Türkiye 2017-2018’de neredeyse denetimsiz bir yürütme iktidarı kuran hiper-başkanlık sistemine geçti. Sistemi savunanların, savunu için ileri sürdükleri vaatlerden biri, devletin şirket gibi yönetileceği idi. Nasıl ki bir şirket CEO’su veya bir aile şirketi sahibi, bir karar alınca itirazları dinlemeden ve hantal bir bürokrasiyle karşılaşmadan hareket edebiliyor, öyle olacaktı. Yürütmenin tekilleşmesi, yürütme önündeki fren ve denetim mekanizmalarının zayıflaması sayesinde, devleti yöneten istediklerini daha kolay, daha hızlı, daha güçlü biçimde yapacaktı, bu da iyi olacaktı.
İlk bakışta, neden olmasın? Şirketler kötü mü? Az kişiyle çok değer üretiyorlar. Teknolojik yeniliğin çoğunu, son ürünler bazında baktığımızda şirketler yapıyor, en azından yenilikler tüketiciye şirketler eliyle ulaşıyor. Bu arada en matah, en cool insanlar şirketlerde çalışıyor. Kavramları analitik olarak değil de çağrışım metoduyla birbirlerine bağlayınca şu düşünceye varılabiliyor: Zengin şirketler zengin olduklarına göre zenginliğe giden yol belki de her şeyi şirketleştirmekten geçiyor.
Peki şirketleri bu kadar verimli kılan ve müşterileri de sıklıkla memnun etmelerini sağlayan mekanizma nedir? Rekabet. Yani müşterinin tercih edebileceği başka şirketler bulunabilmesi. Bunun da süreçlerini ve ürünlerini iyileştirmek için şirketleri zorlaması. Ayrıca şirketlerüstü bir kamu otoritesinin rekabeti hem ayakta tutacak, hem de kamu yararına yönlendirecek kurallar belirleyip işletmesi.
Öyleyse bir devlet hangi anlamda şirket olabilir, nasıl bir rekabet onu “müşterilerine” iyi hizmet etmeye itebilir? Bunu yanıtlamak için devletin potansiyel “müşterilerini” düşünmemiz lazım. Mesela vatandaşların, politikalarını beğenmedikleri devletten çıkıp rakip devlete vatandaş olmak gibi bir şansı var mı?
Servet sahibi bireyler, yatırım karşılığı vatandaşlık gibi uygulamalarla vatandaşlık satın alabiliyor. Küresel mobilitenin parçası olabilecek eğitime ve mesleğe sahip bireyler de, önce hedef ülkeye göç edip, sonra zaten örnek vatandaşmış gibi davrandıkları uzun yılların ardından oturum izni veya vatandaşlık alabiliyorlar. Ancak büyük çoğunluğun böyle bir imkanı yok. Yani devletin tipik vatandaşları bu devleti beğenmedim başka devletin müşterisi olayım diyemiyor, diyebilenlerin de açıkça bir servet bedeli ödemesi ve sahip oldukları tüm yaşantıyı geride bırakmak gibi ekstra maliyetlere katlanmaları gerekiyor. Bu arada mobil nitelikteki finans sermayesi, yatırım kararlarını devletlerin politikalarına bağlı olarak kolaylıkla değiştirebiliyor, bu da devlet yöneticileri üzerinde bir yere kadar disipline edici etkiye sahip. Vatandaşların çoğunun ekonomik kararları ise aynı ölçüde mobiliteye ve geri bildirim niteliğine sahip değil.
Sonuç olarak devlet dediğimiz “şirket,” vatandaşlar karşısında doğal bir tekel. Devletin ürünlerini kullanmak zorundasınız, rakibi ve alternatifi yok, üstelik bildiğiniz anlamda iflas etmesi mümkün değil ve iç işlere pek karışmayan uluslararası hukuku saymazsanız onu düzenleyen bir üst otorite de yok. Peki, iktisat kuramına göre hakim tekel konumunda olan bir şirket nasıl davranır? Mahkum durumdaki müşterilerin refahı aleyhine davranır. Ürün arzını kısar, fiyatı artırır. Hiç memnun kalmadık diye sağa sola yorum yazsanız da umurunda olmaz.
