Almanya Bonn Üniversitesi’nden Dr. Evrim Binbaş ve Türkiye’den Doç. Dr. Levent Ünsaldı ile Daktilo2 için gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, Post-Hakikat Çağı’nda hem dünyada ve Türkiye’de akademinin geleceğini, hem de sosyal bilimlerin neden can çekiştiğini konuştuk. Dr. Evrim Binbaş ve Doç. Dr. Levent Ünsaldı’nın Daktilo2’nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Sosyal bilimlerin tarihsel rolü, insanın kendisini, toplumunu ve kültürünü anlama çabasıdır. Ancak yakın zamanda bu alan kendini bir performans endüstrisinin içinde bulmuş durumda. Yayımla ya da yok ol (publish or perish) mottosu akademisyenleri fikir derinliğinden uzaklaştırıyor mu? Bu dönüşümün sosyal bilimlere özgü paradoksları neler?
Dr. Evrim Binbaş: Evvela sorunun ilk önermesinden başlamak isterim. Sosyal bilimlerde şu anda bir “performans endüstrisi” olması, bunun geçmişte de olmadığı anlamına gelmez. Akademisyenler her zaman bir “perform” etmek zorundalardı. Geçmişle bugünün farkı, sadece üniversitelerin geçirdiği dönüşümle ilgili değil, akademisyenlerin sosyal kökenleri ile de ilgili. Geçmişte “yayımla ya da yok ol” mottosunun olmadığı zamanlarda akademisyenlik çok daha elit bir alan idi. Dolayısıyla akademisyenler zaten bir sosyal kapital ile üniversitelere geliyorlardı. Öyle bir ortamda akademisyenin kendisini gösterme ve kanıtlama ihtiyacı çok daha az oluyordu. Günümüzde ise bir işçi çocuğunun dünyanın en iyi üniversitesinde hoca olması teorik olarak mümkün, pratikte de örnekleri var. Üniversitenin kapılarının daha geniş kitlelere açıldığı bir dönemde, akademik performansın sadece üniversite içerisinde gösterilmesi gerekiyor. Bu da yayın sayısı gibi ölçülebilir mekanizmalara olan ihtiyacı artırıyor. Bunu bir örnek ile açıklamak gerekirse, bütün hocaların Galatasaray Lisesi, Robert College, ya da Eton’dan geldiği bir sistemde hocaların yabancı dil seviyesini ölçmek gerekmeyebilir, ama İzmir İnönü Lisesi ya da Malatya Lisesi’nden mezunsanız üniversitede dil yeterliliğinizi kanıtlamanız gerekecektir.
Burada önemli bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Zamanında üniversitenin kapılarını geniş yığınlara açmak esasen siyasi ve olumlu bir karardı, ama bunun yan etkileri ile baş edecek mekanizmalar yeterince geliştirilemedi. Üniversitelerin ve dolayısıyla akademisyenlerin sayısı artırılırken, bu kadar akademisyen nerede eğitilecek ve nerede kendisini kanıtlayacak sorusu üzerine çok kafa yorulmadı. 1970’lerden itibaren hem Avrupa’da hem Türkiye’de ikili üniversite sisteminin ortadan kalktığını görüyoruz. Eski poli-teknikler ve meslek yüksek okulları üniversite oldu, bu durumda buralarda çalışan akademisyenlerden, baştan üniversite olarak kurulmuş kurumlardaki akademisyenlerin performansı beklendi. Bu tabii mümkün değildi ve sonuçları işte bizim bugün “yayımla ya da yok ol” sistemi oldu.
Dikkat edeceğiniz gibi bu yapısal dönüşümlerin hiçbirisi akademinin ihtiyaçları neticesinde olmadı, siyasi ihtiyaçlar ile oldu. Türkiye özelinde iktidarın “taşra üniversitesi” diye bir kategoriyi bile isteye yarattığını bile söyleyebiliriz. Dolayısıyla burada eleştirilmesi gereken en başta siyaset kurumu ve onun tercihleridir, akademi ve onun gelenekleri değil. Siyaset kurumuna hiç laf etmeden eleştiri oklarını akademisyenlere yöneltmek hakkaniyete sığmaz.
