Ortaçağ Hıristiyan tahayyülü, çok katmanlı bir Yahudi figürü üretmişti: İsa/Tanrı’nın katili; bu affedilmez günahın taşıyıcısı; Şeytan ve Deccal’in ortakçısı; düşmanların işbirlikçisi; İsa’nın dinmeyen nefret edicisi ve bu nefretin her fırsatta açığa vurucusu; masum Hristiyanların borç batağına sürükleyicisi ve o batakta boğucusu. Bu figür modern çağda bir anda terk edilmedi. Kilise’nin yüzyıllar boyunca kurduğu dil, kurumlar ve alışkanlıklar içinde uzun süre yeniden üretildi; fakat aynı zamanda, modernliğin kendi meşruiyetini kuran daha güçlü bir söylemin, Aydınlanma söyleminin, gölgesinde yeniden biçimlendirildi.
Kant’ın meşhur tanımıyla, insanın ergin olmama (Unmündigkeit) halinden çıkışı ve aklını başkasının kılavuzluğu olmadan kullanmayı göze alması anlamında Aydınlanma, Kilise’nin öğretilerini ve otoritesini sorgularken aklı tek hakem konumuna yükseltti. Fakat bu yeni hal, teolojik düşmanlık repertuvarını bütünüyle tasfiye etmekten ziyade, onu başka bir zemine tercüme etmeye de elverişliydi: Teolojik dil, yerini Aydınlanma diline bıraktı; Tanrı katili halk figürünün yerini, medeniyetin ritmine ayak uyduramayan; çağın temposuna yabancı; tarih dışı, donmuş; kapalı, kendi içine kıvrılmış, geçimsiz, geçirimsiz bir cemaat figürü aldı. Aynı aşağılayıcı yargılar sadece mucize ve günah kavramlarıyla değil; aynı zamanda ilerleme, medeniyet, akıl, fayda ve uyumluluk kıstasları içinden yeniden ifade edildi. Elbette Aydınlanma yekpare bir blok değildi; çatışmalı, çoğul ve kendi içinde gerilimlerle doluydu. Ancak bu çoğulluk içinde hissedilir bir tekdillilik de vardı: Bu tekdillilik “akıl” adına konuşurken, dışlayıcı bir toplumsal tipolojiyi yeniden kurguluyordu.
Voltaire’e bakın. Ona göre Yahudilik evrensel aklın ve ahlakın dini değildi, belirli bir halkın iç düzenine göre kurulmuş tarihsel bir yasalar toplamıydı. Halbuki “ilahi” bir yasa, salt bir cemaatin sınırları içinde kalmamalıydı; eğer Tanrı’dan geliyorsa, anlaşılır biçimde bütün insanlık için geçerli olmalıydı. Oysa Yahudilik ayrıntılı yasaklar, temizlik/kirlilik kıstasları, ritüel disiplinler ve ceza hükümleriyle örülmüş, dar ve kapatıcı bir normlar toplamıydı; bu yüzden de “evrensel” bir ahlakın değil, bir cemaatin kendini içeriden yönetme tekniğinin adı olabilirdi. Bu çerçeve içinde Voltaire, Yahudileri medeniyetin ritmine ayak uyduramayan, kapalı ve “tarih dışı” bir topluluk gibi sundu. “Büyük ve uygar milletler”in yasalarını ve bilgisini “küçük, karanlık ve esir” bir halktan alamayacağını iddia etti; Yahudilerin düşünce, bilim ve sanat alanlarında insanlığa kayda değer katkı sunmadıklarını, büyük uygarlıkların yanında sürekli geri kaldıklarını iddia etti. Yahudiliği, aklın ve özgür eleştirinin karşısına yerleştirdiği “batıl inanç” rejimi olarak çizdi; bu rejimin ürettiği toplumsal karakteri ise açgözlülük, çıkarcılık ve düşmanlık gibi ahlaki yüklemelerle resmetti. Yani modern çağın “ilerleme/medeniyet” sözlükleri ile eski Hıristiyan anti-Yahudi motifleri yeniden ifade etti.
