[voiserPlayer]
Türkiye tüm bu olumsuzluklara karşın siyasi, iktisadi, hukuki ve sosyal olarak köklü bir değişime doğru yol alıyor. İktisadi göstergeler ve toplumdaki enerji birikimi, rejimin sürdürülmesinin giderek daha da zorlaştığına işaret ediyor. Türkiye öyle veya böyle bugünden daha huzurlu, müreffeh ve özgür günlere kavuşacak. Ancak bu günlere ne zaman ve ne kadar az hasarla ulaşılabileceğini gerçekçi bir iyimserlik tayin edecek.
Yeni umutlar, tozpembe iyimser beklentiler, hayaller ve kararların eşlik ettiği bir yeni yılın eşiğinde değiliz. Türkiye uzun süredir evlatlarına hayal kurma ve umutlu olma fırsatı sunma konusunda bir hayli cimri davranıyor. Bunda pandemi gibi küresel krizler ve iklim değişikliğinin yol açtığı afetlerin etkisi olduğu yadsınamaz. Ama elbette bunlardan daha etkili olan, hatta bu krizlerin tahribatını derinleştiren daha büyük bir sorunumuz var: AKP rejimi. Bu yazı rejimin 20. yılına girerken muhalif kesimler içinde bir hayli yaygın olan karamsarlık akımına katkı sunmak için yazılmıyor. Türkiye tüm bu olumsuzluklara karşın siyasi, iktisadi, hukuki ve sosyal olarak köklü bir değişime doğru yol alıyor. İktisadi göstergeler ve toplumdaki enerji birikimi, rejimin sürdürülmesinin giderek daha da zorlaştığına işaret ediyor. Türkiye öyle veya böyle bugünden daha huzurlu, müreffeh ve özgür günlere kavuşacak. Ancak bu günlere ne zaman ve ne kadar az hasarla ulaşılabileceğini gerçekçi bir iyimserlik tayin edecek.
Kriz Makinesi
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denen sistemsizliğin kendisi bir kriz makinesi. Kırılgan kolonlar üzerine inşa ettikleri yapıyı ayakta tutabilmek için mütemadiyen krize ihtiyaçları var. Devletin sahip olduğu hemen tüm kurumsal yapı ve işleyiş ortadan kaldırıldı ve yerini arkaik bir emir-komuta hiyerarşisine bıraktı. Bu sistemi farklı açılardan tanımlamak için neo-patrimonyal sultanizm, rekabetçi otoriterlik, ahbap-çavuş kapitalizmi gibi zengin bir terminoloji mevcut. Biz kısaca tek adam rejimi diyelim. Hukuksuzluk bu rejimin en karakteristik özelliklerinden biri. Anayasa ve modern bir hukuk sistemi varmış gibi görünse de bunlar seçici uygulandığı için ikili bir hukuk sistemi ortaya çıkıyor. Yöneticiler ile yönetilenler ayrı kurallara tabi ve bu kurallar da ihtiyaca göre her an değişebiliyor. Dolayısıyla sisteme öngörülemezlik hâkim. Vatandaş açısından geriye elle tutulur tek bir muhatap kalmış durumda: Cumhurbaşkanı. Devlet ve hükümeti toplumsal algı bakımından kendi şahsında cisimleştirdi, “şahsım” rejimini yarattı. Toplumu kalıcı olarak iki kampa ayırmaya çalıştı. Bir kampın desteğiyle iktidarda kalabilmek için genel iyiyi değil, bilinçli olarak bu kamplardan birinin yararını önceliyor gibi söylem ve eylem üretmek zorunda. Bu nedenle sistem sürekli gerilim ve kriz üretiyor. Adeta krizlere bağımlı diyebiliriz. İktidarda kalabilmesi bu gerilimi sürekli yeniden üretmesine bağlı olduğu için de kontrollü ve kontrolsüz krizler döngüsel bir süreklilik arz ediyor.
