“Ve o, erkek ve kadın olarak çiftleri yarattı.”
Necm – 45
“Tanrı insanlığı kendi suretinde yarattı; onları Tanrı’nın
suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı.”
Yaratılış 1:27
Simsiyah, her daim cilalı, pırıl pırıl siyah ayakkabıları. Dizlere kadar çekilmiş, ayak bileklerini, baldırlarını sıkı sıkı sarmalamış siyah çorapları. Dizlerinden beline kadar daracık, parlak kömür kadife kumaştan pantolonu; dizlerde çoraplarının içine sokulmuş, belde ise deri kayışla bedene tutulu. Kayış yer yer görünmekte, zira beyaz ipekten gömlek pantolonun üzerine dökülü. Yakaları da dantelli, kollukları da. Kar beyazı bir iplikten ince ince dokunmuş. O gömlek üstüne siyah kadife kumaştan dikili bir yelek. Annesinin şefkati o yelekte cisim bulmuş, rüzgara ve soğuğa karşı o incecik bedeni korumak için kucaklamış. Gömleğin dantelleri boyundan ve kollardan dışarı salınmış. Omuzları o dışarı salınan tülle örtülü. Kollar sallandıkça koldan taşan tüller, o nazik eller ile dansta. Açık ten. Pırıl pırıl parlayan çakır gözler. Altın sarısı dalgalı saçlar. Görenlerin dönüp bir daha baktığı, güneş ışınlarının renkten renge soktuğu bir çocuk. Bir tek kanatları eksik. Sanki Rönesans resimlerinden fırlamış da New York sokaklarında kendini yürür bulmuş. O Cedric Errol, annesinin biricik oğlu.
Cedric bir masal kahramanı. Frances Hodgson Burnett’in romanı ‘Little Lord Fauntleroy’ın baş karakteri. Cedric yetim. Babası bir İngiliz asilzadesi. O henüz küçükken vefat etmiş. Annesi bir Amerikalı. Fakir ancak dürüst. Protestan ahlaklı. Oğlunu da o ahlakla yetiştiriyor. Cedric sadece görüntüsü ile değil, ahlakı ile de meleksi. Romanın hikayesi Cedric’in hem fiziki hem ahlaki güzelliği ile Amerikalılara son derece karşı, önyargılı İngiliz asili dedenin sevgisini kazanması. Masum bir çocuk hikayesi gibi. Yüzeyde öyle. Özünde değil. Zira bu çocuk hikayesinin içinde 19. yüzyıl sonlarının Amerika’sının hegemonik anlatısı gizli. Hikayede yüceltilen şey beyazlık. Ancak her beyazlık değil, belirli bir beyazlık: Anglo-Saxon beyazlık. Protestan ahlakıyla yoğrulu beyazlık. Kökeni Avrupa’da, ama kaderi sürekli Batı’ya doğru göçle durulaşan, yükselen beyazlık.
“Batıya doğru yol alır imparatorluğun seyri;
Dört perde geçti çoktan,
Beşincisi günle birlikte tamamlayacak dramı:
Zamanın en soylu çocuğu, sonuncusudur.”
Cedric bu hegemonik anlatının masum yüzü, ve popüler. Öyle popüler ki Cedric’in kıyafeti, -kadife ceket, dantel yakalar, kısa pantolon ve uzun dalgalı saçlar,- Fauntlorey takımı namıyla erkek çocuk modasına damga vuracak.
Bu hegemonik anlatı Burnett’in romanının en bariz yönü. Romanın başka bir yönü daha var, yazarın kendisinin insani kısıtlar altında belki göremediği, göremeyeceği yönü. O da her çocuğun aslında ailesinin bir projesi olduğu inancını içeren yön. Bu inancın ilk ne zaman doğduğu, ve nasıl yayıldığı benim için meçhul. Ancak o dönemin hakim genel inancı ile uyumlu. Hatta o genel inancın adeta özel bir alanda temsili. O dönem aydınlanma çağıdır, hayatın her daim iyiye gittiğine, her daim geliştiğine, ve bunun insan aklı, iradesi ve çabası ile olduğuna dair sarsılmaz bir imanla inanılan ve o inançla hareket edilen bir dönem. Bütün bir toplumu reform veya devrimlerle dönüştürüp, yeniden inşa edebileceklerine inananların dönemidir. Bir çocuğun ailesi tarafından, daha ilerleyen yaşlarında, toplum ve devlet tarafından belirli bir doğrultuda inşa edilebileceği ve yoğrulabileceği inancı o dönem için çok da uçuk bir fikir değildir. Dönem sosyal Darwincilik dönemidir, eugenics dönemi.
