Bilim, hikâyenin en başından beri, insanlığın dünyayı anlama arayışının en tutkulu biçimi olmuştur. Fakat bugün bu arayış, kendisini çoğu zaman bir performans sisteminin, bir yayın endüstrisinin ve bir tür ölçülebilir(?) başarı fetişizminin içinde bulmaktadır. Pek tabii özellikle sosyal bilimler, bu dönüşümden hem en çok etkilenen hem de en çok sorgulanan alandır. Bunun gene sosyal bilimlere içkin çeşitli ve haklı nedenleri elbet var. Zira sosyal bilimler, insanın ve toplumun anlam üretme biçimlerini incelerken, kendisi de o anlam üretim sisteminin bir parçası hâline gelmiştir.
Bir zamanlar üniversite, insanın bilme arzusunun mabediydi. Bugün ise çoğu zaman bir üretim bandı gibi işliyor: makale, rapor, proje, atıf, endeks… Bilimsel araştırmanın doğasındaki merak yerini mecburiyete, yaratıcılık yerini ölçülebilir verimliliğe bırakmış durumda. Bu dönüşüm, ister istemez, hem üniversitenin anlamını hem de sosyal bilimlerin amacını yeniden tartışmayı zorunlu kılıyor.
Sosyal bilimlerin tarihsel rolü, insanın kendisini, toplumunu ve kültürünü anlama çabasıdır. Doğa bilimleri dünyanın işleyişini açıklarken, sosyal bilimler ise “insanın dünyadaki yerini” sorgular. Bir fizikçi doğayı modellemeye çalışır, bir sosyolog ise toplumun kendini nasıl modellediğini inceler. Sosyal bilimler bu yönüyle, doğa bilimlerinden çok daha politik, etik ve kültürel bir nitelik taşır. Bu disiplinler, bireylerin yaşamını doğrudan dönüştürmeyebilir, ama toplumların düşünme biçimini değiştirir. Demokrasi, insan hakları, toplumsal cinsiyet, çevre adaleti gibi kavramlar sosyal bilimlerin ürettiği teorik mirasın ürünleridir. Bu anlamda sosyal bilimler, denilebilir ki, yalnızca dünyayı açıklamakla kalmaz, onu yeniden kurma kapasitesini de ortaya koyar.
Fakat işte tam da burada büyük bir paradoks zuhur eder: Sosyal bilimlerin anlam üretme gücü, modern akademik sistemin yapısal baskıları altında nasıl devam edebilir?
O zaman bandı biraz geriye saralım. 20. yüzyılın ortalarından itibaren, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde bilimsel faaliyetler devletlerin ve büyük kurumların stratejik yatırımı hâline geldi. Üniversiteler artık yalnızca bilgi üreten değil, verimlilik, rekabet ve ölçülebilir başarı prensipleriyle yönetilen kuruluşlara dönüştü. Bu dönüşüm, özellikle 1980’lerden sonra “publish or perish” mottosuyla simgeleşti: “Yayımla ya da yok ol.” Akademisyenlerin terfi, fon ve saygınlık kazanması artık ürettikleri fikirlerin derinliğiyle değil, kaç makale yayımladıkları ve kaç atıf aldıklarıyla ölçülür oldu. Bugün Türkiye’de herhangi bir üniversitenin genç akademisyenlerinin aralarındaki sohbetlerine kulak misafiri olursanız, yayın zorunluluğunun ağır yükü altında ezilen bu yeni nesil araştırmacıların, eski kuşak profesörlerin sınırlı sayıda ve görece mütevazı nitelikteki yayınlarıyla nasıl akademik unvanlara erişmiş olduklarından yakınan eleştirilerini işitebilirsiniz.
Bu durumun sonucu olarak ortaya çıkan tablo düşündürücüdür. Her yıl on binlerce makale, neredeyse kimsenin okumadığı dergilerde yayımlanmakta, aynı konular, aynı teorik çerçeveler, aynı literatür tekrar tekrar üretilmektedir. Sosyolog Pierre Bourdieu’nün “akademik alan” kuramı burada yeniden anlam kazanır. Bourdieu, bilimin kendi içindeki sembolik sermaye oyunlarını tanımlamıştı. Kim daha çok yayın yaparsa, kim daha çok görünürse o “daha bilimsel” kabul ediliyordu. Bugün bu mekanizma, küresel ölçekte işler hale gelmiştir. Bilgi üretimi, bilimsel piyasanın kurallarına tamamen tabidir. Bu da bir yönüyle akademisyeni piyasaya göre yayın yapma noktasında zorlamaktadır.
