Daktilo2 için gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, Sabancı Üniversitesi’nden Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, Türkiye’nin demokratik kurumlarının aşınmasını ve “neo-patrimonyal sultanizm” olarak tanımladığı rejimin yükselişini detaylı bir şekilde ele alıyor. Halk Yönetimi: Demokrasi ve Popülizm Çatışmasında Dünya (2021) ve sultanistik rejimler üzerine yaptığı çalışmalar gibi kapsamlı araştırmalarına dayanarak Kalaycıoğlu, tanımladığı bu otoriter sistemin beş temel özelliğini ve bunların Türkiye’deki yansımalarını açıklıyor.
Ersin Kalaycıoğlu, Türkiye’yi küresel otoriterlik dalgasında konumlandırırken, diğer sultanistik rejimlerle paralellikler ve Türkiye’ye özgü farklılıklar üzerinde de duruyor. Kalaycıoğlu’nun rejimin dönüşüm mekanizmaları, demokratik kurumlara etkileri ve küresel otoriter eğilimlerle ilişkisine dair Daktilo2’nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiğiniz bir söyleşide “Sultanizmde hesap verilmez” diye bir ifade kullanmıştınız ve bu rejimin beş temel özelliğinin bulunduğunu, bugün beşinin de Türkiye’de mevcut olduğunu söylemiştiniz. Sizce hangi özellik, sistemin otoriterleşmesinde en kritik kırılma noktasını oluşturuyor?
Sultanizm kavramını patrimonyal (merkeziyetçi bir gelenekçi siyasal yönetim biçemi) bir yönetim için ilk öneren ünlü Alman siyaset sosyoloğu Max Weber olmuştur. Bu kavramı 20. yüzyılın ikinci yarısında Latin Amerika, Afrika, Asya ve hatta Avrupa’da (Romanya’da) ortaya çıkan türleri nedeniyle araştırmanın önem arz ettiğini düşünen siyaset sosyologları ve siyaset bilimciler H. H. Chehabi ve Juan J. Linz başkanlığında bir çalışma yürüterek 1998’de The Johns Hopkins University Press tarafından basılan “Sultanistic Regimes” adında bir derleme kitap yayınladılar. Bu kitabın ilk üç bölümünü de Chehabi ve Linz ortak olarak sultanizm siyasal rejimleri hakkında bir kuramsal çalışma olarak yayınladılar. Burada ortaya koyulan kuramı referans olarak alırsak, beş tane özellik sultanizm rejimlerini tanımlamaktadır:
“1. Hükümet ve devlet arasındaki farkların bulanıklaşması (kuvvetler ayrılığının tersi), yasamanın hiçbir etkinliğinin olmaması, iktidar partisinin hem hükümete hem de devlete hâkim olmasıyla bir tür parti devletinin oluşması,
2. Kişiselliğin yönetim üslubuna egemen olması (personalism): Siyasal kararların tek kişinin şahsi takdirine bırakılması (personal discretion of the leader); kurumların yokluğu veya kıymet-i harbiyesinin olmaması, siyasal kurumların olmadığı bir yönetim biçiminin oluşması,
3. Anayasal takiyye (constitutional hypocrisy), mevcut anayasa, yasa ve genel olarak her kuralın seçici olarak uygulanması veya yönetimde hiç kaale alınmaması,
4. Rejimin toplumsal kökenlerinin zayıflayarak iktidarın merkezileştirilmesi, çoğulculuğun ortadan kaldırılarak devlet ve liderin sınırsız iktidarının kurulması. Siyasal vatandaşlığın sadece liderin başarılarını desteklemek ve etkinliklerine destek vermek ve ona sahip çıkılmasına indirgenmesi,
5. Ekonominin kurallarının çarpıtılarak (distortion) ahbap çavuş ekonomisi halinde işlemesi, kapitalist bir ekonomi mevcutsa bile onun ahbap çavuş kapitalizmine dönüştürülmesi, kısa dönemli kararlara dayanan bir iktisat yönetimine dayalı belirsizlik içinde çalışan bir iktisadi yapının ortaya çıkması.” (Kalaycıoğlu, Ersin (2021). Halk Yönetimi: Demokrasi ve Popülizm Çatışmasında Dünya, Ankara, Efil Yayınları): 120.
