya’daki mevcut koalisyon protokolünde, Türkiye ile güvenlik politikası ve göçten ortak jeopolitik zorluklarla başa çıkmaya kadar işbirliği geliştirme isteği ortaya konmuş, ancak AB üyeliği perspektifine yer verilmemişti. Hristiyan demokrat geleneğin, Türkiye’ye gerçek bir AB perspektifi sunma konusunda başından beri temkinli oldukları biliniyor. CDU’nun önceki genel başkanı ve eski Şansölye Angela Merkel’in 2004’te gündeme getirdiği “imtiyazlı ortaklık” alternatifi de hâlâ hafızalarımızda.
Hristiyan demokratlar açısından gerçekçi bir yaklaşım, Türkiye’nin katılım sürecinden bağımsız olarak, somut ve sonuç odaklı ortaklıklar geliştirmeyi öngörüyor. Gümrük Birliği’nin modernizasyonu, yeşil dönüşüm, dijital ekonomi ve enerji verimliliği gibi alanlarda atılacak adımlar, keza göç konusunda işbirliği, iki taraf arasında güveni yeniden inşa edebilir. Bu konulardaki bazı mesajlar, birkaç hafta önce Alman Dışişleri Bakanı Johann Wadephul’un Türkiye ziyaretinde de iletilmişti.
Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yapılan basın toplantısında Merz’in şu sözleri öne çıktı: “Şahsen ben ve federal hükümet, Türkiye’yi Avrupa Birliği ile yan yana ve yakın bir bağ içinde görüyoruz. Türkiye’nin Avrupa yolunun önünü açmaya devam etmek istiyoruz…Bu konuda Avrupa düzleminde stratejik bir diyalog için gerekli girişimlerde bulunacağız.”
Bu sözler, Türk basınında Almanya’nın Türkiye’yi AB içinde görmek istediği ve üyelik sürecini ilerletmek arzusunu yansıtıyor gibi çevrildi. Ancak Merz’in çok dikkatli ve yapıcı bir tonda, tam olarak bunu söylememeye çalıştığını da gözden kaçırmamak gerekiyor.
Avrupa ile Yeniden Buluşmanın Anahtarı: Demokrasi ve Reform
Liberal bir perspektiften bakıldığında, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinde en güçlü dinamik ekonomik pragmatizm değil, aynı zamanda demokratik yenilenme potansiyelidir. AB’nin değer temelli kimliği, Türkiye için yalnızca bir dış politika konusu değil, içerideki dönüşümün de pusulası olmalıdır. Türkiye’de demokrasi, yargı bağımsızlığı ve ifade özgürlüğü alanlarında atılacak her adım, Avrupa ile ilişkilerde yeni bir ivme yaratır. Avrupa başkentleri de bu alanlardaki ilerlemeyi yalnızca eleştirel gözle değil, yapıcı iş birliği perspektifiyle desteklemelidir.
Merz’in ziyaretinde bu ton eksikti. Oysa Almanya, Türkiye’ye karşı hem dürüst hem de empatik bir tutum benimseyebilir. Eleştirmekten kaçınmadan, dışlamadan ilerlemek mümkündür. Bu yaklaşım, Türkiye toplumundaki reform yanlısı aktörlerin de en çok ihtiyaç duyduğu desteği temsil eder.
Küresel dönüşüm çağında Türkiye ve Almanya’nın birlikte yapabilecekleri çok şey var. Yeni nesil ortaklıklarla; yeşil mutabakat, yenilenebilir enerji, dijital altyapı, yapay zekâ ve nitelikli iş gücü alanlarında geliştirilecek projeler, iki ülkenin de geleceğini şekillendirebilir. Ancak bu iş birliklerinin kalıcı olabilmesi için hukuk güvenliği, şeffaflık ve öngörülebilirlik şarttır. Alman yatırımcılar ve Avrupa kurumları açısından bu unsurlar, siyasi istikrardan bile daha belirleyici hâle gelmiş durumda. Türkiye’nin reform gündemine geri dönmesi, yalnızca demokratik değil, ekonomik bir zorunluluk da taşıyor.
Türkiye, Avrupa ailesinin dışında değil, içinde nefes alan bir ülke. Ortak geçmiş, ekonomik entegrasyon ve güvenlik çıkarları bunu zaten gösteriyor. Şimdi mesele, bu ortaklığın hangi değerler üzerine inşa edileceği. Merz’in ziyareti, Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkilerin geleceğine dair önemli bir test niteliği taşıyor. Eğer bu ziyaret, yalnızca stratejik çıkarlar değil, ortak değerler temelinde yeni bir diyaloğun başlangıcı olursa tarihi bir fırsat yaratabilir.
Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik politikası, demokrasiyle güvenliği, çıkarla ilkeleri dengeleyen bir çizgiye oturmalı. Türkiye’nin de Avrupa ile yeniden buluşması ise ancak reform iradesini yeniden canlandırmasıyla mümkün, buna istersek Kopenhag istersek Ankara kriterleri diyelim. Eğer Merz’in ziyareti bu yönde bir farkındalık yaratırsa, o zaman gerçekten yeni bir sayfa açılmasına hizmet etmiş olur.
Yeni Dönemde Fırsatlar: Gerçekçilik ve Yeniden Yakınlaşma Arasında
Merz’in Türkiye ziyareti, hem Almanya’nın hem de Avrupa’nın Türkiye ile ilişkilerinde yeni bir sayfa açma potansiyelini beraberinde getiriyor. Ancak bu sayfanın içeriğini belirleyecek olan, diplomatik nezaket değil, karşılıklı güvenin yeniden inşasıdır.
Gerçek bir yeniden yakınlaşma, ne yalnızca jeopolitik kaygılar ne de geçici ekonomik çıkarlar üzerinden sürdürülebilir. Avrupa ile Türkiye arasında kalıcı bir ortaklık, ancak ortak değerler, karşılıklı saygı ve reform iradesi üzerine inşa edilebilir. Bugün hem Berlin hem Ankara, farklı nedenlerle bir “yeniden dengeleme” döneminden geçiyor. Almanya, Avrupa’nın güvenliğini güçlendirmeye çalışırken aynı zamanda ekonomik rekabet baskısıyla karşı karşıya; Türkiye ise küresel düzende yeni bir konum arayışında ve bölgesel istikrar ile ekonomik dönüşümün merkezinde yer alıyor.
Bu bağlamda Merz’in ziyareti, taraflara yalnızca yeni bir diplomatik başlangıç değil, aynı zamanda değer ve çıkar dengesini yeniden tanımlama fırsatı sunuyor. Türkiye’nin Avrupa ile daha eşit, olgun ve stratejik bir ilişki kurabilmesi, reform ve güven ekseninde atacağı adımlarla mümkün olacak. Almanya ise Türkiye’nin Avrupa’nın geleceğinde oynayabileceği yapıcı rolü görmezden gelmeden, demokrasi ve hukuk devleti ilkelerini masada tutmalı.
Sonuçta, AB-Türkiye ilişkilerinde ilerleme ancak çıkarların ötesine geçen bir vizyon ve temkinli bir iyimserlikyaklaşımıyla sağlanabilir. Belki de asıl tercüme hatası, Avrupa ile Türkiye’nin uzun zamandır birbirinin dilini duymayı unutmuş olmasıdır. Merz’in ziyareti, niyetleri doğru okumayı başarabilirsek, bu diyaloğu yeniden kurmak için güçlü bir fırsat sunuyor.

