Hayli otoriterleşmiş olan ülkemizin geleceğinde demokrasiye ne kadar yer olacağı artık belli değil. Aynı zamanda ekonomik durum da sıkıntılı. 2018-2020 döneminde ekonomi durmuştu. Sonra üç yıl kadar dengesiz, enflasyonist hızlı büyüme yaşandı. İki yıldır o büyüme de yavaşladı gibi, enflasyondaki katılaşmaya rağmen. Bir yandan büyüme istatistikleri tartışmalı. Yine de geçtiğimiz yüz yılın çoğunda birikimli olarak devam etmiş olan büyüme, ülkemizi belli bir ekonomik seviyeye getirmiş bulunuyor.
Bu tabloya birkaç açıdan bakabiliriz. Bu kadar yüksek bir ekonomik seviyede demokrasinin pekişmesi gerekmiyor muydu? Başka bir soru şu: Demokrasi ortadan kalktıkça ekonomi de iyice bozulmayacak mı? Bir başkası: Ekonomi için demokrasi gerekliyse, o zaman ülke ekonomisini umursayan birileri ekonomi bozulmasın diye demokrasinin ortadan kalkmasının önüne geçer, demokrasiyi güçlendirir mi? (Peki böyle akil insanlar, daha doğrusu onların ülkenin yönetimine şu an bir etkileri var mı? Bence pek yok.).
Bu sorulara 2024 yılında Nobel ödülü alan iktisatçımız Daron Acemoğlu’nun çalışmaları ışığında yaklaşalım. Daron Hoca hem çok konuşuluyor hem çok eleştiriliyor. En çok, demokrasi gibi “içerici” kurumların ekonomik kalkınma üzerindeki pozitif etkilerine dair tezi biliniyor. Türkiye’de demokrasi de ekonomi de iyi gitmezken, bu tez bize neler anlatabilir? Türkiye vakası Acemoğlu tezleriyle örtüşüyor mu çelişiyor mu? Bu yazıda bunu biraz inceleyelim.
Öncelikle temel bir ayrımdan başlayalım. Acemoğlu ve benzeri kurumsalcı iktisatçılar, ekonomik büyümenin demokrasi getirdiğini iddia etmiyorlar. Onlar için demokrasinin ortaya çıkışı ekonomik olmaktan ziyade siyasi bir süreç. Siyasi mücadelelerle, en çok siyasi sebeplerle ortaya çıkıyor. Yani, “demokrasi olacaktı hani, neden olmuyor” sorusunun doğru muhatabı Acemoğlu değil.[1]
Acemoğlu ve kurumsalcı iktisatçıların iddiası aksi istikamette: Demokrasinin ekonomik büyüme getirdiğini iddia ediyorlar. Demokrasi siyasi bir tercih; eğer bu tercihi yaparsanız, yapabilirseniz, bu tercih pek çok iyi şeyin sebebi olur diyorlar. Bu iyi şeylerin sonucunda da, evet, ekonomik büyüme ve kalkınma var. Yani iddia şu: Demokrasi ve onun yarattığı kurumlar, ekonomik büyümeye yol açıyor.
Bu noktada bir ayrım daha yapmamız lazım. Ekonomik büyüme için demokrasinin iyi olduğunu iddia etmek başka bir şey, ekonomik büyümenin en önemli sebebinin demokrasi olduğunu iddia etmek başka bir şey. Acemoğlu ve benzeri kurumsalcı iktisatçılar, ilkini kuvvetle iddia etmekle beraber, kimi çalışmalarda ikincisini de savunan bir dil kullanıyorlar. Bu da önemli bir tartışma sebebi. Çünkü bu tezlerden ilkini bilimsel metotlarla delillendirmek ikincisinden daha kolay.[2]
Delillendirme dediğimiz şey nasıl yapılabilir? Bu alanda yapılan kabaca şu. Standart GSYH hesaplarının tutulmaya başladığı 1950’den beri tüm ülkelerin verisini karşılaştırmalı inceleyelim. Her ülkenin her yıl için yönetim biçimini tespit edelim. Daha demokratik ülkeler, takip eden yıllarda ortalama olarak daha çok büyümüş mü büyümemiş mi? İstatistiki metot ile hesaplayalım.
Acemoğlu’nun da katkıda bulunduğu araştırma literatürünün bu soruya dair bulgusu kısaca evet. Petrol zengini ülkeler sayılmazsa demokratik ülkeler ortalamada daha hızlı büyüyor. Ancak bulgularda şöyle bir ilginçlik var. Ekonomik büyüme açısından en berbat örnekler de en parlak örnekler de demokratik olmayan, otoriter ülkeler arasından çıkıyor. Yani otoriter rejimlerin ekonomik performansını tahmin etmek zor. Demokrasilerin performansı ise üç aşağı beş yukarı belli bir ortalamayı takip ediyor. Demokrasiler her yıl çok hızlı büyüdükleri için değil, iç savaş ve darbe gibi ekonomiyi çökerten olaylarla kesintiye uğramadan uzun süreler istikrarlı bir şekilde büyüdükleri için uzun vadede daha çok büyümüş oluyorlar. Demokrasinin ekonomi açısından galiba en hayati işlevi, ille de “rasyonel” politikaları uygulatması değil, rutine binmiş lider rotasyonu sayesinde çatışmasızlık sağlaması.