Bu içerikte bir uygulama OHAL diye anılan olağanüstü koşullarda yapılan 16 Nisan 2017 Halk Oylaması sonucunda geleneksel kişisel yönetimi kutsayan bir aşırı merkeziyetçi ve gelenekçi uygulama olarak, teknik anlamda neo-patrimonyal[1] sultanizm içeriğinde tekrar hayata geçirilmiştir. Bu rejimin ilk uygulaması II. Abdülhamit döneminde uygulanmış olduğundan Türkiye’de sadece ve kısaca neo-Hamidiyen bir siyasal rejim uygulaması olarak da adlandırılabilir. (Kalaycıoğlu, Ersin, “1960 Sonrası Türk Siyasal Hayatına Bir Bakış: Demokrasi, Neo-patrimonyalizm ve Istikrar” Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği (der.), Tarih ve Demokrasi: Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan, (Istanbul: Cem Yayınevi, 1992): 87-126 ve Boğaç, Erozan (2023) “Neo-Hamidiyenizmin Kavramsal Serüveni”, Ali Çarkoğlu, Emre Erdoğan, Mert Moral (der.) Türkiye’de Siyasetin Sınırları: Siyasal Davranış, Kurumlar ve Kültür, (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları): 155 – 168.)
Bu beş özellikten ilk dördü de ortak olarak veya birbirlerini destekleyerek demokratik bir hukuk devletinde uygulanması fevkalade zor hatta olanaksız bir siyasal rejim ortaya çıkarmaktadır. Bir kişinin sadece şahsi takdiriyle karar alması, hiçbir yatay siyasal denetime (yasama ve yargı) etkili olarak tabi olmaması, seçimlerin demokratik bir ortamın adil ve serbest seçim ortamında yapılamaması, medya, basın ve sosyal medyanın da özgürlük çerçevesinin fevkalade dar olması hasebiyle denetlenememesi veya kendisinden hesap sorulamaması demokrasi olarak çalışmasını engeller. Craig T. Borowiak’ın Accountability and Democracy (Oxford University Press, 2011) adlı kitabının ilk cümlesi: “…Hesap vermeyen/sorulamayan (accountability) bir hükümet şekli istabdattır”[2] şeklindedir; hesap sormak/vermek ile demokrasi arasındaki bagayet açık olarak ortaya koymaktadır. Sadece temel siyasal yetke (otoriteler) ve karar alıcılar değil, tüm yakınları ve partizan destekçilerinden de, her türlü hukuksuz ve usulsüz uygulama şüphesine rağmen hesap sorulamaması, neo-hamidiyenizmin demokrasi olarak çalışmasının önündeki en büyük engellerdendir.
Medyascope platformunda katıldığınız bir programda “Bana göre 2017’de Neo-patrimonyal bir Sultanizm rejimine geçildi” ifadelerini kullanmıştınız. Bu bağlamda, yasama organının denetim gücünün nasıl eridiğini veya sembolik hale geldiğini somut örneklerle açıklayabilir misiniz? Bu süreç, Türkiye’nin demokratik kurumlarına nasıl bir zarar verdi?