İşin özüne dönersek, çok yayınlamak aslında özü itibariyle kötü bir şey değil. Eğer her bilimsel çabadan bir fikir derinliği beklersek, akademik ilerleme nasıl olur hiç anlamamışız demektir. Her tarihçinin bir Carlo Ginzburg, her sosyoloğun bir Pierre Bourdieu olmasına gerek yok, ihtiyaç da yok. Farkında olmamız gereken şey Ginzburg ve Bourdieu gibi isimlerin arkasında onlarca, belki yüzlerce ismi az bilinen ya da bilinmeyen araştırmacı var. 20. yy’da bilimsel araştırmanın aşırı bireyselleştirilmesi ve bunun Nobel Ödülü gibi aşırı zararlı tezgahlarla kurumsallaştırılması bilimsel ilerlemenin bu isimsiz kahramanlarını görünmez kıldı ve değersizleştirdi. Bizim “yayımla ya da yok ol” dediğimiz sistem aslında her tarihçiden bir Ginzburg, her sosyologdan bir Bourdieu olmasını bekleyen bir sistemdir. Burada sorun çok yayın yapılması değil, her yayınlanan makale ya da kitabın çığır açması gerektiği beklentisidir. Ben yayıncılık işinin içinde olan birisiyim ve doktorasını yeni bitiren insanların, alanı değiştirmeye çabalayan, uzun teorik tartışmalar içeren makalelerinden yorulduğumu ifade etmeliyim. Kendi alanımda, sadece bir metni yayınlayıp metnin varlığına dikkat çeken makaleleri özlüyorum.
Dolayısıyla “yayımla ya da yok ol” sistemini eleştirirken oklarımızı araştırmacılara değil siyaset kurumuna ve bugün kapitalizmin en kötü şekli olan yayın endüstrisine çevirmemiz gerekiyor.
Doç. Dr. Levent Ünsaldı: Foucault’un “Kelimeler ve Şeyler” kitabında dediği gibi aslında insanı yaratan bir şeydir sosyal bilimler. Konuşan bir canlı olarak, bir organizma olarak insan dil bilimin konusu olmuştur. Üreten bir canlı olarak insan, ekonominin konusu olmuştur. Dolayısıyla sosyal bilimler insanı bir anlamda yaratmıştır. İnsana dair sorgulamayı bir anlamda felsefenin elinden almıştır ve kendi araçlarıyla kendi yöntemleri dahilinde bunu sürdürmüştür. Bazı sosyal bilimler veya bazı ekoller, doğa bilimlerinin yolunu takip etmiştir. Bazıları ise insanın veya sosyal bilimin bir dizi yasaya indirgenemeyeceği fikrinden hareketle anlama yönelmiştir. Bunların hepsinin altında bir talep söz konusu. Egemen sınıflar tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi sosyal bilimlere de bir taleple geliyorlar. Burası önemli. Çünkü bilimin yükselişi bu talep varsa mümkün. Anlamak tek başına bir şey ifade etmiyor. Daha sonra nasıl değiştireceğiz, o zaman yine sınıflara bakacaksınız biraz. Burjuvazinin yükselişi, yeni bir toplum projesi, yeni insanlık projeleri vs. Bu gibi durumlar aslında bu talebin kendisi; daha doğrusu ve esasen sosyal bilimlerin yükselişinin temelinde tıpkı yatan şeyler, doğa bilimlerinde olduğu gibi.
