[voiserPlayer]
“Demokratik çoğunluklar iktidar sarhoşudur… Başarısızlıklarını ve engellenmelerini asla iktisadi yasaların çiğnenmesine bağlamazlar.” Ludwig von Mises, Human Action s.67- 756.
Klasik İktisatçıları dogmatik uykusundan uyandıran David Hume’un rüyasıdır. Bu rüya parasal iktisadi problemin ikinci karabasanıdır. Hume’a göre rüyanın problemi şöyledir: Bütün ulus bir sabah; cüzdanlarında, maaşlarında, gelirlerinde, kârlarında, emekli ikramiyelerinde ve bağış kutularında para miktarının 3-4 kat arttığını gördüğünde ekonominin genel durumu ne olur? 17. yüzyıldaki bu rüyanın tabiri Hume için çok basitti. İnsanlar kahvaltı da önce piyango çıkmış gibi sevineceklerini sonra sokağa çıktığında ulusun her vatandaşının aynı oranda parasal artışa sahip olduğunu öğrendiğinde havadan gelen parasal artışa sevinen iyimser psikolojimizin yerine tatlı bir hüzün alacağını çünkü refahın salt yalnızca parasal artışla olmayacağını söylemektedir. Çünkü herkes aynı oranda parasal artışa sahip olduğunda herkes her mala aynı oranda ve güçte satın alma güdüsü ile karşılık verecektir. Değişen sadece fiyatların artışı olacaktır. Yani enflasyon. Tersi de geçerlidir. Eşit orandaki para azalışı da ülkenin refahını azaltmayacaktır.
Peki, tarihteki ilk parasal karabasan hangisidir? Frigya Kralı Midas’ın dokunduğu her şeyi altın yapan elleridir. Burada anlatılan mitolojik masal, tüm zamanların en iyi para teorisi öyküsüdür. Bu mitolojik masaldaki anlatı, devletin (kral devlettir) sınırsız altın arzının halkın zenginliğine katkısıdır. Sahnenin birinde Kral Midas halkın arasına karışır, halk mutsuzdur. Halk neden mutsuzdur ve hatta refahtan uzaktır? Masal bu durumu ajitasyon şeklinde şöyle anlatıyor: Kral, kızına sarıldığında kızının ruhsuz bir altın külçesine dönüşmesini tam bir trajikomik durum olarak ifade ederken bir tarafta, halkın çok altına sahip olduğunda bu durumun lüks mallara herkesin eşit şart ve maddi imkanlarla ulaşmasının insanlara mutsuzluk getirdiğini belirtiyordu. Masal anlatacağını anlattıktan sonra Kral Midas simya büyüsünü kendinde bozuyor, elleriyle altına dönüştürdüğü her şeyi suda yıkayarak –bir nevi maddiyattan temizlenmek için gusül alarak- çamur oluyor, akıyor ve temizleniyordu. Ülke eski güzel günlerine dönüyordu. Para düşkünlüğü ve enflasyon eski çağlarda böyle kötüleniyordu.
20. yüzyılın ilk yarısında ve devam eden 21. yüzyılda her şeyin çözümü olarak bize anlatılan tek ekonomi tarihinde, fakirliğin, kıtlığın, barınmanın, alt-yapının, sosyal refah devletinin ve büyümenin tek bir sihirli aracı vardı: sonsuz para yaratılması ve sınırsız kredi genişlemesi. Enflasyon nesli olarak biz, neden sonsuz yaratılan paranın propagandası altındayız? Yalanlar ve salvolar bitmiyor. Oysa bütün sorunlarımızın tek bir ilacı vardır: Enflasyon çağını bitirmek. Her ne olursa olsun!
Bir türlü akıllanamadık, hala “Kokain Adası”ndayız. Ekonominin popülist iktisadi aracı her zaman her yerde Para Basma Makinesi olmuştur. Bu öyle büyük bir illüzyondur ki maaşları, gelirleri, yatırımları, kârları, milli gelirleri ve cüzdanlarımızı şişirdikçe şişirir. Bir çocuğun büyüdükçe deneyim sahibi olacağını ve böylece hayat problemlerini çözüp sorunlarının azalıp mutlu olacağını sanması gibi halk da bu hastalıklı büyümenin obezite olduğunu anlayamaz. Her karşılıksız basılan para, siyasetçinin vaatlerini artırır ve ucuz halkçılık had safhaya varır. Halk anlık oluşan şeker yüklemesine şaşkınlık ve mutluluk arası bir pozitiflikle karşılık verir. Ve fakat karşılıksız para basma makinesinin çalışan çarklarının gıdası maliyet artışı ve fiyatların sürekli yukarı çıkmasıdır. Artık çayın şekere doyması gibi ekonomide paraya doyar ve atılan her şeker çayın tadını kaçırdığı gibi çayın taşmasına da yol verir.
