Bu soru aslında basit ve sadece spor kültürünü bize sorgulatmak yerine, daha can alıcı bir şey söylüyor: kamusal alanın nasıl çalıştığını ve hatta nasıl sıkıştığını. Çünkü futbol, bir yandan yüksek etkileşimli bir gösteri alanı. Her hafta yeni bir olay, yeni bir hakem kararı, yeni bir tartışma, yeni bir klip üretiyor. Öte yandan futbol, siyasal ve toplumsal gerilimin görece risksiz biçimde boşaltılabildiği konforlu bir arena sunuyor. Kurumlar, adalet, ekonomi gibi ağır başlıklar konuşulmak istendiğinde maliyet ve belirsizlik artıyor; futbol ise aynı duyguyu daha düşük maliyetle örgütlüyor: biz ve onlar”ı hazır veriyor, taraf seçtiriyor, aidiyet üretiyor.
Bu yüzden futbol tartışması zamanla sadece maç sonucunu konuşmak olmaktan çıkıyor; kimliklerin çarpıştığı bir dile dönüşüyor. Sosyal medya da bu süreci hızlandırıyor: Bir pozisyon saniyeler içinde kısa bir klibe ya da capse dönüşüyor; o klip “biz-onlar” işaretine, o işaret de haftalık bir taraftar seferberliğine… Sonuçta neredeyse her hafta yeni bir mini kriz yaşıyoruz ve bu kriz, daha ağır gündemlerin üstünü örtebiliyor.
Burada sormamız gereken belki de en önemli soru “Ne oldu?” yerine, “Neden bu mini kriz bu kadar büyüdü?” sorusu. Bunun önemli nedenlerinden birisi modern kamusal alanın aynı anda iki farklı mantıkla çalışıyor olmasıdır: Dikkat rejimi ve Risk Rejimi. İlk olarak, dikkat kıtlaştıkça onu yakalamanın en kestirme yolu duyguyu yükselten, taraf seçtiren ve hızlı tüketilen içerikler oluyor. Risk rejiminde ise, ifade maliyeti yükseldikçe insanlar öfkelerini ve kaygılarını tamamen bastırmak yerine daha güvenli buldukları tartışma alanlarına taşıyor. Böylece bazı gündemler sadece ilgi çekici oldukları için değil, aynı zamanda konuşulması daha konforlu olduğu için büyüyor.
Skandalın, polemiğin ve kimlik savaşlarının avantajı tam da burada: takip etmesi kolay, duygusu yüksek. Birkaç dakikada yakalıyorsunuz ama tepki büyük oluyor. Türkiye’de futbol gündemi de bunun en net örneklerinden biri. Çünkü neredeyse her hafta yeni bir tartışma başlıyor: hakem hatası, VAR kararı, çizgi–ofsayt, penaltı, federasyon açıklaması… Üstüne tribün gerilimi, holiganlık, saha dışı kavga ve sosyal medyada hedef göstermeler de eklenince, gündem kendi kendini sürekli yeniden üretiyor. Koca bir haftayı doldurabilecek kadar malzeme, bazen tek bir pozisyondan bile çıkabiliyor. Karmaşık toplumsal başlıklar gibi uzun veri ve sabır gerekmiyor; bir fotoğraf karesi, bir kısa video, bir cümle yetiyor. Dahası, bu tür olaylar taraflara hızlı öfke kadar hızlı aidiyet de veriyor ve anında haksızlığa uğrayan biziz duygusu kimlik refleksine dönüşebiliyor.
