Geçtiğimiz ay ulusal gelişmelerin uluslararası gelişmelerden bağımsız olmadığını hepimize kanıtlayan bir ay oldu. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri gibi bir süper güç ve Türkiye’nin kilit pozisyonda müttefiki olan bir ülkenin birkaç ay içinde dış politikada hızlı bir eksen değişikliğine gitmesi, başta bölgemiz olmak üzere tüm dünyada tansiyonu yükseltti.
Trump’a yıllardan beri yakıştırılagelen ve adeta ceket gibi üzerine yapışan “öngörülemez” ve “sıfır toplamcı” sıfatları, son ABD bülteninin yayınlanmasının üzerinden geçen bir aylık süreçte de geçerliliğini korudu. Ayrıca yine bu süre içinde hükümeti oluşturan klikler arasındaki çatışma gözle görülür hale geldi. “Kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışı istemeden de olsa terk edildi.
Zelenski Dost mu Düşman mı?
Trump ve ekibinin 28 Şubat’ta Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski ile dünya basınının gözü önünde kavga ettiği sırada Ukrayna’nın ABD büyükelçisi Oksana Markarova’nın kameralara yansıyan yüzündeki bitap hali, iki ülkenin ilişkilerinin geldiği noktayı özetler nitelikteydi. Bu durumun ana nedeni Zelenski ile Trump’ın Ukrayna’daki işgalin sona erdirilmesi hususunda çözüm anlayışlarının farklı olmasında yatsa da Mart ayı içinde ikilinin arasındaki buzlar yavaş yavaş erimeye başladı.
Halihazırda Zelenski ile Trump’ın Beyaz Saray’da bir araya gelme sebebi olan Mineraller Anlaşması, Ukrayna’nın dünyada ender bulunan minerallerinden ABD’nin de faydalanması amacını taşıyor, karşılığında ise Zelenski’ye barış vaat ediyordu. Vaadin böylesine güçlü olmasının sebebi ise elbette Demokratlara kıyasla Cumhuriyetçilerin Putin ile müzakereye sıcak bakması ve ideolojik yelpazede görece daha yakın durmalarıydı.
ABD-Ukrayna taraflarının Suudi Arabistan’daki müzakere sürecinin ardından 11 Mart’ta yaptığı açıklamada Ukrayna’daki minerallerin işletilmesi karşılığında ABD’nin hem Putin’i ateşkese ikna etme hem de Ukrayna’ya kestiği istihbarat ve güvenlik desteğinin yeniden sağlanmaya başlaması noktasında bir anlaşmaya varıldı. Rusya’nın ateşkese ikna edilmesinin ABD açısından bu denli dikkate alınmasının sebebi olarak Ukrayna’daki rezervlerin yaklaşık beşte birinin Rusya’nın işgal altında tuttuğu bölgelerde bulunması görülüyor. ABD’nin yeni dönemde ilkesel yaklaşımı rafa kaldırarak tamamen çıkar odaklı hareket etmesi, Ukrayna’nın her ihtimale karşılık Avrupa’yı da çemberin içinde görme isteğini canlı tutuyor. Nitekim Ukrayna cephesi düşerse Putin’in bununla yetinmeyeceği aşikar.
Avrupa Birliği, ABD ile Ukrayna’nın bu anlaşmasına resmi olarak karşı durmasa da mineral anlaşmasının hayata geçirilmesinin olası sonuçlarına karşı AB içinden yükselen pek çok ses; anlaşma koşullarının Ukrayna’nın AB üyeliği açısından bir engel teşkil edeceğini iddia ediyor. Zelenski’yi önümüzdeki günlerde bolca terletecek olan bu arada kalmışlık hali, Mart ayının sonuna doğru düzenlenen Gönüllüler Koalisyonu Zirvesi’ni takiben ABD’nin Polonya’daki Jasionka şehrinde Ukrayna’ya destek için bulundurduğu lojistik merkezindeki asker ve teçhizatını çekeceğini açıklamasıyla iyice perçinlendi. Polonya Dışişleri Bakanlığının açıklamasına göre Polonya içinden Ukrayna’ya sağlanan desteğin neredeyse tamamı Jasionka üzerindendi. ABD oradaki yerini Polonya ve NATO birliklerine bıraktı.
