Yazar: Jo Inge Bekkevold
Çeviri: Mert Söyler
Yazının orijinaline bu linkten ulaşabilirsiniz.
Napolyon ve Ming Hanedanı gibi, Avrupa da şimdi stratejik körlüğünün sonuçlarıyla yüzleşiyor.
Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük tehlikeyle karşı karşıya. Rusya’nın Ukrayna’daki yıkıcı savaşı dördüncü yılına girerken Trump yönetiminin dış politika hamleleri Avrupa’yı, ABD’nin tam desteği olmadan Rusya’yla bir savaş riskiyle baş başa bırakıyor. Washington, şu anda Moskova ve Kiev’le doğrudan bir barış anlaşması görüşüyor ve diğer Avrupa ülkeleri bu sürecin tamamen dışında tutulmuş durumda. Üstelik ABD, bu anlaşmanın büyük ölçüde Rusya’nın şartlarına göre şekillenmesine de razı görünüyor.
Trump yönetimi ayrıca, Ukrayna’ya verilecek herhangi bir güvenlik güvencesinin yalnızca Avrupa ülkeleri tarafından sağlanması gerektiğini söylüyor ve NATO’nun meşhur 5. maddesine, yani bir üye ülkeye saldırı halinde kolektif savunma yükümlülüğüne bağlılığı konusunda da net bir tutum sergilemiyor. Oysa Avrupa’nın askeri kapasitesi, bu kadar büyük bir yükü tek başına taşıyacak durumda değil. Avrupalılar bu gelişmelerin tüm sorumluluğunu Putin’e ya da Trump’a yükleyebilir, ki çoğu da aslında böyle yapıyor. Ama gerçek şu ki, bugün ödedikleri bedel büyük ölçüde kendi jeopolitik ihmallerinin sonucu.
Tarihte Jeopolitiği Görmezden Gelenler
Tarih, jeopolitik gerçekleri görmezden gelen liderlerin ülkelerini nasıl felakete sürüklediğine dair örneklerle dolu. 1812’de Rusya’yı işgal eden Fransız İmparatoru Napolyon, coğrafi zorlukları hesaba katmamıştı; ordusunun uğradığı ağır kayıplar, üç yıl sonra Waterloo’daki kesin yenilgisinin zeminini hazırladı. Nazi Almanyası da aynı yanlışa düştü; 1941’de Sovyetler’i işgal ederek kendini iki cephede savaşmak zorunda bıraktı ve bu hamle onun sonunu getirdi.
Benzer şekilde, Çin’in Ming Hanedanı da 15. yüzyıl ortasında denizciliği terk ederek tarihin en büyük jeopolitik hatalarından birine imza attı. 14. ve 15. yüzyılın başlarında Çin, o zamana kadar dünyanın gördüğü en büyük ve güçlü donanmayı kurmuş, Hint Okyanusu ve Batı Pasifik’teki ticaret yollarını tamamen kontrol altına almıştı. Ancak 1430’lardan sonra, Avrupalıların denizcilikte hızla ilerlediği bir dönemde, Çin imparatorları gemi yapımına olan desteği çekti ve okyanus aşırı ticareti büyük ölçüde yasakladı. Bunun sonucunda, önümüzdeki beş yüz yıl boyunca Asya denizlerine Avrupalı donanmalar hükmetti.
Avrupa, tarihin verdiği dersleri dikkate almadı ve üç temel jeopolitik gelişmeyi görmezden geldi. İlk olarak, Rusya’nın yeniden emperyal bir güç olarak sahneye çıkmasını ciddiye almadı. Bu gelişme, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Avrupa’yı doğrudan etkileyen en önemli jeopolitik değişimlerden biri.