Belki bu noktada, siyasal iletişim literatüründen kısaca bahsetmek gerekiyor. Zira, gündem kurma (agenda-setting) bize medyanın kamuoyuna ne hakkında düşüneceğini söylediğini; çerçeveleme (framing) ise o gündemin hangi anlam dünyası içinde kurulduğunu gösteriyor. Futbolda bu süreç gözle görülür halde. Aynı pozisyon bir mecrada skandal bir karar gibi aktarılırken, başka bir mecrada doğal hata, bir başkasında operasyon, bir diğerinde hak edilmiş sonuç diye çerçevelenebiliyor. Böylece mesele bir maç analizinden çıkıp adalet, ayrıcalık, mağduriyet ve düşmanlık gibi daha büyük duygu paketlerine bağlanıyor. Sonuç olarak, pozisyonun teknik değerlendirmesi değil, kimin hikâyesinin daha hızlı yayıldığı belirleyici oluyor.
Tabii burada en büyük aslan payını da sosyal medya platformlarına bırakmamız gerekiyor. Zira bu platformlardaki iletişim ortamı bu mekanizmayı iyice hızlandırıyor. Hatta, herhangi bir olayın haber olması yetmiyor; klipleşmesi, ekran görüntüsüne indirgenmesi, meme’e dönüşmesi ve kimlik aidiyetlerine eklemlenmesi bekleniyor. Hakem tartışması saniyeler içinde sistem söylemine; tribündeki taşkınlık, karşı taraf zaten böyle genellemesine; bir yorumcunun cümlesi, birkaç saat içinde linç/mağduriyet döngüsüne dönüşebiliyor. Böylece futbol gündemi, sadece spor konuşmak olmaktan çıkıyor; haftalık periyotlarla üretilen bir performans çatışmasına dönüşüyor.
Ama işin bir de “Neden bu kadar tutuyor?” tarafı var. Burada futbolu sadece dikkat rejimiyle açıklamak eksik kalır. Çünkü bazı siyasi iklimlerde mesele, “Ne kadar ilgi çekici?” sorusu kadar “Ne kadar güvenli?” sorusudur. İfade sınırlarının belirsizleştiği, cezalandırıcı denetim duygusunun güçlendiği ortamlarda insanlar doğrudan iktidarı, kurumları, yargıyı ya da ekonomi yönetimini hedef alan eleştirilerin bedelinin ağır olabileceğini düşünür. İşte bu tarz ortamlarda gerilim ortadan kaybolmuyor sadece, kanal ve yön değiştiriyor. İnsanlar öfkeyi ve kaygıyı daha düşük riskli alanlara taşıyarak, çevre, yaşam tarzı polemiği, semboller, kültürel savaşlar, bireysel ahlak hikâyelerini rahatlıkla konuşabiliyorlar. Futbolun bu değişen repertuvarda en ayrıcalıklı yerde durduğunu iddia edebiliriz. Çünkü hem duygusaldır, hem de çoğu zaman siyaset konuşmuyoruz ki kılıfıyla kişilerin daha güvenli hissetmesini sağlar.
Burada belki, James M. Dorsey’in futbol-siyaset ilişkisine dair çalışmalarının iyi bir tamamlayıcı çerçeve sunduğunu iddia edebiliriz. Dorsey’e göre stadyumlar sadece spor mekânı değil, zaman zaman protestonun, denetimin ve kimlik mücadelesinin sahnesi. Bu yüzden siyasal iklim sertleştikçe tribün dili ya daha fazla kontrol altına alınır ya da eleştiri daha dolaylı ve sembolik kanallara kayar.
Bu bağlamı biraz daha esnetirsek, Timur Kuran’ın literatüre kazandırdığı, “tercih çarpıtması (preference falsification)” çerçevesi ile birleştirebiliriz. Kuran’a göre insanlar gerçek kanaatlerini açıkça söylemenin bedeli yükseldikçe, kamusal alanda daha güvenli görünen görüşlere uyum sağlıyor; zamanla herkesin aynı dili konuşmasını, “demek ki herkes böyle düşünüyor” diye okuyor. Bence, futbol tam da bu işlevi görüyor. Kurumları, adaleti ya da ekonomik yönetimi doğrudan eleştirmek riskli ya da yorucu geldiği için kişisel öfke spor kılıfıyla dolaşıma sokuluyor. Bu yüzden “Bu ülkede adalet mi var?”, “Bak yine penaltıyı vermedi” gibi cümleler çoğu zaman sadece bir pozisyon analizi değil, daha geniş bir haksızlık ve eşitsizlik hissinin düşük maliyetli ifadesi. Böylece yapısal sorunlar geri plana itilirken, futbol tartışması sanki toplumun ana meselesiymiş gibi büyüyebiliyor.