2002’de temelleri atılan ve sonraları kurumsallığın, mali disiplin ve denetimin ortadan kalkmasıyla hepten bir aile şirketi ekonomisine dönüşen borçlanmaya dayalı ekonomik büyüme modeli tıkanmış durumda. Kriz gündelik hayatın bir normu oldu. Tabiri caizse boğuluyoruz. Alım gücümüz saatler içinde eriyor. Tüketici güven endeksi ülke tarihinin en düşük seviyesine geriledi (200 puan üzerinden 68, Kasım 2021). Cari açığı kapatma iddiasıyla akıl almaz biçimde indirilen Merkez Bankası politika faizi, dövizin kontrolsüzce artmasına neden oldu. Vatandaş yoksullaşmaya set çekebilmek için bankalardan kredi çekip dolar almaya bile yöneldi. Enflasyon yüzde 60’lara dayandı (ENAG verileri). Hükümet yetkilileri rekabetçi kur adını verdikleri aşırı ucuzlatılmış Türk Lirası politikasına “Çin modelini deniyoruz” diyerek bir kılıf uydurmaya çalıştı. İddiaya göre emek ve mal ucuzladığı için ihracat artacak, yabancı yatırım gelecek, istihdam artacak, ülke büyüyecekti. Elbette bu senaryo hiçbir bir nesnel dayanağa sahip değil. Aksine üretimimiz büyük ölçüde ithalata dayalı olduğu için, yani üretim yapmak için gerekli hammadde ve ara malı yurtdışından aldığımız için, yükselen döviz kuru üretimi de vurdu:
- Tedarik zincirinde kırılmalar yaşandı.
- Döviz fiyatındaki oynaklık nedeniyle yeni ticari sözleşme yapılamaz oldu.
- İlaç ve medikal ürün sektöründeki yanlış politikalarla birleşince bu sektörde yokluk yaşanmaya başladı. Hatta kimi ameliyat ve acil tıbbi müdahaleler malzeme yetersizliği nedeniyle yapılamaz oldu.
- Enerji fiyatları patladı, ısınma ve ulaşım maliyetleri çok yükseldi.
Muhtemelen kış biterken daha da derinleşmiş bir yoksullaşma çukurunun içinde olacağız. Bu arada Erdoğan 20 Aralık 2021 Pazartesi akşamı, “Dövize Endeksli TL Mevduat” planını duyurdu. Plana göre bu özel hesaba vadeli olarak yatırılacak TL cinsi para, Merkez Bankası faiziyle nemalandırılacak, ancak döviz artışı Merkez Bankası faizini geçerse para döviz gibi değerlendirilip vade bitiminde oluşan fark faizle birlikte anaparanın üstüne eklenecek. Bu fark anlaşmalı bankalara Hazine tarafından ödenecek. Bunun tercümesi, öngörülemez ve sınırsız bir faiz artırımı olduğu gibi söz konusu faiz kazancının kamu kaynaklarından karşılanması demek. Burada hedef vatandaşın alım gücü düşüşü ve öngörülemezlik nedeniyle dolara hücum etmesini engellemek. Bunun başarılı olup olmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Hem dolar mevduatlarındaki dağılımın oranı hem de güvensizlik ortamı bu planın işlemesinin zor olduğuna işaret ediyor. BDDK’nın 22 Aralık 2021 tarihli günlük bülten verilerine göre, plan açıklandıktan iki gün sonra bankalardaki yabancı para cinsinden mevduat azalmak şöyle dursun yaklaşık 2 milyar dolar artmış görünüyor ve bu artışın 1,7 milyar doları tüzel kişilerin satın almasından kaynaklanmış.[1] Plan daha yürürlüğe girmeden Erdoğan’ın canlı yayın açıklamasına paralel olarak, tam o sıralarda ciddi dolar manipülasyonları yapıldığına dair şüpheler var. Sanki büyük sermaye sahibi finans oyuncuları bu planı önceden haber aldı ve 18 TL seviyesine ulaşan doları zirvede satarak ani ve büyük bir düşüşe katkı sağladı. Alım gücünü korumak için panikle varlığını dövizde tutmaya çalışan orta ve dar gelirli vatandaş ise bilinçli olarak kayba uğratıldı, bakan Nureddin Nebati’nin ifadesiyle “çarpıldı”.
