Aralık ayının ilk iki haftası itibarıyla ABD’de çok fazla yeni gelişme olmadı. Genel itibarıyla önceki haftalardaki olayların devamı niteliğinde sayılabilecek dış politikada yaşanan birtakım gelişmeler mevcut.
Örneğin 4 Aralık’ta Beyaz Saray’ın internet sitesinden yayınlanan yeni ulusal güvenlik stratejisi belgesi, Trump’ın küresel politikaya dair yaklaşımının çerçevesini net bir şekilde çiziyor. Bu bağlamda hem Rusya ile baş başa kalan Avrupa’yı, hem de Maduro sonrası Venezuela’yı ele alacağız. Ayrıca bölgede artan hareketliliğin de etkisiyle Esad’sız geçen bir yılda Suriye’nin ABD ile olan ilişkilerini değerlendireceğiz.
Trump’ın Ulusal Güvenlik Stratejisi
Aralık ayının başında Beyaz Saray’ın internet sitesinde bir ulusal güvenlik stratejisi belgesi yayınlandı. Belge esas itibariyle Başkan Yardımcısı JD Vance’in Şubat ayında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı ve Avrupalıların kahir ekseriyetini endişeye sürükleyen o açıklama ile paralel bir şekilde hazırlanmışa benziyor.
Trump’ın “America First” doktrinini net bir şekilde özetleyen bu belgede hem Avrupa ile olan tarihi müttefikliğe şüpheci bir yaklaşım sergileniyor, hem de Batı Yarımküre’de faaliyetlerini artırarak bu bölgede daha etkin bir aktör olmanın önemi vurgulanıyor. 9. sayfasında bu belgenin Monroe Doktrini’ne bir “Trump Eki” olduğundan söz ediliyor.
Trump’ın bu yıl göreve geldiği zaman yaptığı Grönland ve Panama çıkışları, Ukrayna’ya sağlanan istihbarat desteğinin kesilmesi ve yine dış yardım kuruluşu USAID’nin imkanlarının kısıtlanması; çeşitli yönlerden Monroe Doktrini ile benzerlikler taşıdığı şeklinde değerlendirilmişti. Trump’ın kabinede Dışişleri Bakanlığı için Marco Rubio gibi neo-con kökenli bir ismi düşünmesi ve yine 11 aylık bu başkanlık süresi içinde Putin ile Ukrayna’daki barış planında uzlaşamamaktan kaynaklı olarak gerginlik yaşaması, bu değerlendirmeye muhalif argümanlar olarak öne sürülmüştü.
Üstüne bu yılki NATO Zirvesi’nde Avrupalı liderlerin Trump’ın hoşuna gidecek bir karşılama sergilemesi ve Trump’ın Alaska’da Putin’le görüştükten hemen sonra Avrupalı liderlerin Beyaz Saray’a gelip Trump’ın karşısında dizilmesi, AB ile ABD arasında en azından Ocak 2029’da ABD’ye yeni bir başkan gelene kadar AB’nin Trump yönetimine tahammül edeceği sinyali olarak algılanmıştı. (Foreign Affairs’ta 12 Aralık’ta yayınlanan bir makalede Avrupa’nın Trump’a karşı bu yumuşak başlılık politikasının çok yanlış olduğu söylenerek eleştirildi.)
Ancak gelin görün ki Trump’ın Avrupa ile yıldızı hiç barışmadı. İster Çin’e karşı Rusya’yı ABD’ye yakınlaştırma politikası diyelim, ister kimi Avrupa ülkelerinin NATO’ya yeterli bütçeyi ayırmamasından bahsedelim, istersek de sadece ideolojik sebepleri göz önünde bulunduralım; Beyaz Saray’ın yayınladığı bu belgede Atlantik’te esen soğuk rüzgarlar resmen tescillenmiş oldu. Belge açıkça Avrupa Birliği ve faaliyetlerinin, Avrupa’nın temel sorunu olduğundan bahsediyor. AB düzenlemelerinin kıta genelinde hem çalışkanlık ve verimliliği düşürerek ekonomik kayba yol açtığı hem de Avrupa medeniyetini yok oluşun eşiğine getirdiği iddia ediliyor.
Başkan Yardımcısı JD Vance’in 14 Şubat’ta Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmasında değindiği “Avrupa’da ifade özgürlüğünün yok olması” mevzusuna bu belgede de yer veriliyor. Trump ve dostlarının Avrupa’daki siyasi düzleme müdahale ederek popülist sağ figürleri yükseltmek istemesi bir sır değil. Ancak hem bu ülkelerin NATO’ya ayırdıkları bütçeyi yetersiz bularak oranı artırmalarını talep edip hem de aynı zamanda Rusya tarafından da destek gördüğü bilinen aşırı sağ oluşumlara göz kırpmak büyük bir çelişki. Birleşik Krallık’ta Reform Partisi’nin, Almanya’da AfD’nin, Fransa’da Ulusal Birlik Partisi’nin iktidar olduğu senaryoda NATO’nun alacağı tahribat; herhalde şu anda NATO’ya ayırdıkları bütçeyi %2 oranında artırmaktan çekinen mevcut hükümetlerin yaratacağı olası tahribattan daha fazla olacaktır.