ABD’nin Ortadoğu’daki Düşmanları
ABD, Mart ayında bir yandan 1979’daki İslam Devrimi’nden bu yana düşman olarak tanımladığı İran’la en gerilimli günlerini yaşarken bir yandan da Yemen’e pek çok hava saldırısında bulundu. Yemen’e yapılan saldırıların gerekçesi, -Arap Baharı’nın ardından darbeyle yönetimi ele geçiren- İran yanlısı Husilerin Aden Körfezi ile Kızıldeniz’i birleştiren Babu’l Mendeb Boğazı’nda ABD’li ticaret gemilerini hedef almasıydı.
Bu olayın üzerine ABD ordusu 15 Mart’ta Yemen’in çeşitli noktalarını hedef aldı. İsrailli gemilerin de zaman zaman geçişini engelleyen Husiler, birkaç aydır ABD ve İsrail’den tehditler almalarına rağmen tavır değişikliğine gitmeyince askeri olarak hedef haline geldiler. Geçtiğimiz günlerde ABD’nin düzenlediği hava saldırılarında silahlı Husilerle birlikte pek çok sivil de hayatını kaybetti. Saldırılara karşılık olarak Husilerin ABD’li insansız hava aracı ve savaş gemilerini hedef almasıyla Kızıldeniz’de gerilim iyice tırmandı. Her savaşta olduğu gibi maalesef burada da en çok zararı siviller gördü.
ABD’nin yaklaşık 20 yıl önce Şer Ekseni’nin içinde gösterdiği baş düşmanlarından İran ile ise işler iyice sarpa sarmışa benziyor. Kabinesini oluştururken İran’a karşı şahin isimleri öne çıkaran Trump, Obama döneminde imzalanan Nükleer Anlaşması’na İran’ın uymaması halinde çok sert karşılık vereceğini dile getiriyor. Kendisi ilk döneminde ABD’yi bu anlaşmadan geri çekmiş olsa da geçtiğimiz senelerde İran’daki nükleer silah çalışmalarının basına yansımasının ardından ABD, İran ile sıcak çatışma ihtimalini yeniden gündemine almak zorunda kaldı.
Donald Trump’ın İran’ı açıkça askeri güç kullanmakla tehdit etmesinin ardından İran da misilleme olarak ABD’ye olası bir operasyonda destek olacak civardaki ülkeleri tehdit etmişti. 7 Nisan’da İsrail Başbakanı Netanyahu ile Beyaz Saray’da bir araya gelen Trump, basına yaptığı açıklamada İran ile 12 Nisan günü müzakerelere başlanacağını ilan etti. Bu açıklamanın İsrail Başbakanı’nın yanında yapılması İran’ın durumunun ciddiyetini gösteriyor. Nitekim Ortadoğu’da birbirine düşman olan bu iki ülke arasında geçmişte sayısız çatışma ve operasyon meydana gelmiş, Trump İran’ı tehdit ederken de olası bir askeri operasyonun liderliğini İsrail’in üstleneceğini dile getirmişti.
ABD ile İran’ın müzakere masasına oturması en başta Körfez ülkelerini rahatlatmışa benziyor. Örneğin Katar Başbakanı El-Sani, geçtiğimiz haftalarda yaptığı konuşmada İran’ın nükleer tesislerine gerçekleştirilecek bir saldırının kendileriyle birlikte doğrudan Kuveyt ve BAE gibi Körfez ülkelerinin su kaynaklarını tehlikeye atacağını ifade etti. Tek içme suyu kaynakları olan Basra Körfezi’ndeki suyun kirlenmesi ihtimali, civardaki Arap ülkelerini oldukça tedirgin etse de tarafların diyalog kurma kararıyla beraber ortam kısmen yumuşamış durumda.