Hume’un rüyası ya da Kral Midas’ın dokunduğu her şeyi altına çeviren ellerinin kâbusu artık 21. yüzyılda bizim korkuncumuz olarak; karşılıksız yaratılan para politikasıdır, enflasyondur ve sınırsız dağıtılan kredilerdir. Çünkü enflasyon; sınırsız yaratılan paranın hükümetler aracılığıyla dalkavuğun (politik vaatçinin) kendi avanesine, oydaşlarına, politik destekçilerine ve hükümete yakın işadamlarına dağıtılan krediler aracılığıyla imtiyazlar yaratır. Ve asıl kanun yoluyla özel mülkiyetin yapısını değiştirir. Servetin değişimi yapay ve hızlı olduğundan toplumun etik ve kültürel yapısını bozar. Enflasyon gizli bir soygundur. Çünkü paranın ilk oluşumundan sonra krediye ilk ulaşan kesim bu parayı harcarken (neredeyse bedava iken) diğer kesimlerin lehine harcamıştır. Anonim kaybedenler her zaman anonim kazananlara rağmen bu ödemeyi gerçekleştirir.
Merkez Bankasında karşılıksız basılan paranın ıslak ve sıcak hamur kâğıt paraları ilk elden siyasetçilerin parmakla işaret ettiği bankalara, bankalarda en yakın gördüğü mevduat sahipleri ve işadamlarına verilir. Böylece toplumun üretim-tüketim, kar-zarar, faiz-yatırım, alım-satım ve rant-gelir gibi ekonomik verilerinin tümüyle alt-üst olmasına ve mutlak anlamda sosyal tabakalarının hesap yapma muhasebelerini bozar. Bu kaçınılmaz gerçek her şeyin fiyatlarının yükselişine sebep olur. Zamlardan kafayı kaldıramayan bir toplum geleceği unutur. Her zaman günü kurtarır. Kurumların evrimsel mutluluğuna vurulan bir darbedir bu. Çekirdek ailenin geçim sıkıntısı; bakkallara, marketlere, benzin istasyonlarına oradan küçük esnafa büyük şirketlere her yere yansır. Çiftçiden ihracatçısına herkes enflasyonun durdurulamamasına şahit olur. Karşılıksız para basma makinesi çalıştıkça toplumun kültürel yapısı ve kaynak dağılımı sürekli ve hızlı bir şekilde bozulur. Ülkedeki hademe, öğretmenden fazla maaş almaya başlar. Çünkü politik vaatçinin (dalkavuğun) enflasyon karşısındaki önlemi gene enflasyonist büyüme mantığıyladır. Bas parayı, yükselt asgari ücretleri ama aynı oranda şirketlerde çalışan diplomalı kesime kendi uydurduğun ekonomik verilerle enflasyonun çok altında ücret artır!
Sonuç; okumanın manasızlığı ve cahilliğin para ettiği yanılsamasıdır. Böylelikle toplum, okumak, öğrenmek ve düşünmekten uzaklaşır çünkü diploma artık paraya, maaşa, gelire ve mevkiye dönüşememektedir.
Peki, politik vaatçi asgari ücretleri neden yükseltir? Çünkü politik vaatçi bilir ki sınırsız dağıtılan krediler yüzde 1’lik kesime gitmektedir. Demokratik seçimler için yüksek oy potansiyeli her zaman asgari ücretliler üzerinedir. Türkiye Cumhuriyetinde asgari ücretli yüzdesi % 60’a yakındır. Bunlara dağıtılan ulufe gene karşılıksız basılan paradan kaynaklıdır. Ve fakat aynı şekilde diplomalı kesim, şirketlerde çalışan beyaz yakalılar, memurlar, emekliler ve öğretmenler, yani politik vaatçinin muhaliflerinin, dalkavuklara göre popülizmin düşmanlarının, ona asla oy vermeyeceğini öngörür.
Politik vaatçi, kendisine oy vermeyecek kesime ise eli sıkı davranmıştır. Politik vaatçinin bu eli sıkılığının nedeni parasal sıkılık değil sermayenin okumuştan (diplomalıdan) cahile (okumamış ama geleneksel dini bilgilere sahip kişilere) gelir aktarımını sağlayıp aynı zamanda kültürel olarak da iktidar sahibi olmaktır.
Okumuş kesime (diplomalılara) refahtan pay ayrılmaması hatta bundan yararlanılmaması toplumun bütün dengelerini altüst eder. Okumuş diplomalı kesim kendisine hak gördüğü mevkii, geliri, maaşı ve işleri yurtdışında (başka pazarlarda) arar. Böylece ülkede okumuş diplomalı kesim yurtdışına ihraç olur. Fakat insan davranışının ekonomik etkileri çok boyutludur. Beyin göçü ile kaybettiğimiz insanlarımız sadece okumuş diplomalı kesim değildir. Aynı zamanda ülkenin girişimci, kültürel sermayedarları ve atılgan yenilikçileridir. Ekonomide ihraç ettiğiniz malların yerine yeni nesneler koyabilirsiniz fakat insan faktörünü çift taraflı transfer etmek mümkün değildir. ABD’nin her zaman transfer ettiği kişiler onun toplumuna katkı, fayda, yenilik ve girişimcilik kazandıracak kişilerdir. ABD bu ekonomik dengede her zaman onun çağırdığı kişilere garantör olurken Türkiye, ne yazık ki yetişmiş, yenilikçi, girişimci ve atılgan kişileri kaybetmektedir. Yerine savaştan kaçan “ne iş olsa yaparım abi!” diyen göçmenlerle bu açığı kapatmaktadır. Bu cumhuriyetin felaketidir.