Bu yapısal bir kuram. Yani piyasanın yapısı, yönetenlerin zihniyetinden bağımsız olarak bu davranışı yaratır diyen bir kuram. İş dünyasının sosyolojisini hesaba katan bir bakış açısındansa, yönetenlerin zihniyeti ayrıca önemli. Anglo-Amerikan iş dünyasında 1970’lerden itibaren gerçekleşen bir zihniyet devriminin sözünü etmenin yeridir: hissedar devrimi (shareholder value revolution). Bu zihniyete göre bir şirketin tek toplumsal sorumluluğu, başka paydaşlara değil de şirketin hisse sahiplerine hizmet etmektir. Zamanın bir Amerikan tekstil firması yönetiminin ifade ettiği üzere: “Şirketimizin amacı … herhangi bir şeyden en iyi veya en çok üretmek, daha çok istihdam sağlamak, en mutlu müşterilere sahip olmak, yeni ürünlerin gelişiminin önderliğini yapmak … değil. (…) Yalnızca hissedarlarımızın sermayesinin değerini artırmak için bu işin içindeyiz.”[1] Böyle bir zihniyet altında, belirli yapısal eğilimler daha kolay hayata geçecektir. Nitekim hissedar devrimi, şirketlerin daha pervasız yönetildiği, düşmanca şirket devralmalarının, devralınan şirketin içini boşaltmanın vb. yaygınlaştığı bir dönemin nişanesi oldu. “Devleti şirket gibi yönetmek” lafı, aslında şirketlere dair yönetim felsefesinin de değiştiği bu dönemde yaygınlaştı.[2]
Özetlersek, piyasasında doğal tekel konumunda olan devlet dediğimiz organizasyonun, şirket gibi yönetilmesi gerektiğini savunmak, vatandaşların ezici çoğunluğu açısından baktığımızda, berbat bir fikir.
Türkiye’ye dönelim. Devlet bugün gerçekten şirket gibi yönetiliyor. Tam da devlet dediğimiz organizasyonun içinde yer aldığı piyasanın yapısına uygun, yani doğal bir tekel şeklinde. Mesela bu devleti tatil niyetiyle geçici olarak terk etmeye kalktığınızda bile vize masraflarının üstüne 1000 TL yurtdışına çıkış harcı ödemeniz gerekiyor, ödemek istemiyorsanız yerli turizm sektörü komşuya kıyasla 1000 TL zamlı fiyatlarla hizmetinizde. Dolayısıyla devlet ve ortağı olan paydaşların oluşturduğu tekel, vatandaşa az ve kalitesiz hizmet sunuyor, bunun karşılığında çeşitli biçimlerde artan görünür ve görünmez maliyetler yaratıyor. Ayrıca hukuki ve kurumsal kısıtları zayıflamış devlet yani metaforik “şirket,” gerçek şirketlere bile bir sabah aniden el koyabiliyor. 2018 sistemini savunmakla beraber bugün gelinen noktayı beğenmeyenler açısından tek hayal kırıklığı kaynağı şu olabilir: Belki onlar ortaya çıkacak yeni devleti daha çok ortağı olan bir anonim şirketi gibi hayal ettiler ve kendilerini de hissedarlar arasında bulabileceklerini düşündüler. Bugün ise karşımızda aşağı yukarı bir aile şirketi var ve aileye girmek kolay değil. Hissedar değil hep beraber müşteriyiz.
