[voiserPlayer]
Avrupa Gündemi Bülteni
18 Mart 2016 tarihinde AB ile Türkiye arasında imzalanan Göç Mutabakatı hem siyasiler hem de medya, ama özellikle de hukuk camiası tarafından yoğun bir şekilde eleştirildi. Kimilerinin anlaşma, kimilerinin ise antlaşma olarak adlandırdığı bu önemli kararın tarihçesine baktığımızda, AB içindeki bir düşünce kuruluşu tarafından ortaya atıldığını ve Hollandalı bürokratlar tarafından geliştirildiğini göç alanında çalışan akademisyen ve uzmanlardan biliyoruz. Ancak bu tarihi bu kadar önemli kılan bir başka husus daha var ki o da 15 Mart 2011’de başlayan Suriye Savaşı’dır.
Suriye savaşının başlamasının üzerinden 12 yılı aşkın bir süre geçti. Bu savaşın henüz net bir sonucu olmasa da bizim için en önemli ve uzun soluklu sonucu Türkiye’ye gelen göçmenler oldu. İçişleri Bakanı 9 Kasım 2023 tarihinde Türkiye’deki düzenli göçmen sayısının Suriyeli göçmenler de dahil olmak üzere 4 milyon 643 bin 986 olduğunu açıkladı. Yakalanan düzensiz göçmen sayısı 2015-2021 yılları arasında 1,5 milyon rakamına ulaştı.
2015 yılı, Türkiye’den Avrupa ülkelerine geçmeye çalışan insan sayısının en yüksek olduğu yıldı ve bu nedenle 2016 yılında yeni göçmen dalgasının Avrupa ülkelerine girmesini önlemek amacıyla AB-Türkiye Mutabakatı oluşturuldu. Avrupa Birliği ülkelerinin göç literatüründe dışsallaştırma politikası olarak adlandırılan bu yaklaşım, göçün bir güvenlik meselesi olarak ele alınmasının “normalleşmesine” yol açmıştır. Bu anlaşmanın imzalanmasının ertesi gününden itibaren Kuzey Afrika ve Doğu ülkeleri de AB bürokratlarına ulaşarak Türkiye ile yapılana benzer bir anlaşma yapmaya hazır olduklarını ifade etmişlerdir.
Uluslararası hukuk ve insan haklarına en saygılı olarak bilinen ülkeler tarafından bile göçmenlerin haklarına ilişkin müzakerelerin alenen yapılmaya başlanmasıyla göç ve insan hakları bağlamında yeni bir boyut açılmıştır. Anlaşmanın uluslararası hukuku dolanacak şekilde tasarlandığını, tarafların bu anlaşmanın varlığını inkâr ettiğinde hiçbir anlaşmadan bahsedilemeyeceğini ve kimseden hesap sorulamayacağını belirten hukuk camiası, bu anlaşmanın bu özelliği ile kayıt dışılığın önünü açtığını ve gerçek etkilerinin uzun vadede daha net görüleceğini belirtiyor.
Aslında bu anlaşmanın temelde üç boyutu var: Türkiye, AB ve tabii ki mülteciler. Türkiye bu anlaşmayı neden bu kadar olumsuz eleştirilere rağmen imzaladı? En belirgin nedenler, AB’den vize serbestliği imtiyazı ve mali yardım almak. Anlaşmada özellikle bilinen ve tasarlanan diğer konu ise Türkiye’nin engellediği ve geri kabul ettiği her mülteci için sınırı düzensiz yollarla geçmeye çalışan bir Suriyeli mültecinin düzenli olarak Avrupa ülkelerine mülteci olarak gönderilecek olması. Zaman bize bu beklentilerin nasıl karşılanamadığını gösterdi. Türkiye’deki bir tabirle “göstermelik” bir siyasi duruşla imzalanmış bu anlaşma, imzalandıktan sonra imzacıların, verilen sözlerin takipçisi olmadığı bir anlaşma hâline gelmiştir.