Aslında bugünkü esas sorumuz bizim şu bence: Artık egemen sınıfların, egemen iktidarların sosyal bilimlerden bir talebi yok. Sorun o. Orada başladı her şey aslında. Talebi olmayınca bu disiplinlerin varlık sebebi sorgulanmaya başlıyor. Yani bilgi talebi yok artık birilerinin sosyal bilimlerden. Aslına bakarsan bu esasen doğa bilimleri için de geçerli bir anlamda. Baktığın zaman çoğu ülkede, çoğu yerde temel bilimlerin bir çöküşü söz konusu. Mesela fizik bölümleri, kimya bölümleri onlarda bir şekilde bizim yaşadığımıza benzer bir şey yaşıyorlar. Türkiye’de de öyle dikkat edersen çok fazla fizik, kimya bölümleri kapanıyor. Temel bilimler lazımdır. Temel bilimler keşif için lazımdır. Doğa bilimleri için çok net bu ama doğa bilimleri için çok da fazla bölüme ihtiyacın yoktur. En azından doğa bilimleri üzerinde hâlâ bir talep var az da olsa. Fakat sosyal bilimler üzerinde talep kalmadı. Yani bilgi talebi kalmadı. Artık hakikat dediğimiz şeyi kaybettik. Kimsenin hakikat peşinde koşma derdi yok. Yani düşünsenize Trump’ın dünyasında yaşıyoruz. Yani işte bunun adı başka. Post, postluk işte. Değişik ifadeler, biliyorsunuz. Ama en azından şu açık, bir hakikat talebi yok, bir bilgi talebi yok. Bu anlamda üniversitenin aslında çöküşü bence biraz bununla ilgili. Bu durumda üniversiteler sadece bir demografik talebi karşılamaya yönelik bir şey gibi. İşte belli bir süre boyunca çocukları orada tutuyorsunuz. Böyle bir hale geldi.
Diğer yandan eğitimle sınıf atlama illüzyonu da çöktü. Şimdi bu da önemli. Dolayısıyla talep sorunu var, egemen sınıflardan gelen bilgi talebi yok. Bugün insanların üniversiteye gitme, üniversiteye yazılma gerekçeleri ortadan kalktı. Bu durumda aslında üniversiteler can çekişiyor. Yani şu bahsettiğim performans rejimi falan bir şekilde bence can çekişmenin emaresi. Sadece şu an için yaptıkları şey, genel olarak bence çoğu üniversitede böyle, sosyal bilim açısından konuşuyorum, halen belli bir demografik talebi karşılamaya çalışan, kendilerince tedrisat vasıtasıyla belli bir talebi karşılamaya çalışan kurumlar. Ama öğrencilerin de esasen okula inancı kalmadı ki. Okula inanç meselesidir bu. Aslında eğitimin çöküşüdür genel olarak. Yani okula ne için gidersiniz veya aileniz sizi okula neden gönderir. Bulunduğunuz sınıftan daha yukarıya çıkmak için. En azından anlatı buydu. Şimdi o da artık biraz parçalandı.
Sadece Türkiye için değil bu. Bu konuda ciddi çalışmalar var. Bizim sosyal hareketlik dediğimiz şeyin, yani sınıfsal atlayış, sınıfsal hareketlilik, çok ciddi şekilde sekteye uğramış durumda. Dolayısıyla üniversite şimdi kendi içerisinde böyle bir tuhaf bir rejim icat etti. Ne türden bir işlevi yerine getirdiği konusunda şüpheliyim. Dediğim gibi artık varlık gerekçeleri biraz ortadan kalkmaya başladı. Kendi içinde kapalı bir devridaim makinesi gibi işliyor şu anda. İşte bir performans rejimi altında, sürekli yayın yapıp, sürekli kadro kovalıyor, yükselmek istiyor. Ama yazdıkları kimse tarafından okunmuyor. Kimsenin umurunda değil. Güzel kadrosunu alıyor, görece bir konforda yaşıyor diyelim. Ama sonuçta bunun çıktısı ne mesela. Yani üniversitenin o anlamsızlaşmasının sebebi bence bu seviyede duruyor. Şimdi eski tip talep söz konusu olduğu zaman en azından egemenlerin talebi vardı. Böyle bir talebi artık yok. Diğer yandan kullanıcılarının sınıf atlama özlemlerine karşılık vermiyor. Çünkü bu anlatı da artık yok oldu.