Yasamanın yürütmeyi denetleme etkinliği ve gücü yıllar süren çabalar sonucunda, Fahri Bakırcı meslektaşımızın Kuruluşundan Günümüze TBMM’nin Denetim Yetkisi’nin Sönümlenmesi: Denetim’den Kaçış (Ankara: Lykeion, 2021) adlı kitabında ayrıntılı biçimde detaylandırdığı ve örneklendirildiği gibi aşındırılmış, adeta yok edilmiştir. 2017 Halk Oylaması sonrasında bu süreç yeni bir denetimsizlik aşamasına ulaşmıştır. Burada vurgulamak istediğim en temel hususlar TBMM’nde sözlü soru sorulmasının, gensorunun ve Meclis’in içinden çıkan ve onun güvenini kazanarak ve onayını alarak çalışan bir hükümetin ortadan kalkmasının yanı sıra, örneğin ABD Başkanlık uygulamasında olmayan bir parti başkanı olan Cumhurbaşkanı eliyle partizan milletvekili belirleme gibi uygulamalarla TBMM’nin denetim gücünü azaltmıştır. Denetim gücü azalmakla kalmamış, Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle kanun yapılması, anayasa takiyyesi nedeniyle, anayasada yasaklanan bir uygulama olan, vergi salınmasını bile gerçekleştirilebilmekte, TBMM’nin yasa yapmaktan sorumlu tek siyasal yapı olma keyfiyeti bile ortadan kaldırılmış bulunmaktadır. (Kalaycıoğlu, Ersin (2022) “Yasama’nın Yüz Yıllık Kurumsallaşma Öyküsü: Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (der.) Türkiye Büyük Millet Meclisi Yüzüncü Yıl Armağanı: Hukuk, Siyaset Bilimi ve Tarih, (İstanbul: Tekin Yayınevi) içinde: 313 – 357).
Demokratik başkanlık rejimlerinin kaynağı olan ABD Başkanlık rejiminde Başkan kanun hükmünde kararname yayınlayamaz. Yayınladığı kararnameler Congress (yasama organı) ve onun içinde de Senato’nun denetimindedir. Vergi düzenlemelerini sadece yasama organı yapar. Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri Türkiye’de tam bir kanun hükmünde kararname veya alternatif yasama işlemi içeriği kazanmış bulunmaktadır. Meclis onayıyla kabul edilmiş antlaşmalar bile, örneğin İstanbul sözleşmesinin iptali gibi, anayasaya ve onun akla uygun yorumuna aykırı olarak Cumhurbaşkanı tarafında iptal edilebilmiş; yasamanın uhdesinde olan bir karar yürütme tarafından gasp olunmuştur. Buna yargı da destek vermiştir. Kanun hükmünde kararname yasama erkine hile niteliğindedir ve bir gün Türkiye demokrasi ile yönetilmeye yönelecek olursa, ilk olarak kaldırılması gereken uygulamaların başında gelmesi gereken bir uygulamadır.
Milletvekillerinin sorduğu yazılı sorular çok uzun süre yanıtlanmamakta, ya da sorunun muhatapları “gereği yapılmaktadır” gibi muğlak, detaylandırılmamış, genel geçer açıklamalar yaparak yanıtlamamayı tercih etmektedirler (Kalaycıoğlu, E. (2022): 350). Yazılı soruların çok küçük bir oranına mevzuatta belirlenen 15 günlük süre içinde yanıt verilmekte, geri kalanının bir kısmına Meclis oturumu sonuna kadar bile yanıt verilmemektedir (Kalaycıoğlu, E, (2022): 345 – 348).
Cumhurbaşkanı’nın partili ve hatta parti başkanı olması, yasamadaki parti sisteminde de büyük bir etki yaratmaktadır. Parti disiplini içinde yasamadaki en büyük grubun da lideri olan Cumhurbaşkanı yönetiminde yasama adeta yürütmeye bağımlı hale gelmekte, onun direktiflerini yerine getiren, Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle “indir elini, kaldır elini” halinde çalışan, yürütmenin aldığı kararları onaylama makamı, adeta bir “Süper Noter” halini almaktadır. Bu haliyle yürütmeyi denetleyebilen ayrı bir yapıya sahip yasama organından bahsetmek pek mümkün olamamaktadır.