Immanuel Kant da farklı değildi. Kant’a göre dinin özü, insanın akılla kavradığı evrensel ahlâk yasasına özgürce (zorlama olmaksızın) bağlanmasıydı; “hakiki” ya da “saf” din, ahlâkın bu evrensel çekirdeğiyle özdeşleşmeliydi. Buna karşılık kutsal metinleri, ritüelleri ve kurumları ile tarihsel dinler ancak bu ahlâkî çekirdeği taşıdıkları ve ona hizmet ettikleri ölçüde din olarak değerliydi. Kant’ın Yahudilik hakkındaki hükmü bu din tanımına bağlıydı. Ona göre Yahudilik evrensel bir ahlâk topluluğunu kuran bir din değildi, belirli bir topluluğu dışsal ve “statüsel” yasalarla bir arada tutan tarihsel-siyasal bir düzendi, bir yasa rejimiydi. Kant bu kadarla kalmadı. İnşa ettiği bu dinler hiyerarşisine doğrudan stereotipik ve aşağılayıcı genellemeler ekledi; mesela, Yahudileri “aramızda yaşayan Filistinliler” olarak tarif etti. Avrupa’da yerleşik ama köken itibarıyla ‘doğulu’, bu yüzden de tam Avrupalı sayılamayacak bir topluluk. Tefeciliğin ruhuna işlediği, bu yüzden de aldatmayı içselleştirilmiş bir halk. Burada artık Kant felsefî, aydınlanmacı bir dilden uzaktır elbette. Asırların Yahudilere yönelik nefret dilini aydınlanmanın tanımını yapmış filozof olarak tekrar etmektedir sadece.
Hegel’in okuması da büsbütün farklı değildir. Hegel için tarih Geist’ın özgürlüğünü giderek daha bilinçli ve kurumsal biçimlerde gerçekleştirdiği bir süreçtir; dinler de bu sürecin bir sahnesidir. Kısaca dinler Geist’ın kendi bilincini açmasıdır. Yahudilik Hegel’in ‘yücelik (sublimity) dini’ diye adlandırdığı ana denk gelir: Tanrının duyusal dünyadan ve insanî ilişkilenmeden radikal biçimde ayrıştırıldığı, temsil edilemez bir ‘Tek’ olarak düşünüldüğü; insanın Tanrı’yla ilişkisinin uzlaşma/sevgi ekseninde değil, efendi–kul (hâkimiyet–bağımlılık) ve itaat ekseninde kurulduğu an. Yahudilik özü itibariyle yabancı bir Efendi’ye kulluk demekti; ancak bu kulluk alçaltıcı bir hal değil, bilakis seçilmişlik haliydi. Sorunlu olan da buydu. Kulluk ilahi ve yüce bir amaç olarak kurgulanmış ve onu benimseyenleri ayrıştırmıştı. Yahudiler seçilmiş halk bilinciyle evrensel etik topluluğa kapalı bir kollektivite haline gelmişti.
Bu kurgunun modern vatandaşlık teorisi için ne kadar sorunlu olduğu aşikardır: Yahudiler bireyleşemeyen, ortak değerlerde uzlaşamayan, kendi içine kapanan, evrensel olanla bağ kuramayan bir cemaatti. Ayrı mahkemeleri, ayrı vergi rejimleri, ayrı temsil organları ile Yahudiler bir tür ulus içinde ulustu. Sorun artık Hıristiyan teolojisinin “Tanrı katili halkının” ötesinde bir boyuttaydı. Teolojik nefretin yerine, bu kez tarih-dışı, irrasyonel, kabileci bir cemaat eleştirisi yerleşti; Yahudiler, kapalı cemaat yapılarıyla, evrensel aklın, ilerlemenin ve modern vatandaşlığın önünde engellerdi. Artık “akıl” konuşuyordu, ancak dinden daha ağır bir damgalama ile Yahudileri damgalıyordu.