Tıpkı Ming imparatorlarının donanmalarını göz göre göre terk etmesi gibi, Avrupalılar da jeopolitik düşünmeyi tamamen bir kenara bıraktı. Yirmi yıl boyunca kıtanın savunma politikası, daha çok Afganistan’daki isyanlara ya da Aden Körfezi’ndeki korsanlara gözdağı vermeye odaklandı. Avrupa topraklarını korumaya yönelik ciddi bir hazırlık yapılmadı. Bunu göze alabilmelerinin tek bir nedeni vardı: ABD’nin sağladığı güvenlik garantisi.
İkinci olarak, Avrupa Çin’in yükselişinin yaratacağı jeopolitik sonuçları anlamakta gecikti. Bu yükseliş, sonunda ABD’yi Hint-Pasifik bölgesine daha fazla odaklanmak zorunda bırakacaktı. 2011 yılında Obama yönetimi “Asya’ya yönelme” stratejisini duyurduğunda, NATO içindeki ülkelerden sadece ikisi savunmaya gayrisafi yurt içi hasılalarının en az yüzde 2’sini ayırıyordu. Aradan on yıl geçmesine rağmen bu sayıya yalnızca dört ülke daha katılabildi.
Bu kayıtsızlığın nedenlerinden biri, ABD’nin 2014’te Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesine verdiği askeri yanıt oldu. O dönem ABD, Doğu Avrupa’ya asker sevk etti ve Atlantik’teki askeri varlığını yeniden güçlendirdi. Avrupa’daki birçok güvenlik uzmanı, bu adımları ABD’nin kalıcı olarak Avrupa’ya döndüğünün işareti olarak gördü. Ancak gözden kaçırdıkları şey, ABD’nin Asya’ya yönelme kararının geçici bir tercih değil, küresel güç dengesi ve yükselen hegemonyalara karşı duyulan stratejik kaygıların sonucu olduğuydu.
Çin, 2023 yılında savunmaya 309 milyar dolar harcadı. Bu rakam, Doğu ve Güney Asya’daki tüm ülkelerin toplamından fazla. ABD’nin bölgeden çekilmesi durumunda, Çin’in bölgeye hakim olması işten bile değil.
Avrupa’daki durum ise oldukça farklı. Rusya’nın ekonomisi nominal olarak İtalya’nınkinden küçük. Gelişmiş teknolojilere ve güçlü bir sanayi altyapısına da sahip değil. Avrupa’nın Rusya’yı caydıramaması, Moskova’nın gücünden değil, Avrupa liderlerinin uzun süredir bu konuda yeterince adım atmamasından kaynaklanıyor.
Asya ve Avrupa’daki güç dengesi farkı, ABD’nin neden Rusya’yla bir uzlaşmaya açık olduğunu da açıklıyor. Eğer Rusya-Ukrayna savaşı bir şekilde sona ererse, ABD ordusu dikkatini ve kaynaklarını çok daha rahat şekilde Asya’ya kaydırabilir.
Avrupa’nın kendi güvenliği açısından göz ardı ettiği üçüncü önemli jeopolitik gelişme; Çin ile Rusya arasındaki ortaklık, bu ilişkinin stratejik mantığı ve bu iki ülkenin bu işbirliğine verdiği önemdir. Çin’in ekonomik yükselişi, Rusya’nın ticaretini çeşitlendirmesine ve Avrupa’ya olan bağımlılığını azaltmasına olanak sağladı. Özellikle 2014’te Batı’nın Kırım’ın ilhakına karşı yaptırımlar uygulamaya başlamasından bu yana, bu durum Rusya için büyük önem taşıyor.
Her ne kadar Çin bu ilişkide daha baskın taraf olsa da Rusya, Pekin’in asıl odağının Pasifik’te ABD ile olan rekabet olduğunu bildiği için Çin’i bir tehdit olarak görmüyor. Gerçek şu ki, Çin dostane bir tutum içinde olmasaydı, Rusya Ukrayna’ya karşı bu kadar kapsamlı bir işgale girişmeye cesaret edemezdi. Çin açısından bakıldığında ise Rusya ile güçlü ilişkiler kurmak, doğrudan jeopolitik bir hesap. Moskova’nın desteği, Pekin’e ABD ile süren küresel güç yarışında avantaj sağlayabilir.