Türkiye’nin 170 milyar dolara yaklaşan kısa vadeli dış borcu nedeniyle firmaların döviz talebini arttıracak olması ve 2022’de ABD Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadele için faiz artırımına gideceği beklentisi doların yukarı yönlü hareket etmesi ihtimalini kuvvetlendiriyor. Eğer kur hareketlerinden para kazanmıyorsa döviz kurunun düşük olması elbette her vatandaşın lehine bir gelişmedir. Ancak burada sorun, iktidarın döviz yükselişini bilinçli olarak körükleyip emek ve malı bilinçli olarak ucuzlatıyor görüntüsü verdikten sonra yine “kontrol bende” imajını pekiştirmek için orta ve uzun vadede kamu bütçesi üzerinde çok daha yıkıcı etkileri olabilecek bir manipülasyona başvurması.
Bu hamlenin siyasi etkisi ve sonuçları bakımından bizi ilgilendiren başka bir yönü var: algı yönetimi. Doların bir gecede yaklaşık 6 Lira birden düşmesi karşısında sosyal medyada harekete geçirilen ekiplerin de yardımıyla Erdoğan’ın “dış güçlere” ve muhalefete karşı büyük bir zafer kazandığı iddia edildi. Erdoğan’ın kemik seçmeni bu algıyı kolaylıkla satın almaya hazırdı fakat bu psikolojik operasyonun muhalif kesimler üzerinde de etkili olduğunu hep birlikte gözlemledik. En zor kriz anlarında bile Erdoğan’ın kendini içinde bulunduğu kıskaçtan çıkarabilecek güç ve beceriye sahip olduğu yönünde bir imaj çalışması etkili oldu.
Kontrol Yanılsaması
Psikolojik savaş, algı yönetimi, halkla ilişkiler, imaj ve itibar yönetimi… “Çin modeli”, “düşük faiz-yüksek kur” iddialarının ardından gelen sert döviz indirimi müdahalesiyle de gördük ki iktidarın gerçek bir ekonomi planı yok. Sadece birkaç gün arayla ortaya atılan “Çin modeli için yüksek kur” ve “ekonomimizi sabote etmek isteyenlere karşı dövizi indirdik” argümanları arasındaki akla ziyan tutarsızlık, bir plan olmadığının en güçlü delillerinden biri. Akıl almaz ekonomi politikalarının ardında aslında var olmayan bir ekonomik rasyonalite aramak artık anlamsız. Nereye gittiğimizi artık salt iktisadi akılla değil, hatta ondan daha çok siyaset biliminin gözlükleriyle açıklayabileceğimiz bir sürece girdik.
Rejimin kriz dalgaları arasındaki mesafe kısaldıkça bunları yönetebilme becerisi de azaldı. Kamu yönetimi yerini uzun süredir algı ve imaj yönetimine bıraktı. Erdoğan sürekli kontrolün kendisinde olduğu mesajını verecek hamleler yapmak zorunda kalıyor. Çünkü ekonomi üzerindeki kontrolünü yitirmeye başladı. Bununla birlikte siyasi gücünün tamamen tükendiğini ve ekonomik krizlerin iktidarı yiyip bitireceğini, iktidarın kendiliğinden çöküp gideceğini düşünmek çok dayanaksız bir rehavet yaratıyor. Muhalefet içinde karamsarlık kadar olmasa da bu rehavet sendromunun da yaygın olduğunu söyleyebiliriz. 20 Aralık’ta yapılan şaibeli müdahale ve ardından gelen yoğun psikolojik operasyon, kırılgan rehavet içinde olan bir kesimi bir uçtan alıp diğer uca savurdu ve muhalif kesimlerde bu kez bir yılgınlık baş gösterdi. Erdoğan’ın hâlâ mutlak güç sahibi olduğu yanılsaması yaygınlık kazandı.