Otoriter ülkeler başka bir alem. Bunlar aslında çeşit çeşit. Parti veya ordudan ziyade tek bir liderin üstünlüğüne dayanan kişiselleşmiş diktatörlükler ekonomik açıdan en fena örnekleri teşkil ediyor. Bunlar belli dönemlerde büyüyebilseler de, lider ölmeden iktidarı bırakmıyor, öldüğünde ise yerine kimin nasıl geçeceğine dair bir kurumsal sistem olmadığı için çalkantılar ve darbeler yaşanıyor, o zaman ekonomi patlıyor. Pek çok Afrika ülkesi burada örnek olarak sayılabilir.
Parti kurumsallaşması sağlayan otoriter rejimlerin performansı ise kişisel diktatörlüklerden farklı. Burada iki örnek verelim. Meksika, 1920’lerden 2000 yılına kadar tek bir partiden gelen başkanlar tarafından yönetildi. (Bu rejimde rakip partiler mevcuttu ancak bunların başkanlık seçimini kazanmalarına pratikte izin verilmiyordu, yerel hükümetleri ise ancak 1980’lerden itibaren alabilmeye başladılar). İlginç olan şu ki, Meksika’da başkan 6 yıllık tek dönem için seçiliyordu ve tüm bu süre boyunca hiçbir başkan tek dönem kuralını ihlale kalkışmadı. Böylece kişisel liderin değil, çeşitli kesimlerin temsil bulduğu partinin iktidarı kurumsallaştı. Sonuç olarak, Meksika bir kalkınma mucizesi olmadı, eşitsizlik gibi sorunlarını çözemedi ama sanayileşti ve Türkiye kadar bir ekonomik seviye tutturdu.
Daha çarpıcı bir başka örnek Çin. Çin’deki siyasal sistem rekabete tamamen kapalı, ÇKP’ye rakip partilerin seçime girmesine izin verilmiyor. Bu ülke, iç savaş ve Mao yıllarında oldukça çalkantılı bir siyasi ve ekonomik görünüme sahipti. Ancak akabinde Çin’in özelliği, her liderin sağlığında emekliliğe ayrıldığı barışçıl bir lider rotasyonu sistemini parti iktidarı altında oturtmuş olması. Mao’nun ölümünden itibaren önce Deng, sonra Jiang Zemin, sonra Hu Jintao, iktidara geldikten bir süre sonra iktidarı barışçıl biçimde haleflerine devretti. Bu çevrimin devam edeceğinin garantisi yok elbette. 2012’den beri iktidarda olan Xi Jinping asla emekliliğe ayrılmayabilir, Xi’nin ölümünden sonra da liderlik için kaotik çekişme olabilir. Ancak şimdilik Çin, tarihin gördüğü en hızlı ekonomik büyüme mucizesine imzasını atmış bulunuyor. Çin gibi otoriter ülkeler için Acemoğlu, büyüseler de demokratikleşmedikleri taktirde birikim safhasından inovasyon safhasına geçemezler diyordu. Açıkçası Çin, devlet önderliğindeki bir inovasyon modelini oturttu ve bu konuda Acemoğlu tezini sınamaya devam ediyor. Elektrikli araçlarda, solar panelde lider, yapay zekada zirveyi zorluyor, mikroçipte kuvvetli geliyor.
Demokrasi ekonomik büyümeye rutin lider değişimi ve çatışmasızlık sayesinde pozitif etki ediyor olabilir demiştik. Bu örneklerde, o mekanizmayı demokrasi olmadan kurabilmiş ülkeler gördük. Belki de bu yüzden, görece yüksek ekonomik performans ortaya çıktı. Singapur için, Tayvan’ın ve bir ölçüde Güney Kore’nin geçmiş deneyimleri için benzer şeyler söylenebilir.
Bu ülkelerin büyümesinde rol oynamış olan bir diğer unsur doğrudan yabancı yatırımlar (DDY). DDY, ülkenin sahip olmadığı teknolojiyi ve sermaye stoğunu sağlayarak kalkınmayı hızlandırabilir. Peki DDY için demokrasi gerekli mi? Bu konuda Li ve Resnick’in veriye dayalı bir çalışması şunu ortaya koyuyor[3]: Demokrasi DDY için hem çekici hem olumsuz niteliklere sahip. Çünkü demokrasiler yatırımcının mülkiyet haklarını yöneticilere karşı daha iyi koruyor, ancak dış yatırımcıya daha az taviz veriyor. Zaten dünyada yatırımların nereye gideceği sorusunun gerisinde demokrasiden daha belirleyici başka faktörler var. Uygun limanlar ve birinci sınıf altyapıya rağmen düşük emek maliyeti, disiplinli insani sermaye, geniş ölçek ve yakında Japonya gibi pazarlar var iken Çin’de yatırım yapmak çok çekiciydi ve kimse demokrasi aramadı. Tersten bakarsak, dünyanın en demokratik ve “rasyonel” yönetimini kursalar dahi Mali ya da Tacikistan’ın Çin seviyesinde yatırım çekmesi ve kalkınma yaşaması maalesef mümkün değil. Çünkü coğrafyaları, ölçekleri ve muhtemelen demografileri uygun değil. Kendi potansiyellerinin zirvesine çıkabilirler, o ayrı.