Belgedeki diğer önemli konu ise ABD’nin Batı Yarımküre’de -yani Kuzey ve Güney Amerika’da- yeni müttefikler arayışına çıktığını açıklıyor. ABD’nin tam teçhizatlı gemilerinin Karayipler’de devriye atması, önce Arjantin ve geçtiğimiz günlerde de Şili’de Trump yanlısı aşırı sağcı siyasetçilerin seçim kazanması bu durumun işaretlerinden. Karayipler’e yönelik bakışıyla bu belgeden “neo neo-con” bir manifesto olarak söz edebiliriz. Özellikle Venezuela’ya yönelik narko-terör kuşatmasını, halkın diktatörden kurtularak özgürleştirilmesi fikrini ve Karayipler’de müttefik arayışına girildiğinin resmi ilanını göz önüne alırsak; halihazırda Bush idealinin biraz revize edilmiş haliyle hareket edildiğini anlayabiliriz. Dolayısıyla bu hareketin pek de izolasyoncu olduğu söylenemez. Trump, söylemleri zamanı geldiğinde gerektiği şekliyle kullanır ve daha sonra kârına bakarak hareket eder. Kendisine bahşedilen “öngörülemez” sıfatı da aslında bu durumun izahından farklı bir şeyi kastetmez.
Maduro Finale Doğru
Venezuela’daki son gelişmeler Maduro için iç açıcı görünmüyor. Kamuoyunun gündemine son iki haftada pek çok iddia düştü. Maduro’nun ülkeyi terk edip etmeyeceği, terk edecekse hangi şartlarda terk edeceğine dair Trump ile yaptığı çeşitli telefon görüşmeleri medyada konuşuldu. Trump bir bir kıyıdaki petrol tankerlerine el koyarken askeri müdahale seçeneğine de hâlâ sıcak bakıyor.
Bu hengame içinde Nobel Barış Ödülü’nü kazanan Venezuelalı muhalif Maria Corina Machado, ödülünü almak üzere ABD desteğiyle Norveç’e gitti. Venezuela hükümetinin “firari terörist” olarak nitelediği Machado, Norveç’te BBC’ye bir röportaj da verdi. Venezuela hükümetinin devrilmesi noktasında ABD hükümeti ile ortak çalıştığını ifade etti. Aynı şekilde Maduro yönetimine, geleneksel bir diktatörlük olarak değil, bir suç örgütü olarak muamele edilmesi gerektiğini söyledi. Uluslararası koalisyonu Venezuela’ya müdahale etmeye davet eden muhalif lider, kuvvetle muhtemel olası bir iktidar değişikliğinde Maduro’nun yerine geçen kişi olacak. Trump ile arasının çok iyi olduğunu da hesaba katarsak, ulusal güvenlik stratejisi belgesinde belirtilen Batı Yarımküre’deki yeni müttefik arayışında Machado stratejik ve sadık bir müttefik olabilir.
ABD Suriye’de Kalacak mı?
Şara Hükümeti ile SDG arasında imzalanan 10 Mart Mutabakatı’nın iki taraf arasında sallantıda olduğu ve IŞİD’in yeniden güç kazandığı iddialarının çalkalandığı bu dönemde Suriye’de çok kritik bir gelişme yaşandı. Bir IŞİD militanının gerçekleştirdiği düşünülen saldırıda 2 ABD askeri ve 1 görevli tercüman hayatını kaybetti. Saldırıyı gerçekleştiren teröristin halihazırda Şara’nın ekibinde görev yapan ancak ihraç edilmesi beklenen biri olduğu bilgisi de medyada konuşuluyor. Şam yetkililerinden gelen açıklamada ise “ABD’nin önceden bu saldırı ihtimaline yönelik uyarıldığı ancak dikkate alınmadığı” belirtiliyor.
Foreign Affairs’te 3 ay önce yayınlanan bir makalede IŞİD’in son 1 yılda Suriye’de oluşan güç boşluğunu fırsat bilerek nasıl toparlandığının ve bu nedenle ABD askerlerinin Suriye’den ayrılmaması gerektiğinin altı çizilmişti. Suriye’nin orta ve güney kesimlerinde radikal İslamcı hareketlerin güç kazandığı gerçeği bir yana, SDG de, ABD’nin bölgedeki varlığına ihtiyacı olduğu için ABD askerlerinin Suriye’de kalmasından yana görünüyor. Şam ile entegrasyonun nasıl olacağı hâlâ daha net değilken SDG’nin farklı kanatlarından farklı sesler çıkıyor. Ortada henüz bir entegrasyon olup olmayacağı bile belli değil.
Şara ile Trump’ın pozitif bir ilişkiye sahip olduğu aşikar. Suriye’ye yönelik pek çok yaptırım son bir yıl içinde bu sayede kaldırıldı ve İsrail’in Suriye ile savaşa girme ihtimali de bu şekilde engellendi. Ancak bölgedeki istikrarı korumak adına Şam hükümeti yeteri kadar hızlı ve akılcı davranamazsa bu desteği yitirme riskiyle karşı karşıya. Sonuçta Trump kimseye sonsuz kredi vermez. Özellikle partisinin ara seçimlerde Kongredeki çoğunluğunu kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğu bu dönemde, radikal İslamcı gruplara karşı çok daha temkinli yaklaşacağını düşünüyorum.