Dolayısıyla üniversite bugün ne işe yarıyor sorusu, kocaman bir soru olarak orada duruyor. Cevap valla çok güç. Yani kendi içinde kapalı devre bir sistem. Kendi mantığını kendi içerisine üretmeye çalışıyor ve de bu mantıkta esasen yayın yapmaya indirgenmiş durumda hocalar açısından. Fakat bunun da bir çıktısı olması lazım. Yani niçin yayın yapıyoruz, kadro almak için. Peki bu kadar mı? Olayımız bu mudur, dolayısıyla çok anlamsızlaştı bu açıdan. Üniversite çok ciddi bir kriz geçiriyor bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de durum bu.
1980’lerden itibaren üniversiteler neo-liberal politikalar doğrultusunda piyasanın ihtiyaçlarına göre düzenlenerek kâr amaçlı ticari bir kurum haline getirildi. Hatta genç akademisyenlerin eski kuşak akademisyenlere göre yayın yüküyle ilgili daha çok yakındıklarına da şahit oluyoruz. Sizce bu sistem, sosyolog Pierre Bourdieu’nün akademik alan kuramındaki sembolik sermaye oyununu, nasıl küresel bir piyasaya evriltti ve bunun Türkiye’deki örnekleri neler?
Dr. Evrim Binbaş: Her makale ya da kitaptan büyük bir etki (impact) yapmasını beklemek akademisyenlere haksızlık. Ben bu süreci ilk başladığı yerde, yani İngiltere’de yaşadım. Her yayının ya da projenin ekonomik ve sosyal etkisini kanıtlamamız istendi birden ve bu karar siyaset kurumundan geldi. Oysa her araştırmacı bilir ki akademik bir çalışmanın etkisi kısa vadede ölçülemez. Bazı eserler on yıllar içinde anlam kazanır. Bazıları ise yayınlanır yayınlanmaz meşhur olur ama birkaç sene sonra kimse hatırlamaz. Bu etki yaratma baskısı, akademik yayınlarda bir aceleciliğe yol açıyor diyebiliriz.
Üniversitelerin bir ticarethaneye dönüşmesi global bir sorun ve bunun negatif sonuçlarıyla daha yeni yeni yüzleşiyoruz. Yalnız burada şuna dikkat çekmek isterim: Bugün ticarethaneye dönüşmüş olan üniversitelerde akademisyenlerin yaşadıkları sorunlar sadece finansal zorluklarla açıklanamaz. Hatta şunu söyleyebilirim ki finansal zorluklar üniversitelerde esen “anti-entelektüalizm” rüzgarının yelkenlerini doldurmak için kullanılıyor. Benim alanım olan sosyal bilimler açısından bakarsak, sosyal bilimlerin bir üniversiteye masrafı, bir araştırma üniversite bütçesinin küsuratı bile değildir. Ancak şu anda sosyal ve beşeri bilimler büyük bir baskı altında, pek çok üniversite bölümlerini kapatıyor. Bunun sebebi de ekonomik değil ideolojik. Üniversite tartışmalarında bütün eleştiri oklarının akademisyenlere yöneltilmesinin bu anti-entelektüalizmi körüklediğini düşünüyorum. Velhasılıkelam, üniversite tartışmasında sadece akademisyenleri eleştirenler aslında şeytanın değirmenine su taşıyorlar.
Türkiye’de ise bu sorun geleneksel siyasi patronaj ilişkilerine belenerek büyüdü. Dünyadaki eğilime ayak uydurmaya çalışan AKP iktidarı, üniversiteleri de bir iktidar alanı olarak kurguladı. Kendine yakın uluslararası kurumlar yaratma çabası başarısız olunca, var olan kurumları yok etme ya da fethetme gayretine girdi. Ben Türkiye’de çalışmadığım için bu konuyu ancak dışarıdan gözlemleyebiliyorum. Türkiye’de çalışan meslektaşlar daha iyi yanıt verebilecektir bu soruya.