Benim tüm bunlardan anladığım şu: Amaç ekonomik büyüme ve kalkınma ise ortalama bir ülke için demokrasi genelde iyi bir şey. Ama ekonomik büyüme ve kalkınmayı tek başına demokrasi açıklamıyor. Yüksek oranlarda yatırım ve (özel sektöre veya devlete ait) sermaye birikimi yolunu açmayan bir ülke, demokratikse de hızlı büyüyemez. Bunu başaran ülke otoriterse de büyür. Birikimin paydaşı olan kesimler de o ülkedeki rejimden çok şikayet etmeden işlerini yürütürler. Çin’de büyüme, tüketici refahına çok yansımasa da ihracat zengini bir iş insanı sınıf ortaya çıkmış durumda ve zaten çok toplumsal onay aramayan rejimin en önemli toplumsal dayanağı bu kesim. Türkiye’de de büyük inşaat ve enerji şirketleri, özellikle 2018 sonrası savunma sanayi ve diğer ihracata yönelik sektörler, benzer bir rol oynamaya başladı.
Yani demokrasi bitse de büyüme baki kalabilir. Fakat Türkiye’nin Doğu Asya tarzı otoriter kalkınma modelini istikrarlı bir şekilde oturtması da kolay değil. Çünkü Doğu Asya ülkelerinin çoğu kendi içinde sosyokültürel açıdan oldukça homojen, Türkiye’ye kıyasla. Çok basite indirgeyerek özetleyecek olursak yönetenler ve yönetilenler esasen aynı sosyal kesimlerden geliyor. Türkiye ise toplumsal değerler açısından kutuplaşmanın yüksek olduğu bir ülke ve mevcut yönetim, kutuplardan yalnızca birisini temsil ediyor.[4] Geçmiş demokrasi deneyimi olan ve değerler açısından ortadan ikiye yarılmış bir ülkede, ülkenin bir yarısının keyfi ve sürekli hakimiyeti altında kalmayı istikrarla kabul etmek, toplumun diğer yarısı adına zor. Bu durum süregiden liderlik çekişmeleri, siyasi kaos ve beyin göçü gibi olumsuzluklar yaratabilir. Ortak kamu yararı hissinin kaybolması da yolsuzlukları çok yüksek seviyede tutabilir. Biraz buradayız.
Hem iyi hem kötü olan bu haberler Türkiye için sanırım biraz olumsuz bir sonuca vardı. Ekonomik büyüme için demokrasi şart değil, o yüzden demokrasiyi büyüme uğruna kurtaracak aktörlere bel bağlayamayız, fakat demokrasiden vazgeçildiğinde istikrarlı ve toplumu mutlu edecek tarzda bir büyümenin gerçekleşmesi de zor görünüyor. Kısacası, Türkiye demokrasiyi tercih etse bence ekonomik açıdan (da) iyi olur. Ama bu Türkiye demokrasiyi tercih edecek demek değil. O bizlere bağlı. İradenin iyimserliği.
Şarkı önerisi: https://open.spotify.com/track/6Luak1DiyIeoTEr3eS2IQ0?si=a00ffb08d395424b
[1] Acemoğlu’nun Economic Origins of Dictatorship and Democracy (2005) kitabına göre ekonomik büyüme değil kriz dönemleri demokratikleşmeyi tetikleyebilir, ortaya çıkan demokrasinin ayakta kalma ihtimali de ülkedeki servet dağılımına bağlı.
[2] Örneğin spesifik bir kimyasal maddenin, kanser olasılığını artırıp artırmadığını tespit etmek, pek çok faktörün ortak sonucu olan kanser olasılığını en çok artıran sebebin ne olduğunu tespit etmekten daha kolay. Bir sonucun hangi sebeplerle oluştuğunu yanıtlamak için olası sebeplerin hepsinin iyi bir şekilde modellenmesi gerekir. Ancak sosyal bilim araştırmalarında modelin veride açıklayamadığı kısım genelde oldukça büyüktür.
[3] Li, Q., & Resnick, A. (2003). Reversal of fortunes: Democratic institutions and foreign direct investment inflows to developing countries. International organization, 57(1), 175-211.
[4] Türkiye, Dünya Değerler Araştırması’na katılan 98 ülke arasında özgürlüklerle ilgili tutumların gelir bazında en çok farklılaştığı ülke; eğitim bazında de en çok farklılaştığı ülkelerden biri. Bkz. Welzel, C. (2013). Freedom rising. Cambridge University Press, sf. 98.