Deprem sonrası katıldığınız bir programda, Gini katsayısındaki bozulmaya ve küçük bir azınlığın servet biriktirirken çoğunluğun yoksullaşmasına dikkat çekmiştiniz. Bu ekonomik model, sultanizmle nasıl bağlantılı? Sistemin ekonomi politiğini bu çerçevede nasıl değerlendiriyorsunuz?
İlk soruda saydığım sultanizm siyasal rejimi özelliklerinin 4 ve 5. maddeleri dikkate alınacak olursa, burada Weber’in patrimonyalizm tanımında işaret ettiği gibi akrabalar, dost ve ahbaplarla yönetim uygulamasından kaynaklanan bir ahbap-çavuş kapitalizmi (crony capitalism) uygulaması söz konusudur. Bu durumda devlet imkanlarını kullanan iktidarların özellikle ihaleleri kendi yandaş ve partizan destekçilerine verdikleri; vergi başta olmak üzere, çeşitli mali araçlarla geliri kendi yandaş ve partizan destekçilerine aktardıkları görülmektedir. Çeşitli şirketlerin vergileri affedilirken, bordrolu çalışanların ve emeklilerin gelirleri azalmakta, vergi yükü artmaktadır. Bu durum Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme İndeksi Raporlarından da anlaşılmaktadır. 2025 yılı raporuna göre gini indeksi %44.4 gibi fevkalade bozuk bir gelir dağılımına işaret derken, milli gelirin en üst %1 seviyesinde olanlar gelirin %24.4’ünü alırken, en alt %40 düzeyinde olanlar ancak %14.4’üne, %15 bile değil, sahip olabilmektedirler. Makro ekonomide alınan kararların etkileri olmadan bunu açıklayabilen hiçbir iktisatçı veya iktisat kuramı mevcut olmamıştır. İktidarın ideolojik ve partizan kararlarla makro ekonomiye yaptığı müdahaleler makro denge ve değişkenleri belirlemiş ve ortaya bu fevkalade bozuk gelir dağılımını çıkartmış bulunmaktadır.
Halk Yönetimi Demokrasi ve Popülizm Çatışmasında Dünya isimli kitabınızda popülizmin hem liberal demokrasiyi hem de totaliter yapıları barındırabileceğini belirtmiştiniz. AK Parti’nin popülist söylemi, Türkiye’de liberal demokrasiyi zayıflatıp otoriter bir yapıyı güçlendirdi mi? Bu dönüşümde hangi söylem ve politikalar öne çıktı?
Türkiye’nin demokrasi karnesi neo-patrimonyal sultanizmin uygulamaya konulduğu 2018 yılından itibaren hızla demokrasiden uzaklaştığına işaret ediyor. 1973’ten beri bu konuda ölçümler yapan Freedom House’a göre Türkiye o tarihten beri ilk kez 2018’den itibaren her yıl “NOT FREE” özgür veya demokratik olmayan ülke olarak ölçüldü. The Economist dergisi tarafından her yıl yayınlanan Demokrasi İndex’ine göre Türkiye 2012 yılı raporunda aldığı 5.76/10 puanla 88/167. sırada iken, 2019 yılı raporunda 4.09/10 puanla dünyada 110 / 167. sırada, Nijerya ile Fildişi Sahili arasında yer alan bir “hybrid (melez)” rejim olarak ölçülmüştü. Bu puanı en fazla etkileyen 2012’de 4.12/10 puandan 2019’da 2.35/10 puana düşen özgürlükler (civil liberties) puanıydı ve 2019 yılında bu puan ortalama bir Afrika ülkesinin bile altında bulunmaktaydı. 2022, 2023 ve 2024 yıllarındaysa 102–103. sıralarda yer alan Türkiye’nin özgürlükler puanı daha da düşerek (2.06 / 10) bir melez (otoriter–demokrat karışımı) ülke olarak yer almaya devam etti. Aynı yıllarda Varieties of Democracy (V-DEM) ölçümlerinde de Türkiye 2022’de 147/179, 2023’te 141/179 ve 2024’te de 133/179. sırada Mısır ve Ruanda arasında yer alan bir konumda ölçülürken, V-Dem Türkiye’yi bir seçimli otokrasi (electoral autocracy) olarak tanımladı.