Doç. Dr. Levent Ünsaldı: Üniversiteyi performans rejimi altında yeniden kurmak ilk bakışta belki makuldü dediğim gibi. Çünkü olabildiğince iyi ailelerin çocuklarını okula çekip onlara da en azından sınıflarını koruma veya yükseltme şansı veriyorsunuz. Yani en iyi biziz, bu işi en iyi biz yapıyoruz. En iyi çocuklar da bizde ve buradan mezun çocuklar da en iyi işlere sahip olacak. Bu açıdan kendince liberal mantık böyle işledi. Tabii burada kamunun ciddi bir çöküşü ile beraber kamusal müdahale, kamusal sorumluluk, kamusal hizmet, bilgiye erişim, bilginin yayılması hatta bilinçlendirme, farkındalık yaratma gibi sayısız başlık biraz devre dışı kaldı. Şuna indirgendi: Bu bir yarış. Biz en iyi öğrenciyi çekeceğiz. O en iyi öğrenciye de istediği şeyi vereceğiz. Yani mevcut sınıfsal pozisyonun muhafazası ve hatta daha da yükselmesi. Bu devasa bir etki yarattı.
Burada tabii hocaları kadroya alırken de ister istemez kriterimiz olması lazım değil mi elimizde. Şimdi ben bir hocayı alacağım mesela, bu hocayı alırken de elimde kendimce nesnel bir kriterimin olması lazım, neden bu hocayı bu üniversiteye alacağım. Bunun için de yayın diye bir şey uydurduk. Burası çok trajik bir yere gitti daha sonra. Şimdi burada dergi ve yayıncılığın ne anlama geldiğini bilmezseniz bu soru çok boşlukta kalır. Normalde sosyal bilimlerde ve doğa bilimlerinde de böyle. Dergiler bir şey söylemek için vardır veya bir şey söylemek için yazı yazılır. Bir dizi ilmi tartışmanın, münakaşanın yapıldığı yerlerdir dergi mecraları aslında. Hatta bu dergilerin çoğu aslında ekol dergileridir. Başka türlü de olamaz zaten. Yani bir ekolün içerisinden geliyorsunuzdur. Sizin bazı tezleriniz, bazı açıklama modelleriniz ve teorileriniz vardır. Siz bu varsayımlarınızın veya teorilerinizin ne kadar güçlü olduğunu kanıtlamak istercesine yazı yazarsınız. Ekolden diğer arkadaşlarınız da orada yazar ve bir pozisyon alırsınız. Bir şey demek için yazı yazılır. Bir dergi bir pozisyonu savunmak için vardır. Böyle sayısız ekol dergisi olduğunu düşünün ve bilimsel münakaşalar buradan yürütülür. Ben bir şey yazarım, siz bir şey yazar cevap verirsiniz bana. Beni çürütmeye çalışırsınız. Derginin ve yayının mantığı budur.
Şimdi buradan biz çıkardık dergileri, sadece üniversiteye nesnel bir kriter verebilecek bir kurum haline getirdik. Çünkü üniversitedeki yöneticilerin ellerine bir dizi kriter gerekiyor birilerini yükseltmek için. Nereye bakacaklar, yayını var mı? Dolayısıyla dergilerin tek işlevi üniversitenin bu nesnel kriter talebini kendince yerine getirmek. İş burada çığırından çıktı. Sadece üniversite yöneticilerinin ve üniversitelerin nesnel kriter talebini yerine getiren dergiler. Çünkü bir şeyi saymaya imkan tanıyor. Çünkü o noktadan sonra saymayla eşleştirildi her şey. Nesnel kriter dediğimiz şey de aslında yayın sayısı ile ilgili bir şey. Şimdi böyle bir bilimsel dünya olabilir mi, böyle bir saçmalık olur mu, böyle manasız bir şey olur mu? Sadece üniversitelerin bir talebini yerine getirmek için dergiler mevcut olabilir mi, sadece yükselmek için ve kadro almak için yazı yazılır mı?