Özetle, Rusya’nın yeniden emperyal bir tutum benimsemesi, ABD’nin Asya’ya yönelmesi ve Çin-Rusya ortaklığı, Avrupa’nın güvenlik politikalarını gözden geçirmesi için yeterince güçlü sinyallerdi. Ama bu sinyaller görmezden gelindi. Avrupalıların adeta “tarihten izinli” bir ruh haliyle yaşamasına o kadar alıştık ki, bu jeopolitik kayıtsızlık artık bizi pek şaşırtmıyor.
Oysa Avrupa’nın büyük güçleri bir zamanlar strateji konusunda oldukça yetkinlerdi. Uluslararası ilişkilerdeki realizm yaklaşımı, güç dengesi odaklı bakış açısı, büyük ölçüde Avrupa tarihinden beslenir. 1848’de, Britanya İmparatorluğu’nun zirvede olduğu dönemde, Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’ın Avam Kamarası’nda söylediği şu sözler hâlâ unutulmaz: “Bizim sonsuz dostlarımız ya da kalıcı düşmanlarımız yoktur. Kalıcı olan tek şey çıkarlarımızdır ve o çıkarların peşinden gitmek görevimizdir.” Eğer Avrupa son yıllarda bu yaklaşımı benimseseydi, bugün çok daha hazırlıklı olabilirdi.
Avrupa’nın Stratejik Körlüğü
Avrupa’nın stratejik körlüğünün pek çok nedeni var. Bunlardan biri de vizyon ve sağduyu eksikliği yaşayan bir liderlik kadrosu. Ama ben özellikle iki noktaya dikkat çekmek istiyorum. İlk olarak, Avrupa ülkeleri zaman içinde kendi stratejilerini üreten aktörler olmaktan çıkıp ABD’nin stratejik açıdan bağımlı ortaklarına dönüştü. Bu dönüşümün başlangıç noktası olarak genellikle 1956’daki Süveyş Krizi gösterilir. O sırada ABD; İngiltere ve Fransa’yı Mısır’ı işgal etmekten ve Süveyş Kanalı’nı kontrol altına almaktan vazgeçmeye zorlamıştı.
O tarihten bu yana Avrupa ülkeleri, 2003’teki Irak işgali gibi pek çok Amerikan politikasına karşı çıkmış olsa da ABD’yle kurdukları ittifakta hep ikinci planda kaldılar. Kendi stratejik kapasitelerini geliştirmek yerine, iyi birer müttefik gibi davranmaya ve Washington’un Avrupa’daki varlığını sürdürmesini sağlamaya odaklandılar.
Avrupa’nın stratejik zayıflığının bir başka nedeni ise bugünkü Avrupa siyasetinin neredeyse tamamen kurallar ve çok taraflılık etrafında şekillenmesi. Uluslararası ilişkilerde bazen kurallara dayalı liberalizm, bazen de güç dengesi esaslı realizm ön plana çıkar. Bu iki yaklaşım arasındaki geçiş, tarih boyunca hep var olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Avrupalılar, Alman felsefeci Immanuel Kant’ın hayalini kurduğu; demokrasinin, serbest ticaretin ve kurumların güç mücadelesini sınırladığı kalıcı bir barış dönemine girildiğine inandı. Bu iyimserlik sadece Avrupa’ya özgü değildi, ama dünyada en çok Avrupa’ya damgasını vurdu.
Liberalizm sadece yaygın bir düşünce biçimi değil, aynı zamanda ahlaki bir zorunluluk haline geldiğinde, güç dengesi temelli analizler yapan realistler çoğu zaman felaket tellalı gibi görüldü. Örneğin 2018’de Trump Almanya’yı, Rusya’ya olan enerji bağımlılığının büyük bir stratejik hata olduğu konusunda uyardığında, ki benzer uyarılar daha önce de yapılmıştı, Alman yetkililerin bu uyarıya gülüp geçmesi bu durumu özetliyordu.