Bir de James C. Scott’ın “gizli/örtük söylem (hidden transcripts)” olarak tarif ettiği bağlam var. Baskı altında insanlar eleştiriyi her zaman açık biçimde kurmaz; ima, mizah, sembol ve gündelik kodlar üzerinden dolaşıma sokar. Yani ortada bir sessizlikten çok, bir dolaylı siyaset söz konusudur. Çevre, yaşam tarzı, ahlak tartışmaları, bu yüzden bazen yüzeyde apolitik görünür ama gerçekte siyasal gerilimin taşındığı kanallar haline gelir. Futbol da benzer şekilde, spor başlığı içinde kurumsal adalet duygusunun, eşitlik beklentisinin, öfkenin ve haksızlık hissinin dolaşabildiği bir dil sunar.
Bu dolaylı siyaset hattı kimi zaman Stanley Cohen’in tarif ettiği “ahlaki panik (moral panic)” dinamiğiyle birleşir. Böyle durumlarda toplumsal kaygı, daha yönetilebilir hedeflere taşınır; sembolik düşmanlar yaratılır; ahlak ve kimlik temaları hızlıca mobilize edilir. Futbolda hakem hatasının dakikalar içinde “ahh bizim takıma yapılanlar” ya da “burada yapı var” gibi cümlelere bağlanması, tribün şiddetinin karşı tarafın karakterine delil sayılması, birkaç görüntünün toplu bir damgalama diline dönüşmesi, bu panik mantığının hızla çalışabildiğini gösterir.
Son olarak, günah keçisi yaratma ve yer değiştirme (displacement) mekanizması Türkiye’deki futbol iklimini anlamak için özellikle açıklayıcıdır. Toplumsal öfke her zaman gerçek kaynağına yönelmez; bazen daha erişilebilir, daha cezasız ve daha kolay mobilize edilebilir hedeflere kayar. Futbol bu kayma için elverişlidir: Haftalık ritim üretir, sürekli kanıt gibi sunulan görüntüler verir, tekil aktörleri hedefe koymayı kolaylaştırır. Bu yüzden yapısal sorunlar doğrudan konuşulamadığında ya da konuşulması maliyetli olduğunda gerilim futbol üzerinden dolaşıma girebilir. Hakemler, federasyon, karşı takım, yorumcular, tribün grupları kolay günah keçilerine dönüşür; her hafta yeni bir figür asıl suçlu ilan edilir. Böylece sorunların asıl kaynaklarına yönelmesi gereken enerji, futbolun içinde tekrarlanan bir suçlama-damgalama döngüsüne akar. Bu döngü futbolu sadece sertleştirmez, onu kurumsal adalet duygusunun vekâlet savaşına çevirir ve kamusal alanın daha geniş tıkanmasını görünmez biçimde yeniden üretir.
Kısacası, “Futbol neden bu kadar tartışılıyor?” sorusunun cevabı yalnızca tribünde değil, kamusal alanın çalışma biçimindedir. Dikkatin ödüllendirildiği, riskin konuşmayı daralttığı, aidiyetin kanıtın önüne geçtiği bir yerde futbol, sadece bir oyun olmaktan çıkıyor. Toplumun sinir uçlarına bağlanan bir gündem taşıyıcısına dönüşüyor. Ve belki de en çarpıcı olan şu: Futbolun kendisi konuşulurken, çoğu zaman futbolun taşıdığı daha büyük duygular—adalet, eşitlik, itibar, temsil, gelecek—yerinde sayıyor.