Gerçekçi İyimserlik Zamanı
Tam da burada gerçekçi iyimserlik başlığına gelebiliriz. Galibiyet havasından mağlubiyet havasına bu kadar hızlı bir geçiş, muhalif kesimlerde olgulara dayalı gerçekçi bir iyimserlikten ziyade duygusal temennilere dayalı kırılgan bir arzulama hali olduğunu düşündürüyor. Bunda geride kalan 20 yıllık yıkımın bireylerin psikolojisinde yol açtığı yıpranmışlık ve sabırsızlığın payı olduğu da inkâr edilemez elbette.
Kırılgan iyimserlikle birlikte muhalif kesimler içinde hâkim olan bir diğer eğilim müzmin karamsarlık. Benim gözlemime göre müzmin karamsarlığı kabaca ikiye ayırmak gerekiyor:
- Farklı ideolojik/siyasi yönelimlere sahip olmakla birlikte hukuk devletinin ve güçler ayrılığının yeniden tesis edilmesini, ülkenin demokratikleşmesini, özgürlüklerini geri isteyen ancak ne olursa olsun Erdoğan iktidarının yenilmeyeceğini düşünen karamsarlar. Bu eğilim karamsarların büyük çoğunluğunu oluşturuyor.
- İktidarın “sistem içi” mücadele yöntemleriyle ve seçimle yenilmeyeceğini, çok daha köklü bir sistem değişikliği gerektiğini ve bu nedenle krizin derinleşmesinin hem kaçınılmaz hem de gerekli olduğunu düşünen karamsarlar. Bu eğilim daha dar bir kesimde yaygın.
CHP ve İyi Parti son aylarda yürüttüğü başarılı iletişim kampanyalarıyla gündem belirleme gücünü ve psikolojik üstünlüğü ele geçirmişti. Geçtiğimiz Mayıs ayında Sedat Peker’in ifşa ve itiraflarıyla iktidar içindeki kavgalar iyice su yüzüne çıkmış, cepheler belirginleşmiş ve çatlaklar derinleşmişti. AKP içinde Erdoğan sonrası için en iddialı aday olarak görülen Süleyman Soylu’nun siyasi kariyeri artık tartışmalı hale geldi ve Erdoğan’ın içinde olmadığı bir siyasi iklimde olağan biçimde siyaset yapabilmesi imkânsızlaştı. Aylarca devam eden şok dalgası bürokrasi içinde de yankı buldu ve pek çok suç dosyası, bilgi ve belge çeşitli kaynaklardan ifşa edilmeye başladı. Bunun üzerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun bürokrasiye seslenen “suç işleyen, kanunsuz emri uygulayan bedelini öder” temalı konuşması hem iktidar hem muhalefet hem de bürokrasi içinde büyük yankı uyandırdı. Bürokraside, özellikle yargı bürokrasisi içinde siyasi değişim beklentisi arttığı ve buna göre yeni konumlanmalar başladığı yönünde duyumlar paylaşıldı. Bir süredir devam eden ekonomik kontrolsüzlük ve yoksullaşma tablosuna Peker ifşalarının yol açtığı siyasi kriz eklenince toplumda da değişime olan inanç güçlendi. Metropoll’ün yayınladığı Türkiye’nin Nabzı Eylül 2021[2] araştırmasında katılımcıların yüzde 54’ü bir sonraki seçimde iktidarın değişeceği inancında olduğunu beyan ederken Cumhur İttifakı’nın devam edeceğini düşünenlerin oranı yüzde 38’e gerilemişti. Aynı araştırmaya göre 2018’de AKP’ye oy vermiş her dört seçmenden biri de AKP’nin iktidardan düşeceğini düşünüyordu.