İtibar dediğimiz şeydir aslında sembolik sermaye. Diyelim ki çok iyi bir hocasın bu bir itibardır, bir sembolik sermaye bu. Şimdi bunun arkasında ne var, senin bilimsel bir kariyerin var. Sen yazdıklarınla, verdiğin derslerle, kitaplarınla tanındığın için bu sembolik sermayeye sahip olursun. Sembolik sermaye aslında burada itibar formunda. Senin bütün bu çalışmalarının ikrar görmüş hali sembolik sermayedir. Şimdi burada şöyle bir şey ortaya çıktı: Artık ortada mevcut çalışma yok, yayın var. Dolayısıyla artık itibar dediğimiz şey veya sembolik sermaye bu yayın sayısı üzerinden kıymetlendirilmeye başlandı. Çok manasız bir şey bu da mesela. Yani bizim dediğimiz şey bir at yarışı değil ki. Ne büyük bilim insanları vardır hayatı boyunca sadece bir tek bir kitap yazmıştır ya. Biz o insanları derslerde okutuyoruz. Tek bir yazı yazmıştır, tek bir makalesi vardır, bir kitabı vardır, bir konferansı vardır veya bir yerde yaptığı bir dizi konuşma kitaplaştırılmıştır. Ama o konuşmalar, o müdahaleler, o bilim alanına damga vurmuştur. Biz bu yüzden o hocayı severiz. Ona itibar atfederiz. O hocanın sembolik sermayesi bu durumda bu merkezi müdahaleler üzerinden şekillenmiştir. O hoca itibarlıdır çünkü alanda merkezi müdahaleler yapmıştır. Bir tane kitap yazmıştır ama çok belirleyicidir. Üç beş yerde konuşmuştur ama çok belirleyicidir. İşte ona o itibarı veren bu müdahaleleridir. Fakat şimdi öyle değil artık.
Günümüzde akademik yayıncılık, milyar dolarlık bir endüstriye dönüşmüş durumda. Elsevier, Springer, Taylor & Francis gibi dev yayınevleri, akademik emeği metalaştırarak kâr eden şirketler haline geldi. Üstelik buna son yıllarda hızla artan bir biçimde akademik yayınevlerinin açık erişim politikalarına geçmesi eklenince sömürü başka bir seviyeye çıktı. Sosyal bilimciler, tam da bu eşitsizlikleri eleştirirken, aynı sistemin içinde yayın yapmak zorunda kaldı. Bu etik gerilimi nasıl değerlendiriyorsunuz ?
Dr. Evrim Binbaş: Bu aslında asıl tartışmamız gereken sorunlardan biri. Bugün yayıncılık, kapitalizmin en kötü formudur diye düşünüyorum. Bir düşünün, makaleyi ya da kitabı akademisyenler yazıyor, bunun editörlüğünü ve hakemliğini yine akademisyenler yapıyor ve bu kitapları, kamunun kaynaklarıyla desteklenen akademisyenler geri satın alıyor. Yani maaşlarımızı kamu veriyor, kitapları ve makaleleri kamu kaynakları ile üniversiteler satın alıyor. Burada yayınevinin ne iş yaptığını ben açıkçası bilmiyorum. Daha fazla yayın tabii ki yayıncılara aktarılan daha büyük bir sermaye demek. Bu bir nevi mafya düzeni. Bunun dışına nasıl çıkılır, açıkçası neredeyse 20 yıldır bu konu tartışılıyor ve henüz bir çözüm bulamadık. Bana öyle geliyor ki yine siyaset kurumunun müdahalesi ile çözülecek bir sorun. Üniversitenin ve akademisyenlerin bu sorunu tek başlarına çözmeleri mümkün görünmüyor.