Politik vaatçinin karşılıksız para basma makinesi ile yarattığı enflasyoncu “kokain adası” artık fazla paranın verdiği zararlarla mücadele etmek durumundadır. 2022 yılının cumhuriyeti “paranın uyuşma halinden” kurtulmanın yollarını aramaktadır. Kredi büyümesi ile “menfaatleşen grup” karşılıksız para basılmasının ilk elden tüketicileridir. Politik vaatçi tarafından bilhassa kayrılan bu menfaatçi grup, enflasyonun cazibesi karşısında kârlarını, rantlarını ve iş hacimlerini arttırmışlardır. Ama ne karşılığında? Enflasyon her zaman her yerde yeniden dağıtım politikasıdır. Kredi büyümesi politikası ile büyüyen kesim ve bu dağıtıma ulaşamayanlar ve kredi büyümesinden kaynaklı onu ödeyemeyenler arasındaki savaş ne olursa olsun, ilk gelenlerin son gelenlere rağmen kazançları ile oluşur.
2022 Türkiye Cumhuriyetinde yeniden dağıtım politikasının yıkımları, kayıpları ve felaketlerinin, politik vaatçinin iktidarının 20. senesinde sarsıntılı sonuçları hissedilmektedir. Artık bundan kimse kaçamaz. Ekonomi yine demir kanunlarıyla karşımıza hesabı isteyen garson gibi dikilmiştir. Politik vaatçinin ziyafete davetiyle bedava yenilen yemeğin faturası çıkmıştır. Ödeyicilerden yani halktan hesap, tek tek zamlar ile döviz kurlarıyla ve fiyatlar genel seviyesiyle ödenmektedir. Olan olmuş diyemeyiz… Artık yapılması gerekenler bellidir. Politik vaatçinin elinden para basma makinesini almak her şeyden daha önemlidir.
Büyük İktisatçı Ludwig Von Mises Türkiye gibi ülkeler için ekonomi politik strateji önermektedir. Kadir-i Mutlak Devlet adlı kitabının parasal planlama bölümünün 252. sayfasında şöyle demektedir:
“Bir hükümet altın standardına dönmek istiyorsa, hiçbir uluslararası anlaşmaya veya uluslararası planlamaya gerek yoktur. Zengin ya da fakir, güçlü ya da zayıf olsun, her ulus herhangi bir saatte bir kez daha altın standardını benimseyebilir. Tek şart, kolay para politikasından vazgeçilmesi ve devalüasyon yoluyla ithalatla mücadeleye çalışılmasıdır.
Burada söz konusu olan soru, bir ulusun bir zamanlar kurduğu ve çoktan terk ettiği belirli altın paritesine geri dönmesi gerekip gerekmediği değildir. Böyle bir politika elbette artık deflasyon anlamına gelir. Ancak her hükümet, ulusal para birimi ile altın arasındaki mevcut döviz kurunu istikrara kavuşturmakta ve bu oranı sabit tutmakta özgürdür. Daha fazla kredi genişlemesi ve daha fazla enflasyon olmazsa, altın standardının veya altın değişim standardının mekanizması yeniden işleyecektir.”
Türkiye acil %100 altın standardına dönmek zorundadır. Gresham yasası -aşırı değerli paranın değeri olan parayı kovar- ilkesini bozup uluslararası finansta tersine işleyecektir. Çünkü ülkedeki her türlü varlık ve parasal işlemin dolarla ticari hesaplarını kapatmaya zorlayacak hiçbir şey yoktur. Hükümetler, vatandaşlarını sınırları içinde “kötü” parayı kullanmaya zorlamak için yasal ihale kanunlarını kesinlikle kullanabilirler, ancak egemen ülkeler çok uzun süre bunu yapmaya zorlayamazlar. Japonya ve Güney Kore’den gelen üstün otomobillerin ABD’li otomobil üreticilerinin fiyat-değer ürünlerini zorlaması gibi, güçlü bir TÜRK LİRASI, ABD Dolarını ve Avrupa Birliğinin Euro’sunu güçlendirmeye zorlayacaktır. Aksi takdirde, dünya uluslararası ticaret için Doları ve Euro’yu belki de altın para Türk Lirası için terk edecektir. Bu sürecin başlaması için gereken tek şey, egemen bir ulus olan Türkiye’nin para markasını Bizans dönemindeki güçlü ve evrensel lira haline getirmesidir. Herhangi bir anlaşma gerekli değildir. Türkiye’nin karşılıksız para bölgesinden çıkmak için kimsenin iznine ihtiyacı yoktur. Bunu ne kadar erken yaparsa…
Fotoğraf: Jingming Pan