Bir de işin ekonomik ayağı var tabii. Bu sistemin ekonomik boyutu da dudak uçuklatan seviyelerdedir. Akademik yayıncılık, bugün milyar dolarlık bir endüstriye dönüşmüş durumda. Elsevier, Springer, Taylor & Francis gibi dev yayınevleri, akademik emeği metalaştırarak kâr eden şirketlerdir. Küresel akademik yayın pazarı büyüklüğü, 2024 verilerine göre yaklaşık 25.6 milyar dolardır. 2033’e kadar 38.2 milyar dolara ulaşması beklenmektedir.
Sistem çok basit ve şeffaf işler aslında. Araştırmacı, ücretsiz olarak makalesini yazar, hakemler gönüllü olarak değerlendirme yapar, ancak üniversiteler bu dergilere erişmek için astronomik abonelik ücretleri öder. Bu model, bilginin ticarileştirilmiş biçimini temsil eder. Bilgi bir kamusal değer olmaktan çıkar, bir meta haline gelir. Üstelik buna son yıllarda hızla artan bir biçimde akademik yayınevlerinin açık erişim politikalarına geçmesi eklenince sömürü başka bir seviye çıkmıştır. Bu sistemde, özellikle fon kaynakları sınırlı olan genç araştırmacılar, nitelikli çalışmalarını yayımlatmak için binlerce dolarlık APC’leri karşılamak zorunda kalırken, yayınevleri hiçbir editoryal maliyet üstlenmeksizin kârlarını katlamaktadır.
Sosyal bilimlerde bu süreç daha da çelişkilidir, çünkü sosyal bilimler tam da bu tür eşitsizlikleri eleştiren disiplinlerdir. Bir yandan kontrol dışı kalmış neoliberal ekonominin eleştirisini yaparken, diğer yandan aynı neoliberal mekanizmanın içinde “yayın yaparak” var olurlar. Bu durum, sosyal bilimcinin kendisiyle sürekli bir etik gerilim yaşamasına da yol açar. Marx’ın özü itibariyle Hegel’e ait olan “yabancılaşma” kavramı, burada neredeyse birebir geçerlidir. Akademisyen, ürettiği bilginin sahibi değildir, çünkü o bilgi artık kişisel merakın değil, kurumsal performansın ürünüdür. Öğretim üyeleri, araştırma yapmaktan çok proje yazma, bütçe yönetme, etki faktörü kovalama gibi görevlerle meşguldür.
Bu süreçte merak temelli saf bilim ve araştırma giderek imkânsız hale gelir. Çünkü üniversite artık merakın yeri değil, hatta kariyer basamağı da değildir, tamamen bir varolma mücadelesi alanıdır (“publish or perish”). Bilimsel üretim biçimleri bile bu sisteme göre biçimlenir. Araştırma konuları kısa vadeli, sonuçları ölçülebilir, dili standartlaşmış olmak zorundadır. Bilim insanı, sistemin ve kendisinin elbirliğiyle ürettiği dilin mahkûmudur artık. Üstelik bu baskı sadece bireysel düzeyde değil, yapısal olarak da işler. Akademik sistem, orijinal düşünceyi değil, uyumlu düşünceyi ödüllendirir. Risk alan, disiplinler arası düşünen ya da eleştirel yaklaşan araştırmacıların fon bulması, yayın yapması ve ilerlemesi çok daha zordur. Bu durum, bilimin içsel dinamizmini felce uğratır haliyle. Ve tüm akademide büyük oranda vasatın krallığı hüküm sürmeye başlar.