Doç. Dr. Levent Ünsaldı: Bu bahsetmiş olduğunuz gruplar, tekeller, belli başlı endeksler veya belli alandaki belli başlı dergilerde yayın yapmak çok zor bir şey değil. Bunu da gözünüzde büyütmeyin esasen. Buradaki tekniktir. Mesela o dergide nasıl yazı yazılması gerektiğini biliyorsanız eğer, daha önce ne tür yayınlar yapmışlar, ne tür yazılar basmışlar, ne tür yayınlara onay vermişler gibi şeyleri takip ederseniz eğer çok kolay. Bakın burada artık bilim alanında değiliz. Burada sadece bir tekelin, yani bir grubun koyduğu şartlara, kurallara uymak noktasındayız.
Böyle yaparsan buralarda yayın yapmak çok komplike bir şey değil. Bunu çok iyi yapanlar var. Ama o metinlerin kalitesi ciddi derece sorunlu. Yani neye tekabül ediyor, ne işe yarıyor belli değil. Çünkü belli bir formatta yazılmış metinler. Bunun kendisinin sosyolojisini bile yapmak lazım Tek tip makaleler, tek düze makaleler bunlar. Dolayısıyla buralarda yayın yapmak için bu gruplardaki veya bu dergilerdeki makale formatına hakim olmak lazım. Buna hakimsen eğer, buralarda yayın yapmak sorun değil. Bu yayının esası, bu yayınların arkasındaki mantık, bu yayınların tetiklediği tartışma artık bilimsel bir mantığa riayet etmiyor bu noktadan sonra. Burada gerçekten tamamıyla üniversitelerin kendi değerlendirmelerinde, kendi yükselme kriterlerinde talep ettikleri o sözde nesnellik ölçütünü üniversitelere veren bir dergicilik ve yayıncılık var. İşin ciddi bir ticari tarafı da var.
Üniversite kavramı tarih boyunca farklı anlamlar taşıdı. Günümüzde ise üniversiteler bir şirket gibi işlemektedir. Hatta Türkiye’de üniversitelerde rektörler yönetici, akademisyenler performans işçisi konumuna geldi. Bu şirketleşme daha da hızlanır ve yaygınlaşır mı?
Dr. Evrim Binbaş: Bildiğimiz anlamda araştırma ve eğitimi birleştiren kurum olarak “üniversite” aslında çok eski bir geçmişe sahip değil. Bunun nüveleri Prusya’da Wilhelm von Humboldt tarafından ortaya atıldı ve tam şeklini İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’sinde buldu. Artık bu sistemin sonuna geldik gibi görünüyor. Önümüzdeki dönemde pek çok üniversitenin ya iflas edeceği ya da kapanacağı konusunda bir kaygı her yerde mevcut. Bu şirketleşme bir süre daha sürecektir, ama yapay zeka alanındaki gelişmeler muhtemelen bu sürecin sonunu hızlandıracak gibi görünüyor.
Doç. Dr. Levent Ünsaldı: Yaygınlaşır. Hatta bir noktadan sonra çökecek bence. İlk soruya geri dönelim. Şimdi egemen sınıfların bilimlerden bir bilgi talebi yok veya bu talep düşüyor, göreceleşiyor. Hatta sosyal bilimler nazarında böyle bir talepleri yok. Sınıfsal hareketliliği sağlayan araç olarak üniversitenin tanımı da değişti. Üniversitelerin fikri de göreceleşti. Oysa bir süre sonra bu üniversiteler, ticari yerler olarak müşteri bulamayacak. Yakın zamanda pek çok vakıf üniversitesinde sosyal bilimlerin kapanacağını düşünüyorum. Yakından takip etmek lazım bunları.
Kamuya gelirsek, demografik talebe karşılık verme ihtiyacı halen var diyelim. Hem bizde var, hem de başka ülkelerde de var kamu üniversiteleri açısından. Halen üniversite kapısına gelen öğrenciler var. Bu öğrenciler halen belli bir sınıfsal yükseliş talebiyle oraya geliyorlar. Yani işte, bu bölümü bitireceğiz. Ardından da iyi bir iş bulacağız ve sınıfsal hareketliliğimiz sağlanacak. Bu talep de her geçen gün düşüyor ve göreceleşiyor. Ama halen böyle bir talep var. Kamunun halen ufak da olsa geleceği var. Fakat Türkiye bağlamında kamudaki üniversitelerin başka bir fonksiyonu daha olmaya başladı. O da siyasi ideoloji. Bahsettiğim bu işlev üniversiteyi tamamen bir aygıt haline getirecek. Çünkü şu anda Türkiye’deki kamu üniversitelerinin dönüşümü biraz bu yönde.
