[voiserPlayer]
31 Mart ve sonrasında 23 Haziran seçimlerini Ekrem İmamoğlu, özellikle sakinlik teması üzerinden, polemikten kaçınan ve somut vaatleri vurgulayan pozitif bir seçim kampanyasıyla kazandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sonucu kabul ettiğini ima eden açıklamalarına rağmen, Ak Parti, ittifak ortağı MHP’nin de desteklediği bir girişimle, Yüksek Seçim Kurulu’nun büyükşehir belediye başkanlığı seçimini iptal etmesiyle sonuçlanan itiraz sürecini başlattı. Sekiz buçuk milyonluk bir seçmen kitlesine karşı seçiminin sadece 13 bin oy farkıyla kazanılmış olması, yenilenmesi halinde geri kazanabileceğine dair ümitleri ortaya çıkarmıştı. Bazı gözlemciler de Ak Parti’nin bu süreçte kaybedecek bir şeyinin olmadığını, şimdi ise bir kazanma şansı ortaya çıktığı için avantajlı duruma geçtiğini bile iddia ettiler. Oysa İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı seçiminin tekrarlandığı 23 Haziran’da sonuçlar ne olursa olsun Ak Parti açısından moral bir kayıp söz konusuydu. Ak Parti’nin tarihsel misyonu her zaman daha fazla demokratikleşme ve sandığa yansıyan millet iradesinin korunmasını gerektiriyordu. 367 krizindeki ısrarlı tavrın ve 15 Temmuz direnişlerinin de manası buydu, sandıkla gelen sadece sandıkla gidebilirdi. Ancak bu defa ilk defa ülkenin genelinde olmasa bile, İstanbul gibi büyük bir zeminde, seçmen iradesine karşı bir bürokratik müdahale söz konusu oldu. Partiye ismini veren adalet ilkesi zaten büyük anlamda hasara uğramış olsa da şimdi dört seçimin yapıldığı sandıkta sadece kaybedilen seçimin iptal edilmesiyle, çok daha dramatik bir şekilde imha edilmiş oluyordu. İstanbul seçimlerinin iptali, sosyolojik anlamda merkeze karşı bir çevre hareketi olan Ak Parti’nin giderek, kendisinin mücadele ettiği bürokratik otoriteryanizmi ve devletçi mentaliteyi benimseyişinin göstergesi, kısacası kendi misyonunun kendisi tarafından inkarı anlamına geliyordu. Ak Parti’nin bir demokrasi hareketi olarak “hikaye”si bitiyordu. Özellikle pontus söylemiyle, iktidarın şimdiye kadar çoğulcu bir Türkiye için dar bulduğu Kemalist milliyetçilikten de geriye düşen bir etnik milliyetçi söyleme geçilmiş oldu. Böylece, zaten bir süredir Ak Parti’nin güvenini kaybettiği Kürt seçmenle birlikte bu defa kendi destekçi kitlesinin belkemiğini oluşturan Karadenizli seçmeni de ötekileştirici bir söylem benimsendi. Bütün bu yanlışların neticesinde 23 Haziran’da İstanbul seçmeni 13 bin farkı küçümseyen iktidara farkı bir milyona yaklaştırarak cevap verdi.
Buna karşı Ekrem İmamoğlu ise kutuplaşma söylemini reddediyor, pozitif bir söylem benimsiyordu. Kampanyasını kendisi idare etti, partisinin teşkilat desteğini alıp, kampanyasında kendi ismini ortaya çıkardı. İktidarın kutuplaştırıcı ve ötekileştirici diline karşı, “her şey güzel olacak” sloganıyla seçmene ümit vadeden bir dili benimsedi. Bu anlamda İmamoğlu’nun başarısı, iktidarı rahat alanından çıkarmasında yatıyordu. Adeta bu rakip, iktidarın girdiği kritik sınavda hiç çalışmadığı yerden gelen bir soru gibiydi. Şimdiye kadar iktidar kutuplaştırıcı söylemi bir tuzak olarak kullanmış, CHP de “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganlarında somutlaştığı üzere, bu tuzağa uygun söylemler benimsemişti. İstanbul halkı, İmamoğlu örneğinde her iftarı bir yoksul ailenin evinde yapan, iftar sonrasında sofra duası yaptıran, cumaları kaçırmayan, Kuran okuyan, nihayet dua ile göreve başlayan bir isim buldu. Aslında soldan daha ziyade, Turgut Özal gibi bir merkez liberal siyasetçiyi andıran bir tarzı benimseyen, merkez sağın kalıplarına daha çok uyan bir liderle tanışmış oldu.