Yahudi Aydınlanması, Haskala, bu zeminde doğdu. Hareket, Yahudi cemaatinin kendi açılarından geriliklerini teşhis ediyordu ve çözümler üretiyordu: Çocukların ve gençlerin eğitimi yalnızca Talmud ve dinî hukuk metinleri ile sınırlı kalmamalıydı, tarih, felsefe ve doğa bilimlerini de kapsamalıydı; Yahudiler dar meslekî alanlarda sıkışmamalı, gettolarda kapanmamalı, mesihçi beklentiler içine girmemelilerdi; Yahudiler bireyler olarak kamusal alana katılmalı, bunun için cemaat ayrıcalıklarından vazgeçmeli, cemaat mahkemelerini gerekirse kapatmalı, ibadet ve ritüellerini özel alanlarına çekmelilerdi; Yahudiler kılık kıyafetleriyle, konuştukları dillerle, icra ettikleri meslekleriyle, gündelik hayatlarındaki pratikleriyle içinde yaşadıkları Hıristiyan toplumundan ayırt edilmez hâle gelmelilerdi. Haskala özünde Yahudilerin toplumsal hayattaki görünümleri, yaşantıları itibariyle Yahudiliklerinden bütünüyle vazgeçmelerini, onları Yahudi olarak damgalayan bütün kamusal özelliklerini görünmez kılmalarını savunuyordu. Aydınlanma Yahudilere modern dünyanın parçası olma karşılığında bir bedel talep ediyordu; özele çekilmelerini, görüntülerini disipline etmelerini. Haskala bir grup Yahudi aydının Aydınlanma eleştirilerine cevabı oldu, olumlu cevabı. Eleştirileri ciddiye aldıklarının, hatta içselleştirdiklerinin göstergesi. Bu haliyle aslında Haskala Yahudiliğe ve Yahudilere dair eleştirileri kabul etmiş oluyordu ve onları kendi çaplarında yaymış.
On dokuzuncu yüzyılda Yahudiliğe ve Yahudilere yönelik eleştiriler Yahudilerin cemaat statülerinin tanınıp tanınmaması tartışmasında da kendini gösterdi. Eleştirilerin özü şuydu: Yahudiler ayrı bir siyasal varlık olarak ortadan kalkmalı, hayatlarına diğer vatandaşlarla aynı hak ve yükümlülüklere sahip bireyler olarak devam etmeliydi. Bu mantığın en çıplak ve sert formülasyonlarından birini Bruno Bauer dile getirdi. Bauer, 1840’larda kaleme aldığı metinlerde modern bir devletin, herhangi bir dinî topluluğu ayrı bir kolektif kimlik olarak tanıyamayacağını savundu. Ona göre mesele, “Hıristiyan devletin Yahudilere tahammül edip edememesi” değildi; devlet Hıristiyan karakterinden vazgeçerken, Yahudiler de Yahudi kimliğinden vazgeçmeliydi. Ancak böyle yaparak Yahudiler eşit yurttaşlar olabilirdi. Yahudi cemaatinin tarihsel ayrıcalıklarının, kendi mahkemeleri ve dinî hukukunun, “ulus içinde ulus” konumunun modern devlette yeri olamazdı. Bauer aslında Aydınlanma eleştirilerinde zaten dolaşımda olan bir ilkeyi radikalleştirmiş oldu: Eşit yurttaşlık, ancak Yahudi kimliğinin kamusal alandan bütünüyle çekilmesi ile mümkündü.
Bauer’in Yahudilere bu çağrısını başka bir isim farklı bir alanda yeniden ifade edecekti. Ekonomi/iş alanında. Hem de ailesi Yahudi kökenli bir isim.
Birol Başkan güncele ve güncel olmayana dair paylaşımlarını birolbaskan.substack.com adresinde yapmaktadır.