Üniversite sorgulama yeri, üniversite kuşku yeri ve üniversite kutsal olmaz. Bunu her yerde söylemeliyiz. Bir tartışmayı yürütürken de başına bir bela açılmayacak. Türkiye’deki üniversitelerinin patlayışının bir diğer sebebi de bu fikir özgürlüğü.
Dünyada ve Türkiye’de akademinin geleceği nereye evrilecek? Üniversiteler demokratikleşecek mi, yoksa yeni baskı mekanizmaları mı doğacak?
Dr. Evrim Binbaş: Geleceği görmek mümkün değil, hele şu yaşadığımız karmaşık dönemde. Üniversiteler demokratikleşecek mi diye sormadan önce elimizde nasıl bir kurum kalacak diye düşünmek daha mantıklı geliyor bana. Benim tahminim üniversite kurumu bir daralma yaşayıp aristokratik ve elit köklerine geri dönecek. Daha az sayıda üniversite daha karmaşık sorunlarla uğraşmaya başlayacak. Bunu bir nevi Humboldt reformları öncesi üniversitesine dönüş olarak anlayabiliriz. Benim asıl merak ettiğim, 2. Dünya Savaşı sonrası kamu kaynakları ile serpilip gelişen orta ve küçük çaplı üniversitelerin ne olacağı. Bunu izleyip göreceğiz.
Doç. Dr. Levent Ünsaldı: Bu hikaye bitti. Ben optimist bir insan değilim genelde. Benim gördüğüm şey üniversite bambaşka bir şeye dönüşecek. Bu bahsettiğim şeyler kuşkudur, sorgulamadır; temel bilimler keşifleri, kutsalın olmadığı yerler, fikir özgürlüğü, bunları bence unutacağız. Eski modeli yeniden tesis edecek bir dönüşüm görmüyorum ben. Başka bir şey olacak ama eskisi gibi olmayacak.
Elbette tarih tek hat üzerinde ilerleyen bir şey değil. Mutlaka sıçramaların, kopuşların ve kırılmaların tarihte yeri var. Eski günlerdeki üniversite yeniden tesis edilecek diye bir şey yok. İsmi de değişecek muhtemelen. Çünkü dediğim gibi birincisi bu neo-liberalizm dinamiği; ikincisi, üniversiteye olan talebin düşmesi, egemen sınıflar nezdinde bilgiye olan talebin düşmesi ve üniversitenin bu sınıfsal atlayış aracı olarak işlevinin yok olması bunlar bir yerde. Birde aygıta dönüşen üniversitemiz var. Buradan bir kırılmayla biz eskiye falan dönmeyeceğiz.
Bugün kim tanımlayacak üniversiteyi, bizler mi? Üniversite hocaları mı tanımlayacak bunu. Kim tanımlayacak, failleri belirlemek gerekli. Bu tartışmaya dahlim yok ki bir hoca olarak. Üniversitenin yeni işlevlerini tanımlayacak olanlar kim: iktidarlar ve siyasi mücadeleler. Bu kavga, gürültü, mücadele neticesinde üniversite yeniden tanımlanacak. Ve üniversiteyi yeniden tanımlayacak olanlar kazananlar olacak. Bu bir kavganın sonucunda olacak. Türkiye’deki kavga bu yönden çok açık. Yani Türkiye’deki kavganın nereye gittiği belli, taraflar belli ve kazananın da kim olacağını şimdiden kestirebiliyoruz az çok. Üzgünüm biraz pesimist bir söylem.
Fotoğraf: Joshua Hoehne