Yine İmamoğlu’nun ısrarla polemikten kaçınan üslubunun da, kavgadan bıkmış bir halk üzerinde önemli bir etki yaptığını düşünebiliriz. Israrlı bir şekilde adalet ve vicdan vurgusu yapması, rakipleriyle el sıkışma ısrarı, eleştirilerini israf kavramıyla sınırlandırması kavga ve polemikten daha güçlü bir etki yaptı. Televizyon programlarında rakamlara hâkim konuşması ve konuşmalarını grafiklerle desteklemesi gibi özellikleri geçmişin sağ liderlerine benziyordu. Karadenizli kimliğini vurguladı, bununla birlikte milliyetçi bir partiyle seçim ittifakı halinde olmalarına rağmen Kürt sorununa vurgu yaptı. Bu anlamda da İmamoğlu CHP’li bir liderden daha çok, reformcu Özal ve siyasi kariyerinin başındaki Erdoğan’a çok benzer bir portre çizdi. Bu arada iktidarın İmamoğlu’na yönelttiği pontus suçlaması, onun ismini dahi söylemeyi reddetme derecesinde dışlama çabası, Kürtlerin kendilerini İmamoğlu ile özdeşleştirmelerini kolaylaştırdığını da iddia edebiliriz.
İmamoğlu Erdoğan’ın karşısına gerçek ve zor bir rakip olarak çıkmış oldu. CHP’nin laiklik vurgusuna çok alışmış bir iktidar partisi, ilk defa karşısında kendisini İzmir’den daha çok Trabzon’da, Kadıköy ve Beşiktaş’tan daha çok Sancaktepe ve Üsküdar’da evinde hisseden; anneannesini değil, kendisini dindar olarak gören bir rakiple karşı karşıya. Kimsenin dindarlık seviyesi tartışılmaz ama gelinen noktada İmamoğlu Ak Parti’de olsaydı hiç yabancılık çekmeyecek bir isim olurdu. İmamoğlu 27 Mayıs darbesini halk iradesine karşı bir darbe olarak görerek, Turgut Özal’ı ve Süleyman Demirel’i vefat gününde büyük bir lider olarak anarak CHP’nin tarihsel ezberlerini bozuyor. Kuşkusuz İmamoğlu’nun zaferi bir devlet partisi olarak CHP’nin ve onun tarihsel olarak temsil ettiği bürokratik oligarşinin zaferi değil, tam aksine başka bir devlet partisine ve onun bürokratik oligarşiyle yakınlaşmasına karşı elde edilmiş bir zafer. Ak Parti 2002’de hangi çevrelere karşı seçimi kazanmışsa, İmamoğlu da aynı çevrelere karşı seçimi kazandı. Burada yanlış yerde duran İmamoğlu değil, Ak Parti’nin kendisiydi.
Kısacası İmamoğlu kendini merkez sağın merkez solla buluştuğu liberalizm çizgisinde konumlandırarak siyaset yapan bir lider. Onun seçim zaferinin hemen ardından yaptığı okuduğu metin de liberal bir manifesto niteliğindeydi: “Partiler tabu değildir. Milletin refahı için çalışan kurumlardır. Yani araçtır. Bunu her vatandaşın bilmesini istiyorum. Parti liderlerini kutsallaştırmak asla doğru değildir. Çünkü egemenlik kayıtsız şartsız sadece milletindir.” Bu cümleleri sadece Ak Parti’ye yöneltilmiş bir eleştiri olarak değerlendirmek doğru değildir. 1945’de CHP’ye karşı başkaldıran dört liberal de aynı eleştirileri dile getirerek partilerinden ayrılmış ve 1946’da Demokrat Parti’yi kurmuşlardı. Yine ilginç bir şekilde 2001’de Ak Parti’nin kurucuları kendi partilerindeki lider tahakkümüne karşı ortak aklı vurgulayarak, yeni bir hareket başlatmış ve Türkiye’de şu ana kadar iktidarını koruyan partilerini kurmuşlardı. Bu anlamda İmamoğlu ve ekibi yeni bir liberal dil ve perspektifle CHP içinde bir dönüşümü, yine diğer partilerde de benzer değişimleri tetiklerse, onun seçim başarısı Türk siyasetindeki yeni bir başlangıç getirebilir.
23 Haziran Türk siyasetine yeni bir karizmatik lider kazandırdı. Bununla birlikte kendisinin de dile getirdiği gibi siyasetin sorunu karizmatik liderlik değil, siyasetin ve partilerin kurumsallaşamamasıdır. Şayet İmamoğlu kendi partisi içinde ve siyasetin bütününde bir dönüşüm sürecini başlatabilirse bundan bütün Türkiye kazançlı çıkar.