Öncesinin bin yıllar boyunca hakim bakışı Platonik. Her insanda değişmeyen, bozulmayan bir özün olduğu inancı. Kanunlar’dan hatırlayın: Tanrılar bazılarının hamuruna altın karıştırır, bazılarınınkine gümüş, bazılarınınkine demir ve bronz. Plato’nun asil yalanı. Aslında bu Platonik bakış Burnett’te de sezilir. Asilzadenin oğlunun asilzadeliği gibi. Cedric’in iyiliğinin doğal olması gibi; saçlarının sarılığı, görüntüsünün meleksiliği kadar. Irkçılık da bir nevi Platonik değil midir? Öte yandan romanda Cedric’in sevimliliğine, sevinirliğine, iyiliğine annenin katkısını kabul de vardır. Nitekim annenin İngiliz asilzade dedenin saygısını kazanması bu katkının kabulüdür.
Diğer bir deyişle romanın içinde çocukların anne babaları tarafından şekle sokulabileceği inancı içkindir. Ve bu inancın çağrışımları vardır. İnsanın hayal gücünün sınırları yoktur. Çocuk anne ve baba tarafından şekle sokulabiliyorsa artık hayal gücünü iteleyen bir etken de korkudur. Bütün erkek çocuklarının Cedric’in bir benzerine dönüşmesi hayalinin yarattığı korku. Erkek çocuklarının kız gibi görünmesi, kızlaşması korkusu. Bu korku Cedric’in imajını kamusal tahayyülde öylesine dönüştürecektir ki… Cedric nihayetinde kızlıkla özdeşleşecektir. Nitekim romanın 1888 yılında yapılan ilk tiyatro uyarlamasında Cedric’i bir kız çocuğu, Elsie Leslie canlandıracaktır. Daha sonraki uyarlamalarında, ikili cinsiyet bakışının hakim olduğu nispeten muhafazakar bir toplum için belki daha vahimi; kız gibi görünen, ama kız olmayan erkek hayali.
Cedric bir zaman sonra kamusal tahayyülde açıkça ‘sissy’ figürüne dönüşecektir. Sigmund Freud bu çalkantılı dönemde ortaya çıkacak ve mezkur korkunun yersiz olmadığına hükmedecektir. Zira Freud’e göre, insan evladında cinsiyetin gelişimi doğuştan bir özün içinden geçtiği ve o geçiş boyunca dönüştüğü süreçtir. Belirli aşamaları olan bir süreç: oral, anal, fallik, gibi. Sürecin ‘sağlıklı’ sürmesi, -erkek evladın sorunsuz adamlaşması, kız evladın sorunsuz kadınlaşması,- anne ve baba figürlerinin kritik katkısı ile mümkündür. Freud’un cinsiyet kuramı açısından Cedric’in dramı nettir. Baba figürünün yokluğunda bu süreci sağlıklı sürdürememe ve özünü adamlığa dönüştürememe.
Yirminci yüzyılın en uzun soluklu ve halen daha bütün şiddetiyle süregiden kültürel mücadelesinin belki ilk rauntları. Mücadelenin bir tarafı Freud gibi cinsiyete Platonik bakan taraf. Erkeklik ve kızlığın özde olduğu, ancak nihayetinde “doğru” süreçte keşfedilmesi gerektiğini iddia eden taraf. Diğer taraf ise, erkeklik/adamlığın ve kızlığın/kadınlığın bir özünün olmadığı, tamamen toplumsal inşa olduğunu iddia eden taraf. Simone de Beauvoir netliğinde “kadın doğulmadığı, kadın olunduğu”nu iddia eden taraf. Mücadele de haliyle ikili cinsiyet ayrımı üzerine. Bir taraf ayrımı olabildiğince netleştirme ve derinleştirme peşinde. Diğer taraf ayrımı olabildiğince bulanıklaştırma, hatta ayrımın varlığını dahi inkar peşinde.
Bugün cinsiyetlere atfettiğimiz onlarca, yüzlerce, çoğu sembolik, performatif özellik bu mücadelenin diyalektiğinin neticesi aslında. Mesela, en basitinden, erkeklik ve kızlıkla özdeşleştirilen renkler; erkeklerin mavi, kızların pembe ile. Giyim tarihçisi Jo Barraclough Paoletti’ye göre 1940’lı yıllarda kurulan bir özdeşleştirme bu. Daha öncesinde bugünkü netliğinden yoksun bir özdeşleştirme. 1936 yılı tarihli Frederick Jackson imzalı bir erkek çocuğu elbisesi tastamam pespembe. Wikimedia’da mevcut.
Aslında tam tersi de olabilirdi. Pembe tutkunun, saldırganlığın rengi kırmızının bir tonu olduğu için pekala erkek rengi olarak da kodlanabilirdi. Mavi ise dinginliğin, huzurun temsili olarak kadınlarla. Bu şu demek: Renk kodlaması gibi erkeklik veya kadınlıkla özdeş bir çok şeyin o kültürel mücadelenin içinde şekillenmiş olması.
Bugünün erkekliği ve kadınlığı bu yüz küsür yıllık mücadelenin ürünü. Ancak mücadele bu kadarlıkla kalmadı. Cinsiyetin kendisine bakış değişti. Özellikle cinsiyetin inşa olduğu iddiasının doğal neticesi olarak. Erkeklik ve kadınlık bir keşif veya inşa süreci ise neden sadece iki cinsiyet kalıbında olsundu?