Avrupa Jeopolitik Açıdan Nasıl Yeniden Öne Çıkabilir?
Peki, Avrupa şimdi ne yapmalı? Çin’in yüzyıllar süren çöküşüne yol açan Ming Hanedanı gibi bir kadere sürüklenmemek için, Avrupa’nın acilen güvenlik, demokrasi ve ekonomiyi kapsayan tutarlı ve kapsamlı bir stratejiye ihtiyacı var. Ancak kıtanın dağınık siyasi yapısı ve belirgin bir liderlik eksikliği, böyle bir stratejiyi hayata geçirmeyi oldukça güçleştiriyor.
Güvenlik açısından bakıldığında, Ukraynalıların kararlı direnişi Rus ordusunu ciddi şekilde yıprattı. Savunma uzmanlarına göre Avrupa’nın, Rusya kayıplarını telafi etmeden önce askeri kapasitesini güçlendirmek için elinde beş ila on yıllık bir zaman var.
Trump’ın politikaları Avrupa’nın ABD’ye bakışını kalıcı olarak değiştirmiş olabilir, ancak bu transatlantik ilişkilerin tamamen bittiği anlamına gelmiyor. Avrupa, Avrupa Birliği çatısı altında bağımsız bir savunma anlayışı oluşturmaya çalışmak yerine, NATO içindeki ABD ile ilişkilerini sürdürmeyi tercih etmeli. Yine de Avrupa’nın amacı, ittifakta belirleyici olan tarafın ABD değil, kendisi olduğu “tersine çevrilmiş bir NATO” yapısı kurmak olmalı.
Avrupa, ABD ile olan bağlarını korurken aynı zamanda stratejik özerkliğini de artırmalı. Bu özerklik, ABD desteği olmadan da ayakta kalmasını sağlamalı. Aynı zamanda Avrupa, ABD’nin çıkarlarına hizmet eden ama Avrupa’nın faydasına olmayan operasyonlara sürüklenmemek için yeterince güçlü olmalı.
Ancak Avrupa’nın karşı karşıya olduğu zorluklar sadece güvenlikle sınırlı değil. Demokratik sistem, hem içeriden hem de Rusya ve ABD gibi dış aktörlerin müdahaleleriyle ciddi baskı altında. Ekonomi de benzer şekilde zayıflamış durumda. Mario Draghi’nin hazırladığı son rekabet raporunun da ortaya koyduğu gibi, Avrupa ekonomik anlamda zor günler yaşıyor. Birleşmiş Milletler Sanayi Kalkınma Örgütü’nün yeni yayımlanan raporuna göre Almanya’nın 2030 itibarıyla küresel sanayi üretimindeki payı %3’e düşecek, ki 2000’de bu oran %8’di. Çin’in 2000 yılında %6 olan payı ise 2030’da %45’e yükselecek.
Avrupa, demokrasiyi vatandaşlar için yeniden cazip hâle getirmek ve Rusya’yı caydırabilecek güçlü bir savunma altyapısı kurmak istiyorsa, ekonomisini hızla toparlamak zorunda. ABD artık ekonomi konusunda da işbirliğine sıcak bakmıyorsa, Avrupa’nın liderleri Birleşik Krallık’ı yeniden Avrupa Birliği’ne dahil etmenin yollarını aramalı, Afrika’yla ilişkileri derinleştirmeli ve Çin’le olan bağlarını yeniden değerlendirmeli.
Avrupa’nın uzun süren jeopolitik uykusundan gerçekten uyandığını gösterecek olan şey; yeni zirveler, bildiriler ya da konuşmalar değil, bu alanlarda atılacak ciddi, somut ve hızlı adımlar olacak.