Yukarıda özetlediğim etkenlerin birinci maddedeki değişimi isteyen ama değişimin mümkün olduğuna inanmayan karamsarlık biçimini önemli ölçüde geriletmeye başladığını düşünmek için elimizde yeterli veri olduğunu düşünüyorum. Öte yandan Millet İttifakı’nın öne çıktığı, psikolojik üstünlük sağladığı siyaset ve söylemler içinde ekonomik vaatlerin hatırı sayılır bir yer tuttuğu söylenemez. İttifak daha çok parlamenter sistemin iyileştirilip yeniden tesisi, güçler ayrılığının sağlanması, hukuk devletinin ayağa kaldırılması gibi temalar etrafındaki vaatleriyle öne çıktı. Bu vaatlerin ittifakın doğal tabanı olan, AKP’ye asla oy vermeyecek olan seçmen için öncelik teşkil ettiği kesin. Ancak muhalefet unsurları yoksul kesimlerin, ücretli çalışanların ve eriyen orta sınıfın yaşadığı ekonomik sıkıntılara münferit biçimde işaret ederken henüz bu sıkıntılara ilişkin ortaklaşa bir ekonomik çözüm manifestosu ortaya koymuş değil. Bununla birlikte iktidarın “Çin modeli” diyerek meşrulaştırmaya çalıştığı kasıtlı yoksullaştırma politikalarının üstüne 20 Aralık’ta gerçekleşen şaibeli müdahale sonrası yaşanan şaşkınlık, muhalefetin ortak bir ekonomi programı ilan etmesini giderek daha elzem kılıyor. Bu tür günü kurtarmaya yönelik hamlelerle orta ve uzun vadede ekonomik yıkımın gidişatını değiştirmenin mümkün olmadığını kendi çözümlerini de sunarak seçmenin zihnine yerleştirebilmesi gerekiyor.
Yoksullaşmanın gündelik hayatta giderek daha yakıcı biçimde hissedilmesi karşısında birçok kamuoyu araştırması AKP oylarının yüzde 30’lar seviyesine gerilemekte olduğuna işaret ediyor. Ancak ekonomik krizin iktidarı kendiliğinden alaşağı edeceği yönündeki beklentilerin gerçekliğe tekabül etmediğini 20 Aralık müdahalesi sonrası yaşanan algı operasyonunun etkileri ölçüldüğünde daha somut olarak gözlemleyebileceğiz sanıyorum. Tüm yıpranmışlığına ve çözülme emarelerine karşın iktidarın ve Erdoğan’ın 20 yıllık yönetim deneyiminin, devlet gücünü manipüle edebilme olanağına hâlâ sahip olduğunun göz ardı edilmemesi gerekir. Bunun ilk işareti 25 Kasım 2021’de yayınlanan MGK bildirisiyle verildi. Yapısı değiştirilip tamamen hükümetin bir uzantısı haline getirilmiş olan MGK’ya hükümetin ekonomi politikalarının ardında olduğu izlenimi veren bir bildiri yayınlatılması, siyasi değişim beklentisi içinde olan sermaye çevrelerine verilen bir gözdağıydı. Dahası Hulusi Akar, Hakan Fidan ve savunma sanayisi bürokrasisinin teşkil ettiği güvenlik bürokrasisi her şeye rağmen Erdoğan’ın yanında olduğu izlenimi veriyor, şimdilik. Söz konusu MGK bildirisini de bu birlikteliğin bir işareti olarak okumak mümkün.
İktidarın bazı diğer dezavantajlarını özetleyecek olursak:
- Daha fazla ve kalıcı otoriterleşme için gerekli finansmana (petrol, doğalgaz vb. doğal kaynak zenginliğine) sahip olmamak.
- Dış politikada yalnızlaşma, itibar ve güven kaybı, küresel güçler arasında savrulma.
- Kuşaklar arasındaki kültürel farklılaşma ve dönüşüm: Daha fazla nüfusun kentlerde yaşaması; gençlerin iktidar tarafından ikna edilememesi; AKP’nin kırsal ve kent dışı bölgelerdeki görece yaşlı, üretken olmayan bir demografiye doğru sıkışmaya başlaması.