Daha Çok Gümrük Vergisi
Donald Trump’ın uzun zamandır dillendirdiği gümrük vergilerinin artırılması vaadinde Nisan ayı itibariyle yeni bir döneme girildi. Tüm ülkelere en az %10 oranında gümrük vergisi uygulanacağının 2 Nisan’da resmen açıklanmasıyla birlikte Beyaz Saray’ın ‘black list’e aldığı ülkeler için çok daha yüksek oranlar söz konusu. ABD’de finansal piyasaların sarsıntı geçirmesi bir yana Fransa’daki şarap ve peynir üreticilerinden Kolombiya’daki kahve üreticilerine kadar pek çok kesim Trump’ın bu kararından doğrudan etkilenecek. Nitekim ek vergilerden ötürü Amerikalı tüketicilerin marketlerden uzaklaşacak olması pek çok ekonomik ezberi de bozacaktır. Trump ve ekibi bu kararın hem ülkenin üretim sektörüne katkı sağlayacağı hem de halihazırda ABD mallarına karşı yüksek oranda gümrük vergisi uygulayan ülkelerin hizaya getirileceğini düşünüyor.
Avrupa Birliği’ne karşı koyulan %20’lik gümrük vergisi oranıyla birlikte Çin, Trump’ın ilk açıklamasında %34 ile mallarına yüksek oranda vergi koyulan ülkelerden biri oldu. Çin ve AB’nin 2024 yılı itibariyle ABD’nin toplam ithalatının yaklaşık dörtte birini oluşturduğu gerçeğine rağmen Trump gözünü karartmış vaziyette. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping bu duruma ABD’li bazı şirketlere ihracat kontrolü getirerek, bazılarını da ‘güvenilmez kuruluşlar’ listesine alarak ve ABD mallarına karşı gümrük vergisi oranını artırarak karşılık verdi. Trump ile karşılıklı vergi artırımlarıyla birlikte Çin mallarına karşı uygulanan vergi oranı %100’ü aştı. Gülümseten bir gelişme olarak bu restleşme üzerine Çin’in ABD Büyükelçiliği, 7 Nisan günü resmi X hesabından yüksek gümrük vergisi uygulamalarını 1987’de bizzat dönemin Cumhuriyetçi ABD Başkanı Ronald Reagan’ın pek çok örnekle eleştirdiği videosunu paylaşarak Trump’a yanıt verdi.
Mevcut Demokrat siyasetçilerden gelen eleştirilerin yanında Biden dönemi Hazine Bakanı Janet Yellen, vergi kararlarının ekonomiyi yaraladığını ve şok etkisi yarattığını ifade etti. Trump, elindeki tabloyla birlikte kime ne kadar vergi uygulanacağını açıkladıktan birkaç saat sonra misilleme kararı almayan onlarca ülkeye 3 aylığına yeni vergi artışını durdurdu. Böylece o ülkeler ABD ile sadece kısa bir süreliğine temel %10 oranından ticaret yapacak. Tüm dünya her ay “Trump acaba şimdi ne açıklayacak?” diye yüreği ağzında beklemeye aşina oldu artık.
Bonus
Trump Anayasa’da açıkça ‘maksimum iki dönem kuralı’ bulunmasına rağmen üçüncü dönem için adaylığını koymaya niyeti olduğunu ilan etti. Bu ilan üzerine sosyal medyada Barack Obama ile Donald Trump’ın yarıştığı bir 2028 senaryosu konuşulsa da ABD Anayasası’nın değiştirilme ihtimalinin ne kadar güç olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu çok düşük bir ihtimal olarak görülüyor. Yine de bir başkanın -hele hele yaşı bu denli ileri bir başkanın- Anayasa hükümlerini görmezden gelerek böyle bir heves içine girmesi, ABD’de kurumsal demokrasinin geldiği noktayı gözler önüne seriyor.
ABD’nin kurumsal demokrasisinin sallantıda olduğu bir iklimde dünyanın geri kalanındaki otoriter yapıların çok daha cesaretleneceği su götürmez bir gerçek iken bu durumun hepimizi yakından etkiliyor olması da acı bir gerçek.