Bir süredir herkes aynı soruyu soruyor: “Enflasyon neden düşmüyor?” Faizler artırıldı, sıkı para politikasına geçildi, ekonomi yönetimi “kararlılıkla mücadele ediyoruz” diyor. Ama manavda, markette, berberde, lokantada fiyatlar durmuyor. Etiketler, neredeyse haftalık olarak değişiyor. Artık kimse “bu da zamlanmış mı?” demiyor, çünkü zaten zamlanmamış bir şey kalmadı. Maaşlar daha hesaba yatmadan eriyor, kiralar bir yıl öncekine göre iki, bazen üç katına çıkıyor. Kahvede, otobüste, sosyal medyada herkes aynı şeyden yakınıyor: “Her gün aynı parayla daha az şey alıyoruz.”
Bu tabloya bakınca, sadece ekonomik bir kriz değil, toplumsal bir yorgunluk da hissediliyor. Enflasyon artık sadece fiyatların yükselmesi değil; insanların sabrının, güveninin ve geleceğe dair umudunun da azalması anlamına geliyor. Çünkü enflasyon bir ülkenin cebini olduğu kadar psikolojisini de etkiler. İnsanlar geleceğe güvenmedikçe, paranın değeri kadar toplumsal dayanışma da erir.
Peki gerçekten, neden düşmüyor bu enflasyon? Faizleri artırmak, bütçeyi kısmak, bazı harcamaları ertelemek yeterli olmadı mı? Görünen o ki olmadı. Çünkü mesele sadece rakamlardan ibaret değil.
Enflasyon, ekonominin değil, toplumun tamamının davranışlarının bir yansımasıdır. Tüketiciden üreticiye, devlet kurumlarından sokaktaki vatandaşa kadar herkesin inancı, alışkanlığı, korkusu, tutumu ve yaklaşımları bu tablonun bir parçasıdır.
Bu nedenle enflasyonu anlamak, sadece fiyat endekslerine değil, insanların davranışlarına, umutlarına ve güvensizliklerine bakmayı gerektirir. Türkiye’de bugün süregelen enflasyon, çeşitli ürün ve sektörlerde arz-talep dengesizliğinin ötesinde; bir güven krizi, bir üretim zafiyeti ve bir toplumsal psikoloji sorunudur.
Tüketimin Değişen Doğası
Son yıllarda tüm dünyada tüketim alışkanlıkları kökten değişiyor. Eskiden “param olursa alırım” anlayışı hâkimdi, bugün “hemen şimdi, bugün alayım” mantığı var. Özellikle fiyatların sık sık değiştiği bu gibi zamanlarda, fiyatların artmaya devam edeceği beklentisiyle birleşince, talepte suni artışlar söz konusu oluyor. Böylece bir beyaz eşya ya da cep telefonu almak isteyen vatandaş, “gelecek ay zam gelecek” endişesiyle borca girerek harcıyor. Haliyle kredi kartı limitleri sonuna kadar doluyor, taksitler uzadıkça uzuyor. Ama sonuçta herkes aynı -sınırlı ve daraltıcı politikaların güdük kıldığı- gelirle geleceğini tüketiyor. Bu davranış biçimi, ekonominin soğumasını engelliyor. Çünkü talep düşmeden enflasyon düşmez. Oysa mevcut politika tasarımının temelinde -gelir kısılırsa, harcamalar da kısılır- görüşü hakimdi.
Öte yandan bunun bir de kültürel boyutu var. Son yıllarda tüketim bir statü göstergesine dönüştü. Artık insanlar yalnızca ihtiyaçlarını değil, kim olduklarını da tükettikleriyle anlatıyor. Sosyal medya, bu eğilimi daha da güçlendiriyor. İnsanlar, görsel bir rekabet içinde yaşıyor. Tatil, araba, marka kıyafet, kahve zinciri paylaşımları… Her şey bir “ben de varım” ifadesine dönüşüyor. Böyle bir ortamda tasarruf yapmak, neredeyse sosyal olarak “geri kalmak” anlamına geliyor. Bu da toplumsal ölçekte bir tüketim sarmalının dinamosunu oluşturuyor.
Fakat, gelir artışlarının bu tüketim iştahını karşılayabilmesi mümkün değil. Reel ücretler düşerken, insanlar kendilerini geçici olarak “refah içinde” hissetmek ya da alışkanlıklarını sürdürebilmek için borçlanıyor. Bu, bir tür “illüzyon ekonomisi” yaratıyor. Borçla finanse edilen refah, sürdürülemez hâle geldiğinde, enflasyon bir kez daha kendini hatırlatıyor. Çünkü sistemde para dönüyor ama değer yaratılmıyor. Üretim artmadıkça, sadece tüketimi artırmak, adeta yangına benzin dökmekten farksız.