Bu demokrasi karnesi herhangi bir söylemden veya tek bir uygulamadan kaynaklanmamaktadır. Uygulanan ve ilk soruya verdiğim yanıtta tanımladığım sultanizm, siyasal rejiminin özelliklerinin birikimli neticesidir. Sultanizm rejimi uygulayan hiçbir ülke, örneğin Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Nikaragua, Venezuela, Çavuşesku’nun Romanyası, Şah Rıza Pehlevi’nin İran’ı, Esatların Suriyesi, Zaire, Marcos’un Filipinleri’nin hiçbiri demokrasi ile anılan ülkeler değildir. Kişisel merkeziyetçi yönetim, denge ve denetim uygulamalarının siyasette yer almadığı bir ortamda demokrasi olarak çalışamamaktadır. Sultanizm rejimini terk edip, tekrar demokrasi ve hukuk devleti yoluna dönmediğimiz sürece ülkemizin demokrasi ve hukuk devletiyle anılmasının mümkün olmayacağı da aşikardır.
Sultanizm rejimi geliştirmek için yapılan girişimler güvenlikçi bir söylemle, özellikle pek de belirginleştirilmemiş ve tanımlanmamış “beka” söylemiyle, istikrarı kişisel siyasal yönetimle ve bir kişinin iktidarda kalmasıyla özdeşleştirerek olmuştur. Bu süreçte 2016’dan itibaren açıkça cehalet ve eğitimsizlik bir erdem ve bozulmamış, saf ve temiz olmanın toplumsal temeli olarak takdim edilmiştir. Bunun karşıtı olarak da üniversite eğitimi, yabancı dil bilgisi, bilimsel bilgi, sanat, felsefe vb. bilgi sahibi olmak siyaseten şüpheli, tehditkar, düşmanca fikirlere sapılabilen, Batılı düşüncelerle kirlenmiş bir zihniyetin temsilciliği, düşmanlık olarak takdim edilmeye başlanmıştır. Özellikle pozitif bilim ve laiklik ile dinsizlik özdeşleştirilerek, bu kişiler günah keçisi olarak resmedilmiştir. Cahillerin Anadolu irfanı sayesinde çağdaş bilim sahiplerinin yozlaştırıcı etkilerinden korunmak gibi tuhaf bir ikilem kullanıma sokulmuştur. Bu ortamda beka tek bir kişinin siyasal iktidarının korunması ve sürdürülmesi olarak tanımlanırken, yapılan eleştiriler hakaret ve muhalefet de fitne olarak takdim edilmiştir. Nihayet, etkili muhalefeti yok etmek için Amerika’da “lawfare” (hukuku kullanarak savaşmak) olarak ifade edilen yöntemlerle askerden başlayan süreçler, yargı ve bilahare siyasal muhalefetin üyelerine doğru yayılarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu yolla cahil, yoksul ve istihdam dışı seçmen kitlelerinin itibarı artırılırken, eğitim, bilgi, beceri ve meslek sahiplerinin de sindirilmesi ve etkisizleştirilmesine çalışılmıştır. Bu süreç sonunda eğitim simgelerinin de anlamsızlaştırılması, diplomaların ve akademik derecelerin satışa çıkarılması, sınavları es geçerek eğitim kurumlarına kayıt olunması, sahte diplomayla siyasal mevkilere atanma veya seçilmeyle sonuçlanan bir aşamaya varmıştır. Bunların genel neticesi artan yoksullaşma; gelir dağılımı bozulması; artan kurumsal yozlaşma ve siyasal kurumların partizanlaşarak işlevsizleşmesi; Transparency International’ın yolsuzluk algısı puanlamasına göre 2012’de 49/100 puanla dünyada 54/176. sıradan, 2024’te 34/100 puanla 107/180. sıraya düşen bir yolsuzlaşmaya ve her türlü yasakların artması ile özgürlüklerin ciddi ölçüde aşınmasına, bu dört olgunun adeta bir sarmal oluşturarak ülkenin her alanda düzey yitirmesine yol açması olmuştur.