Üniversite kavramı tarih boyunca farklı anlamlar taşımıştır. Ortaçağ’da bir “bilgelik topluluğu” olarak konumlanmışken, Humboldt modeliyle birlikte araştırma ve öğretimi birleştiren bir kurum haline gelmiştir. Ancak bugün üniversite giderek yönetilen bir organizasyon, hatta bir şirket gibi işlemektedir. Rektör artık entelektüel bir lider değil, salt bir yöneticidir; öğretim üyesi “araştırmacı” değil, “performans üreten çalışan” olarak görülmektedir. Üniversiteler sıralama sistemlerine (QS, THE, ARWU) göre rekabet eder, öğrenci memnuniyeti anketlerine göre ölçülür. Bu süreçte bilgi üretiminin ruhu, yerini ölçülebilir olanın mantığına bırakır.
Bir başka çelişki de dijitalleşmeyle ilgili elbet. Bilgiye erişim demokratikleşmiş olsa da, üniversite bu değişime tam anlamıyla uyum sağlayabilmiş değil. Öğrenci artık bilgiye ulaşmakta değil, bilgiyi yorumlamakta zorlanıyor. Ancak üniversite hâlâ “ezber” temelli müfredatlara, eski sınav biçimlerine ve kapalı bilgi sistemlerine bağlı kalıyor. Böylece kabul edelim ki hem öğretim hem öğrenim biçimi, 20. yüzyılın zihniyetinde sıkışıp kalıyor.
Sosyal bilimler bu tablo içinde kendi kimliğini de sorgular hale gelmiştir günümüzde. Artık birçok makale, belirli teorik kalıpları ezberleyip uygulamaktan öteye geçemiyor. “Foucaultcu analiz”, “Bourdieuvari çözümleme”, “Butler yaklaşımı” gibi etiketler, düşünsel yeniliğin yerine geçiyor. Akademisyenler, özgün fikirler üretmek yerine “güvenli teorik çerçeveler” içinde kalmayı tercih ediyor, çünkü bu tür çalışmalar hakem süreçlerinde daha kolay kabul görüyor. Sonuçta ortaya çıkan tabloda, herkes konuşuyor, ama çok az şey söyleniyor; o söylenen az şeyi de ondan da az insan dinliyor. Yayınlar çoğalıyor, ama bilginin toplam niteliği düşüyor. Bilimsel dil, anlaşılabilir olmaktan uzaklaşıyor, akademi kendi jargonuna hapsoluyor. Bunun sonunda da sosyal bilimci, toplumdan koparak kamusal alandaki etkisini yitiriyor.
Bu sistemin etik boyutu da ciddi bir tartışma konusu. Yayın baskısı, araştırmacıları bazen sahte veri üretmeye, intihal yapmaya, ya da aynı araştırmayı “dilimleyip” birkaç farklı dergide yayımlamaya itmektedir. Böylece bilimin en temel ilkesi olan dürüstlük zedeleniyor. Üstelik akademik emeğin sömürüsü sadece içeride değil, küresel düzeyde de işliyor. Gelişmekte olan ülkelerdeki araştırmacılar, batılı dergilerin standartlarına uymadıkları için dışlandıklarından, bilgi üretimi “merkez” ülkelerde yoğunlaşıyor. Bilgi böylece evrensel bir değer olmaktan çıkıp, tabir caizse jeopolitik bir sermaye haline geliyor.
Belki de bugün sosyal bilimlerin en acil yapması gereken, dünyayı değil, bilimin kendisini anlamak, belki de onu yeniden tanımlamak. Çünkü bilimin krizinin merkezinde, adını koyalım lütfen, insanın kendi üretimlerine yabancılaşması yatıyor. Bu yabancılaşmayı aşmak için, akademinin yeniden kendini düşünmesi, “ne için bilim yapıyoruz?” sorusunu cesurca sorması gerekiyor. Sosyal bilimler, doğa bilimlerinin aksine kesinlik peşinde değildir, Weber’den beri anlamın peşindedir. Fakat anlam, piyasalaşmış bir akademik sistemde tozun toprağın altında kolayca kaybolur. Bugünün üniversitesi, bilginin değil, bilgisel performansın üretim merkezi. Ancak hiçbir performans, anlamın yerini dolduramaz.
Sosyal bilimler, sadece dünyayı anlamak için değil, anlamın kendisini kurtarmak için vardır. Çünkü insanın dünyadaki varlığını anlamlandırma çabası, her şeyin ötesinde, en saf bilimsel eylemdir.
Fotoğraf: Dom Fou