Talep Koşuyor, Arz Havlu Atıyor
Piyasada talep, canlılığını her şeye rağmen korurken arz tarafı bu tempoyu karşılayamıyor. Uzun süredir ekonominin üretim kapasitesi; sanayi, enerji ve gıda sektörlerinde yüksek dışa bağımlılık ve döviz kurlarındaki yanlış dengelenme (ya da dengelenememe) sebebiyle büyük bir baskı altında… Bütün maliyet kalemleri artış yönünde rekabet ederken üretici bu artışı fiyatlara yansıtmak zorunda kalıyor.
Üstelik üretim zinciri de kırılgan bir yapıya sahip. Küçük ve orta ölçekli işletmelerin çoğu, yüksek faiz ortamında finansmana erişim güçlükleri yaşıyor. Bu da üretim hacmini sınırlıyor. Üretim daraldığında, malın fiyatı artıyor. Özellikle gıda sektöründe bu kısır döngü çok belirgin. Tarımda girdi maliyetleri — gübre, mazot, yem, elektrik — hızla yükseliyor. Çiftçi üretmek yerine ürününü tarlada bırakmayı tercih ediyor. Çünkü emeğinin karşılığını alamıyor. Sonuç: daha az üretim, daha yüksek fiyat.
İklim krizi de bu tabloyu ağırlaştırıyor. Kuraklık, sel, sıcak dalgaları gibi afetler tarımsal verimi azaltırken, gıda arzı, mevsimsel şoklara her zamankinden daha duyarlı hâle geliyor. Tarlada azalan ürün, şehirde pahalılaşıyor. Artık sadece döviz kuru değil, hava durumu da sofradaki fiyatı daha fazla belirliyor. Buna bir de lojistik maliyetleri eklendiğinde tablo netleşiyor. Ulaşım, depolama, enerji… Her aşamada artan maliyetler, nihai ürünün fiyatını yukarı taşıyor. Yani bugün bir ürünün raf fiyatı, sadece üretimden değil, maliyetlerin katman katman birikmesinden oluşuyor.
Kısacası, arz yönü nefes alamıyor. Ekonomi ithal girdiye bağımlı, üretici finansmana erişemiyor, tarım iklim koşullarına yeniliyor. Bu koşullar altında enflasyonun düşmesini beklemek, toprağa tohum ekmeden hasat beklemeye benziyor.
Kaybedilmesi Kolay, Geri Kazanılması Zor
Ekonomide en değerli şey paradır sanılır, ama aslında en değerlisi “güven”dir. Çünkü güven yoksa, para da anlamını yitirir. Son yıllarda ise en çok kaybedilen şey, ekonomik güven oldu. Ekonomik birimler, artık ne açıklanan rakamlara ne de verilen sözlere inanıyor.
Merkez Bankası kararları, bir zamanlar piyasa aktörleri için kritik bir göstergeydi. Bugünse kararların farklı saiklerle şekillendiğine yönelik inanış, bizi, enflasyon beklentilerini kalıcı biçimde bozan bir tabloya götürüyor. Çünkü insanlar, kurumların gerçekten bağımsız hareket etmediğine inandıklarında, alınan her kararın etkisi sınırlı kalacaktır.
Üstelik toplumun enflasyon deneyimi de birbirinden farklı bir yapıya sahip. Zengin, fiyat artışını “can sıkıcı” ve hatta bazen “bir tür fırsat” olarak görürken, yoksul için bu artık “hayatta kalma meselesi.” Nitekim son yıllarda gelir dağılımındaki uçurum dramatik biçimde büyürken, en yüksek gelir grubu, toplam gelirden aldığı payı artırdı, düşük gelir grupları reel olarak yoksullaştı.
Yüksek gelirli kesimler, harcamalarını kısmadığı için talep canlı kalıyor. Lüks konutlar, ithal otomobiller, pahalı restoranlar hâlâ doluysa, bu sadece “para var” anlamına gelmez; aynı zamanda fiyatların yukarı yönlü baskı altında kalacağı anlamına gelir. Çünkü fiyat artışının bir bölümü, toplumun üst kesimlerinin satın alma gücünden besleniyor.
Alt gelir gruplarında ise durum tam tersi. İnsanlar temel ihtiyaçlarını bile zor karşılıyor. Elektrik, doğalgaz, kira, gıda… Her kalem zorlayıcı hâle geliyor. Bu kesimler, artan fiyatlar karşısında alım gücünü kaybettikçe, sosyal yardımlara daha bağımlı hâle geliyor. Bu bağımlılık da başka bir dengesizliği doğuruyor: Sosyal yardım harcamaları artarken bütçe açığı büyüyor, bu da yeni enflasyon baskısı yaratıyor. Yani sistem, kendi kendini besleyen bir kısır döngüye dönüşüyor.