Bu anlaşmanın yürürlükte olduğu 7 yıl boyunca neler olduğuna bir göz atalım: Bir göçmenin üçüncü ülke başvurusu yoluyla Avrupa’ya iltica başvurusunda bulunabilmesi için en temel ve vazgeçilmez kural, transit geçilecek ülkenin güvenli olmadığının bilinmesidir. Ama tabii ki bu anlaşmanın imzalanmasından bu yana Türkiye, AB tarafından göçmenler için güvenli bir ülke olarak tanınıyor. Ancak Türkiye, Avrupa Konseyi üyesi olmayan ülkelerden gelenlere mülteci statüsü verilmemesine ilişkin coğrafi kısıtlama ile Cenevre Sözleşmesi’ni imzalayan tek ülkedir. Geçici koruma statüsü ise başlı başına bir güvensizlik unsurudur. Çünkü, uluslararası koruma statüsü sağlamaz ve hükümet tarafından her an iptal edilebilecek geçici ve değişken hak ve sorumluluklara sahip yasal bir kayıt belgesidir. Türkiye’nin AB ülkeleri tarafından güvenli 3. ülke olarak kabul edilmesi, göçmenlerin uluslararası hukuktan doğan haklarını kullanmalarını engellemekte ve onları siyasi özne olmaktan ziyade insani yardım nesnesi hâline getirmektedir.
Vaatlerinden ziyade nedenleriyle konuşmaya çalıştığımız bu anlaşmanın yol açtığı bir başka mesele daha var: Şubat 2020’de Türkiye hükümeti, Edirne’deki sınır kapılarının Yunanistan’a doğru açılacağı ve insanların oraya geleceği, hatta sınırı geçmek isteyenlere kolaylıklar ve otobüsler sağlanacağını duyurdu. Yunanistan sınırına doğru giden göçmenler, Yunanistan’ın sınır güvenliğini artırması nedeniyle Yunanistan’a geçemedi ve iki ülke arasındaki tampon bölgede mahsur kaldı. Sınırda yaklaşık 2-3 hafta süren bir bekleyiş başladı. Sınırı geçmek isteyenler Yunan güvenlik güçlerinin yoğun şiddetiyle karşılaştı. Bazı insanlar Meriç Nehri’ni geçmeye çalışırken hayatını kaybetti. İnsan hakları örgütleri giysi, ısınma ve gıda gibi temel yaşam malzemeleri sağlamak için sınır bölgesine gitti. Pandeminin başlamasıyla birlikte binlerce insan toplanarak bir kampa ya da başka illere götürüldü. İnsan hakları örgütlerinin tanık olduğu ve ne yazık ki medyanın ve dolayısıyla kamuoyunun yeterince görmediği bir insan hakları dramı yaşandı.
Gelinen noktada Suriyeli mültecilerin bu anlaşma nedeniyle uluslararası haklarını aramaması ve AB ülkelerinin yasal yollardan mülteci alımını durdurması nedeniyle insan kaçakçılığı ve yasadışı sınır geçişleri artmıştır. AB, sınır geçişlerinde %94’lük bir azalma olduğunu iddia ederek anlaşmanın başarılı sonucunu vurgulasa da güvensiz koşullara daha fazla maruz kaldıkları için sınırdaki göçmen ölümleri artıyor.
“Kimse evini terk etmez
ev bir köpekbalığının ağzı olmasaydı.
Anlamak zorundasınız,
kimse çocuklarını tekneye bindirmez.
Su karadan daha güvenli değilse.”
Kenya doğumlu Somalili yazar ve şair Warsan Shire “Ev” adlı şiirinde böyle diyor. 2020’de sınırları açma tehdidi AB’nin de tepkisini çekmiş, bu da bize yukarıdaki göç şiirinden tamamen farklı bir “ev” anlayışını hatırlatmıştır. AB, 23 Eylül 2020 tarihinde Göç ve İltica Paktı’nı açıkladı. Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Margaritis Schinas, Paktın içeriğini 3 katlı bir “eve” benzetti. Birinci katta transit ve menşe ülkeler, ikinci katta sınırların güçlendirilmesi, üçüncü ve en üst katta ise AB ülkeleri yer alıyor.