Oysaki devlet, bir şirket gibi düşünülmek zorunda değil. Kapitalizmin geç bir evresinde “devleti şirket gibi yönetmek” fikri ortaya çıkıp bir buzzword olarak yaygınlaşmazdan önce, devletin ne olduğu veya olması gerektiğine dair başka türlü fikirler vardı. Monarşik geleneklerde, devlet yönetenlerin Tanrı’nın merhametini dünyada temsil etmesi, bunun için toplumda “daire-i adalet” tesis etmesi şeklinde bir beklenti bulunurdu. Bu safdil beklenti, modern zamanlarda monarkı adil olmaya zorlayan şartlı yönetime ve git gide yönetim yetkilerinin monarkın elinden alınarak dağıtıldığı bir sürece yerini bıraktı. Aydınlanmanın John Locke, Adam Smith, James Madison gibi liberal düşünürleri, bu süreci argümanlarıyla desteklerken, devletin bir şirket gibi yapılandırılmasını düşünmemişlerdi. En fazla, devletin bir piyasa gibi yapılandırılmasını düşünmüşlerdi. Bu çok önemli bir fark. Yani yurttaşların çıkarlarının birbiriyle rekabet edeceği bir alan ve bu alandaki rekabet şartlarını güvenli ve adil kılacak emniyet supaplarından oluşan bir yapı. Zira yapının kendisinin bir rakibinin olmadığını, yapının rekabet üstü olduğunu biliyorlardı. Rekabetin söz konusu olmadığı bir düzeyde örgütlenecek şirket ancak tekel olabilirdi ve kendi içinde tutarlı bir liberalizm herhalde buna karşıdır.
Aynı aydınlanma ikliminin bir komşu ürünü de, antik çağ yadigarı olan cumhuriyetçiliğin dirilişiydi. Cumhuriyetçiliğe göre, devlet (commonwealth) vatandaşların ortak varlığıdır. Yani vatandaşların müşteri değil bizzat hisse sahibi olması, cumhuriyet fikrinin esasıdır.[3] Üstelik devlet her bir vatandaşın çıkarının ötesinde bir bağlılığın, adanmışlığın nesnesidir. Cumhuriyetçilik pratiği, bu adanmışlığı, yurttaşların ortak atalarından ortak bir gelecek tahayyülüne uzanan yarı mistik bir mitolojiyle açıklar ve talep eder. Modern çağda buna kamu yararı mitolojisi diyebiliriz.
Şunu teslim etmek gerekir ki bir zamanların adil kral mitolojisinde olduğu gibi, modern kamu yararı fikrinde de safdil bir taraf var. Bunun karşısında göz devirmek ve mekanik itirazlar çıkarmak kolay. Örneğin sosyal bilim literatüründeki Public Choice düşünce okulu, hiçbir otoritenin kamu yararını gözetemeyeceğini çünkü kamu yararına diye tesis edilen makamlardaki kişilerin de kendi çıkarlarını kollayacağını öngörür. Maalesef, önemli bir doğruluk payı içeren bu öngörü, kamu yararı adına uygulanan kural ve kurumların lağvedilmesi önerisine çok kolay kayıyor. “Hissedar devrimi” şirketlerin nasıl davrandığını tasvir etmekten yola çıkıp o tasviri bir hedef olarak meşrulaştırmanın adı olmuştu; kamu yararı ihtimalinin eleştirisi de kamu yararına karşı kullanılabiliyor.
“Devleti şirket gibi yönetmek” de, devleti pek az hissedarı olan bir tekel gibi yönetme usulünün hem adı, hem de kırk defa söylendiğinde onu meydana çıkarabilen bir çağrı. Çünkü hangi adların dolaşımda olduğu, beklentilerimizi değiştiriyor. Kamu yararının adını daha fazla söylemek, talep etmek, meydana çağırmak gerekiyor.
[1] Indian Head Mills şirketinin açıklamasını paylaşan Kilroy, Denis; Schneider, Marvin (2017). Customer Value, Shareholder Wealth, Community Wellbeing: A Roadmap for Companies and Investors. Springer. Sf 5-6.
[2] ABD bağlamında devleti şirket gibi yönetme fikrine dair bkz. https://harvardlawreview.org/print/vol-128/running-government-like-a-business-then-and-now/#footnote-ref-2.
[3] Hissenin tüm halka eşit dağıtılacağı anlamına gelmiyor illa ki. Tüm halkın vatandaş olacağı, cumhuriyetçiliğe sonradan, modern demokrasi devrinde eklenen bir fikir.