Eşitsizlik aynı zamanda toplumsal güveni de aşındırıyor. İnsanlar, “kim kazanıyor, kim kaybediyor” sorusuna verdikleri cevapla ekonomiye olan inançlarını şekillendiriyor. Eğer sistemin sadece belli kesimleri zenginleştirdiği düşünülüyorsa, fiyat artışları artık sadece ekonomik değil, ahlaki bir mesele hâline gelir. Bugün yaşanan tam olarak budur: Enflasyon, sınıfsal bir fay hattına dönüşmüştür.
Beklentiler Bozuldu, Enflasyon Hortladı
Ekonomide beklentiler, gerçeği şekillendirir. İnsanlar fiyatların düşeceğine inanmazsa fiyatlar düşmez. Bugün “psikolojik enflasyon” dediğimiz bir olgu yaşanıyor. Yani insanlar zam gelmeden önce zam bekliyor; fiyat, artmadan önce artırıyor.
Bir esnaf düşünün. Tedarikçisinden zam geleceğini hissediyor, o da müşterisine önceden yansıtıyor. Bir ev sahibi, “dolar artar, kira da artar” diyerek yıllık artışı yüzde 100 yapıyor. Bir çalışan, “hayat pahalı, zam isterim” diyor. Bu davranışlar zincir hâlinde birbirini besliyor. Sonunda, gerçek maliyet artışı yüzde 10 bile olsa, fiyatlar yüzde 20-30 yükseliyor. Çünkü kimse kaybetmek istemiyor.
Bu travmayı kırmak kolay değil. Çünkü enflasyon tecrübesine sahip kuşaklar, yeniden enflasyonla karşı karşıya kalma emarelerine karşı aşırı reaktifler. Dolayısıyla küçük bozulmalar, hızla kartopu etkisi yaratabiliyor. Fiyatlarda kalıcı düşüş, sadece ekonomik değil, toplumsal bir yeniden yapılanmayı gerektiriyor.
Yorgun ve Umutsuz
Uzun süreli enflasyon, toplumun ruh hâlini değiştirir. İnsanlar sürekli hesap yapmaktan bıkar. Her alışverişte fiyat sormak, her ay maaşın yetip yetmeyeceğini düşünmek, sürekli bir zihinsel yük yaratır. Bu yorgunluk, sadece bireysel değil, kolektif bir çöküntüdür.
Gençler, geleceğe dair umutlarını kaybettikçe, enerjilerini kaybeder. Orta yaşlılar, sürekli borç ödemekten nefes alamaz. Emekliler, birikimlerinin eridiğini gördükçe hayal kırıklığı yaşar. Tüm bu duygular, toplumsal dokuyu gevşetir. İnsanlar birbirine, devlete, sisteme güvenmez hâle gelir.
Böyle bir toplumda, enflasyon sadece ekonomik değil, sosyolojik bir felakettir. Çünkü insanlar artık “birlikte yaşama iradesi” yerine “kendini kurtarma refleksiyle” hareket etmeye başlar. Bu da ortak çözüm üretme kapasitesini ortadan kaldırır. Bugün enflasyon kadar büyük olan sorun, işte bu ortak umudun kaybıdır.
Günü Kurtarmak Çözüm mü?
Enflasyonun düşmemesinin nedeni, yanlış para politikalarından ibaret değil. Sorun çok daha derin: üretim eksikliği, tüketim kültürü, eşitsizlik, güven kaybı, kurumsal zafiyet, siyasi belirsizlik ve psikolojik direnç. Her biri diğerini besliyor.
Bu kısır döngüyü kırmak için önce bir şeyin kabul edilmesi gerekiyor: enflasyon, sadece merkez bankasının çözebileceği bir sorun değildir. Bu, bir toplum meselesidir. İnsanların geleceğe güven duyduğu, emeğinin karşılığını aldığı, kurumların şeffaf olduğu, devletin adil davrandığı bir düzende enflasyon da düşer. Çünkü güven varsa beklentiler düzelir, beklentiler düzelirse fiyatlar da dengeye gelir.
Buradan çıkış gerçeği kabullenmekle başlar. Gerçekle yüzleşmeyen hiçbir ekonomi iyileşemez. Bugün yapılması gereken, halkın güvenini yeniden inşa etmek, üretimi teşvik etmek, gelir adaletini sağlamak ve kurumları yeniden işlevsel hâle getirmektir. Bu gibi doğru adımlar atıldığında, “yastık altı birikimlerin, bütün stratejiyi başarısız kıldığı” gibi tuhaf düşüncelere tutunma gerekliliği kalmaz.
Enflasyonla mücadele, aslında toplumla yeniden barışma sürecidir. Çünkü ekonomi sadece parayla değil, güvenle çalışır. İhtiyaç olan; daha fazla güven, daha çok üretim, daha adil bir paylaşım. Bunlar yeniden tesis edilmedikçe, hiçbir politika mucize yaratmayacak. Belki bir gün, günü kurtarmak da mümkün olmayacak!