- İktidar içi çatışmaların artması, devlet içindeki hukuksuz yapılanma ve eylemlerin ifşa olması karşısında bürokrasinin bazı kesimlerinin yeni döneme göre konumlanmaya başlaması, iktidarla doğrudan angajmana girmekten kaçınması.
Karşımızda çürümekte olan, yakın zamanda yaşadığı siyasi ve ekonomik krizlerle taşıyıcı kolonları büyük hasar gören bir apartman var. Her bina gibi ömrünü tamamlayıp yıkılması kaçınılmaz. Ancak binanın kendi kendine ve kontrolsüzce yıkılmasını beklemek hem ömrünü uzatıyor hem de bina sakinleri ve komşuları için giderek daha büyük ve öngörülemez bir tehlikeye dönüşmesine neden oluyor. Binadan kopan beton parçaları vatandaşın üzerine düşerek zarar veriyor. Yapılması gereken, enkazın daha fazla insana zarar vermeden ve ömrünü uzatmadan sökülüp ortadan kaldırılması. Bunun için de işin gerektirdiği ekipman ve yöntemlerin kullanılması gerekiyor. Koca binayı birkaç kişi gidip çekiçlerle, balyozlarla yıkmaya çalışabilirler. Bir diğer seçenek olarak, aynı kişiler ortaklaşa büyük bir iş makinesi tutup çok daha hızlı ve güvenli şekilde enkazı ortadan kaldırabilirler.
Bu inşaat analojisine, önümüzdeki sorunu ve süreci daha somut ve anlaşılır kılmak için başvurdum. Muhalefetin görkemli ve güçlü bir iş makinesine ihtiyacı var. Bu iş makinesini meydana getirmenin iki önemli getirisi olacaktır:
- Hedefe dönük daha güçlü ve sonuç alıcı hamleler yapabilmek.
- Güce göre konumlanan kararsız seçmeni ikna edip değişim isteyenlerin arasına katabilmek.
Birçok kamuoyu araştırması, oy kullanmayacak seçmenin haricinde yaklaşık yüzde 15’lik bir kararsız seçmenin varlığına işaret ediyor. Benim de düzenli olarak takip ettiğim İstanbul Ekonomi Araştırma’nın aylık olarak yayınladığı Türkiye Raporu’nun Aralık ayı bulgularına göre kararsız seçmen AKP ve CHP’den sonra yüzde 14,3 ile en büyük üçüncü seçmen grubunu oluşturuyor. Yine aynı raporun bulgularına göre Millet İttifakı ve HDP’nin oyları Aralık ayında duraklama yaşarken AKP ve MHP’nin oyları aylar sonra ilk kez çok az da olsa yükselişe geçmiş durumda. Raporun bu yazı açısından önemli bulgularını şöyle sıralayabiliriz:
- İktidarın izlediği düşük faiz yüksek kur politikası, toplam seçmenin yüzde 57’si tarafından yanlış bulunurken AKP seçmeninin de yüzde 35’i bu politikaya karşı çıkıyor.
- Kararsızlar dağıtılmadan Millet İttifakı (yüzde 31,1) ve HDP’nin (yüzde 8,9) oyları toplamının yüzde 40 olduğu hesap edildiğinde ekonomik gidişattan memnun olmayan kitlenin muhalefetin ana aktörlerinin oy oranının çok ötesinde olduğu görülebilir (yüzde 57 – yüzde 40).
- Yüzde 17’ye karşılık gelen aradaki farkın, ikna edici bir ortak ekonomi programı ortaya koyulduğu takdirde muhalefet açısından büyük bir oy potansiyeli taşıdığı söylenebilir.
- Raporda Cumhur İttifakı’nın oy oranı yüzde 30,6 olarak bulunmuş.
- Deva, Gelecek ve Saadet Partileri’nin oyları toplamı yüzde 5’e yaklaşıyor.