Son olarak küresel ölçekte popülizm ve otoriterlik yükselişte. Türkiye’yi bu küresel dalganın neresinde konumlandırıyorsunuz? Sizin “Neo-patrimonyal Sultanizm” tanımınız, dünya genelindeki otoriter eğilimlerle hangi açılardan paralellik gösteriyor veya ayrışıyor?
Türkiye popülizm ve otoriterleşme konusunda dünyanın önde gelen uygulamaları arasında adeta “avant garde” bir örnek mahiyetinde olmuştur. Ülkemizde Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralmış olduğumuz ancak artık yapısal olarak mevcut olmayan “merkez–taşra/kenar” yapılı siyasal ve toplumsal yapı, özellikle popülist söyleme çok kolay olanak sağlamıştır. 1946 seçimlerinde Demokrat Parti’nin kullandığı slogan olan “Yeter! Söz Milletindir” sloganı toplumu bir yanda “millet” diğer yanda da milleti istismar eden, hakir gören merkezi yönetim ve onların destekçileri olan kamu bürokratlarından ve onların içinde yer aldığı entelektüeller ve akademisyenlerden ibaret “merkez” olarak ifadelendirilmişti. Siyaseti de bu ikisi arasında yer alan hiçbir sınır tanımayan savaş (bu tabir “no-holds-barred-war” Frederick Frey’e ait), olarak tanımladı. 1946’da demokratikleşme ile birlikte yeni bir platforma taşınan bu mücadele ve zaman zaman savaş, 2000’li yılların başından itibaren yine güç kazandı. Taşra/kenarın temsilcisi olarak yükselen AKP, Merkez’e özellikle diplomat “mon cher”ler ve akademisyenlere karşıt derin bir nefret, kin ve düşmanlık içeren bir söylem geliştirirken, cahillik, okur-yazar olmayan ama ibadet eden, tarikatlara ve onların yapılarına katılan kitlelere sahip çıktı, yüceltti.
Türkiye Seçim Araştırmaları ve International Social Survey Program saha araştırmalarında kazanç karşılığı hayatı boyunca hiçbir işte çalışmamış olduğunu ifade eden seçmen kitlesi %30–40 civarında ölçülmektedir (bakınız Kalaycıoğlu, Ersin (2022)“Kulturkampf and Voting Behavior in Turkey: A key to Turkish party politics?” Çarkoğlu, Ali ve Kalaycıoğlu, Ersin (der.) Elections and Public Opinion in Turkey: Through the Prism of the 2018 Elections, (London and New York: Routledge) içinde: 133 – 156.) Bu kitlenin kendisini toplumsal statü merdivenlerine yerleştirmesi istendiğinde 2010’da kendisini ortanın üstü basamaklara koyanların oranı %20 kadardan 2018’de %42 civarına yükselmiş görünmektedir. Özellikle kentlerin çeperlerinde yaşayan kent yoksullarına büyük bir itibar ve statü sağlamış gibi görünen AKP iktidarları halk olarak tanımladığı kent ve kır yoksullarının ve onların değerlerinin yeni şampiyonu olarak temayüz etmiş bir görüntüdedir. Bu süreç Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki gelişmelerin adeta öncüsü gibi bir durumdadır. Bu kitle arasından kendisine yandaş ve partizan destek verenlere özellikle çalışma, iş, ihale vb. aktarımlarla geniş destek veren AKP, ilk olarak DP ile gördüğümüz parti yapısı ve konumunu mükemmel bir popülist patronaj mekanizması olarak çalıştırmış ve yoksul seçmen kitlesinden, Türkiye Seçim Araştırması saha araştırmalarından toplanan verilerle görgül olarak desteklendiği gibi, oy devşirmeyi başarmıştır.