Bu haliyle altı parti ve HDP’nin toplamı, kararsızlar dağıtılmadan yaklaşık yüzde 45’e ulaşmış oluyor. Bu oranın tüm bu seçmeni mobilize edebilecek, tek çatı altında birleşmeye ikna edebilecek bir cumhurbaşkanı adayının ve ortak bir programın var olduğu en ideal senaryo için geçerli olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Ama bu hedefe ulaşmak zor değil.
Ne Yapmalı?
Ekonominin belirleyici gündem haline geldiği ve uzun süre öyle olmaya devam edeceği bu ortamda, pragmatik siyasi tutum belirleyen kararsız kitleye doğru genişleyebilmenin anahtarı güçlü olduğunu gösterebilmek. Seçmen açısından güç, sorunları çözebilme potansiyeli olarak değerlendiriliyor.[3] Sağ seçmen açısından güç, en önemli karar motivasyonlarından biri. Dolayısıyla muhalefetin daha fazla büyüyebilmek için atması gereken adımlar kendiliğinden beliriyor:
- İkna edici, anlaşılır ve akılda kalıcı bir ekonomi programı bildirisi.
- Muhalefet blokunu oluşturan partilerin seçim stratejisine dönük olarak belirlenecek başlıklarda tek sesli, uyumlu ve bütünlüklü bir görüntü verebilmesi.
- Hükümetin yürütme işlevini yerine getirecek kurmay heyetinin belirlenmesi. Gölge kabine oluşturulup her bir kurmayın sorumluluk alanlarında çalışma ekiplerini kurması, birer bakanlık gibi devletin ilgili alandaki verileri üzerinde çalışarak seçmene politika önerilerini sunmaya başlaması.
Birbirinden siyasi ve ideolojik olarak hayli farklı olan altı partinin ortak bir ekonomi programı çıkarabilmesinin zorluğu ortada. Temsil ettikleri dünya görüşlerinin ekonomi politikaları arasında yer yer uzlaşmaz çıkarlar olabilir. Ancak ortaya koydukları strateji çerçevesinde seçimi kazanmak için bu uzlaşmazlıkların seçim sonrasına ve yeni iktidar dönemine ertelenmesi bir zorunluluk. HDP’nin ve solda yeni bir ittifak çalışması içinde olan yapıların bu ekonomi programını paylaşması şart değil. Karar anı geldiğinde hukuk devleti ve güçler ayrılığının tesisi, demokratikleşme, parlamenter sisteme dönüş, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması gibi daha üst başlıklarda birlik cephesi genişleyecektir.
Yazının bir hayli uzun olduğunun farkındayım. 2022’nin arifesinde genel bir siyasi muhasebe yapma kaygısı yazıyı daraltmamı güçleştirdi. Zor bir yıla giriyoruz, iktidarın türlü çılgınlık ve öngörülemez hamleleriyle, daha otoriter ve yoksul bir Türkiye’yle karşılaşma ihtimalimiz yüksek. Muhalefetin önünde çetin bir sınav var. Bugüne kadar gösterdiği çaba ve başta yerel seçimler olmak üzere elde ettiği başarılar muhalefetin bu sınavı geçebileceği konusunda haklı ve gerçekçi bir umut veriyor. Ama Erdoğan sonrası geçiş sürecinin nasıl yürütüleceğinden daha öncelikli ve önemli bir adım var: Seçimi kazanmak.
[1] https://www.bddk.org.tr/BultenGunluk
[2] https://t24.com.tr/haber/metropoll-anketi-secmenin-yarisindan-fazlasi-akp-nin-gelecek-secimlerde-iktidardan-dusecegini-dusunuyor,985332
[3] https://sahamerkezi.org/wp-content/uploads/2021/10/TURKIYE-GENELI-GUNDEM-VE-SECMEN-EGILIMI-SAHA-ARASTIRMA-RAPORU-PDF.pdf
Fotoğraf: Pavel Neznanov