Neo-patrimonyal sultanizm uygulaması bir popülizm örneği değildir. Birçok örneğinde demokratik seçimler de mevcut değildir. Türkiye’deki örneği, buradaki siyasal kültür ortamı ve seçmenin oy kullanmaya ve bu sayede patronaj ilişkilerinden yarar temin etmeye verdiği önem ölçüsünde sürdürülmüş gibi durmaktadır. Bunun bir kural olmaktan çok istisna olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak, ABD seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin aşırı sağa kayması ve ikinci kez seçilen Donald Trump’ın Başkanlığı’nda Türkiye’dekine benzer bir kişiselleşme, merkezileşme, anayasa takiyyesi geliştirmeye başlamış olması çok yeni bir olgudur. Bu gelişmeleri ABD’nin demokrasiden ayrılması, demokrasisinin aşınması (democratic backsliding), oligarklar eliye plutokratik bir yönetim haline gelmesi diye yorumlayan Amerikalı düşünür ve meslektaşlarımız bulunmaktadır. Bu açıdan bakacak olursak, 1950’lerde Amerika’yı taklit etmeye çalışan yönetimlerimiz yerine, Türkiye’deki siyasal rejimi taklit eder gibi görünen bir Başkan Trump yönetimi gelişiyormuş gibi duruyor, en azından zamanlama açısından bunu söylemek mümkün. Zamanın ruhundaki bu siyasal merkezin güçlenmesi, aşırı merkeziyetçilik, aşırı kişiselleşen hükümet uygulamaları Türkiye’yi bir istisna olmaktan uzaklaştırıyormuş gibi duruyor.
[1] Neo-patrimonyal rejimler patrimonyalizm gerçek siyasal karar alma ve uygulama biçemi olarak sürerken, çağdaş/modern yapıların varlığının vitrinde sergilendiği bir yönetim şeklidir. Yasama, yürütme ve yargı ayrı olarak anayasada yer alarak kurulmuştur. Siyasal partiler mevcuttur. Basın, medya kuruluşları da sivil toplum kuruluş, dernek ve vakıfları da mevcuttur. Seçimler de yapılabilir. Ancak, karar alma yüz yıllardır olduğu gibi iktidarda bulunan bir kişi, kral, şah, şeyh, cumhurbaşkanının yakın akrabaları ve arkadaşları tarafından sürdürülen bir faaliyet olmaya devam eder. Burada sayılan yapılar onların idaresi altında olduğundan bağımsız bir biçimde ses çıkartmaları beklenmez, zaten mümkün de değildir. İlk neo-patrimonyal sultanizm uygulaması olan II. Abdülhamit hükümetinde 1878’de geçici olarak tatil edilen Meclis 30 yıl kapalı kalmıştır. Ancak, Osmanlı 1876 Kânûn-ı Esâsî’nde Meclis vardır ve hükümetin bir parçasıdır. Uygulamada Meclis hemen hemen hiç olmamış Osman Gazi’den veya belki de daha etkili olarak Fatih Sultan Mehmet’ten beri süren patrimonyal, yani merkeziyetçi, gelenekçi, kişisel siyasal karar alıp uygulamalara devam edilmiştir. Görüntü modern ama uygulama gelenekçi, merkeziyetçi, kişisel bir yapıda olduğundan patrimonyalizmin değişmiş ve çağdaşlaşmış bir biçimi olarak neo-patrimonyalizm kurulmuştur.
[2] “Governance without accountability is tyranny.” (Borowiak, C. (2011): 5).