2018’den beri başkanlık sistemiyle yönetiliyoruz. Bu sisteminin siyasi sonuçları ciddi biçimde tartışmaya açıldı, üzerine analizler yapıldı. Ancak bürokrasideki dönüşüm en az siyaset alanı kadar kritik sonuçları içinde barındırmakta. Bu bağlamda başkanlık sistemi koşullarında devlet idaresinin içeriği, yönelimi, kalitesi ve geleceğine dair bir şeyler söylemek yerinde olabilir.
Şöyle ki, 2018’i takip eden süreçte pek çok başkanlık kararnamesiyle kurumlar birleştirildi, kaldırıldı, personel ve bürokrat atamalarında yeni koşullar belirlendi. Cumhurbaşkanlığında bakanlıklara paralel yapıların kurulduğu, bakanın atama yetkisinin kısıtlandığı, bakan yardımcılarının bakanları cumhurbaşkanı adına sınırlandığı ve müsteşarlığın kalktığı yeni bir yapıyla karşı karşıyayız. Bu arada kamu ile özel arasındaki sınırın bulanıklaştığı, bürokratik yapının ve kurumsal ciddiyetin istikrarsızlaştığı bir yeni kamu yönetimi düzeni tesis edildi.
Bakanlar Kurulu ile Cumhurbaşkanı yetkilerinin Cumhurbaşkanlığında birleşmesi Türkiye’yi başkanlık sistemine taşıdı. Bu adımı takip eden ayrıntılar ise parlamenter sistemin tasfiyesinden daha önemli sonuçları içinde barındırmakta. Öncelikle çok sayıda bakan, milletvekili olmayan kişiler arasından seçildi. Şüphesiz ki eskiden de meclis dışından bakan atanması mümkündü. Ama çok istisnai anlar ve ara dönemler hariç genelde bu yola başvurulmazdı. Bakanların meclis kökenli olmamasının ilk etkisi vatandaşların milletvekilleri üzerinden bakanlığa talep ve şikayetlerini iletmesindeki eksiklik veya gecikmedir. Bu durumun, iktidar partisinin politik motivasyonunu azalttığı ve AKP’yi seçmenlerden uzaklaştırdığı sıklıkla dile getirilen bir konudur.
Tartışmaya değer ikinci husus bakan yardımcılığı mekanizması. Bakan yardımcıları müsteşarların yerini aldı. Müsteşarlıkla sonuçlanan kurum içi hiyerarşiden bakan yardımcılığına geçişin devlet işlerinde kurumsal hafızayı zayıflattığı ve bürokratik ciddiyeti azalttığı söylenebilir. Bakan yardımcılarının bir kısmının özel sektör kökenli olması, bir kısmının ise eski siyasilerden oluşması eksik bürokrasi algısını güçlendirmiştir. Bu arada dışarıdan kamu yöneticisi atanması Avrupa modelinden Anglo-Sakson kamu yönetimine geçiş şeklinde de yorumlanabilir.
Üst düzey devlet memuriyetinin bürokratik hiyerarşi dışından belirlenmesindeki öncelikli amaç hantallığın engellenmesiydi. Türkiye’deki hakim uygulama bu konuda da başarısız oldu. Çünkü bakan yardımcılarının belirlenmesinde bakanlar çoğu kez belirleyici konumda değil. Bu durum bakanlık kurumunun iç uyumuna zarar veriyor. Ayrıca tüm yetkiler en tepede, yani başkanlık makamında toplandığı için bürokrasi karar almakta, siyaseti yönlendirip onu rasyonellik yönünde sınırlandırmakta zorlanmakta.
Bürokrasi tartışmasını ideolojik bir kertede de yürütmek mümkün şüphesiz ki. Yakın dönem kamu yönetimi tarihinde iki önemli gelişme yaşandı: Önce, kabaca 2007-2011 yılları arasında Kemalist kadrolar devletteki etkinliklerini yitirdiler. Özellikle ordu, yargı ve üniversitelerde, yani Eski Türkiye’nin zinde kuvvetlerinde bir yaprak dökümü yaşandı. Kemalist bürokrasinin tasfiyesi askeri/bürokratik vesayetin güç ve etkinliğini yitirmesi gibi bir anlama da geliyordu.
Kemalistlerin sistem içindeki ağırlıklı yeri, daha sonra FETÖ adını alacak cemaatçi kadrolar tarafından dolduruldu. 2011 ile 2013 arası dönemde Gülen cemaatine yakın pek çok isim devlette önemli görevlere geldi. Ancak bu hareketin gittikçe kriminal bir hal alması ve en sonunda seçilmiş hükümete karşı askeri darbe girişiminde bulunması kamu personel rejiminde büyük bir sarsıntıya yol açtı. 15 Temmuz’u takip eden günlerde 100 binden fazla memur devletten ihraç edildi. Bunların bir kısmı hapis cezası da aldı.
2016 sonrası süreçte ise daha akışkan veya amorf bir bürokrasiyle karşı karşıyayız. Bazı yorumculara göre MHP’nin politik sistemdeki artan ağırlığına paralel bir şekilde milliyetçi kesimin bürokrasideki etki düzeyi yükseldi. Bu yorumu abartılı bulan bir tez de var. FETÖ’nün tasfiyesinin siyasi iktidarla uyumlu çalışan Kemalist kesimler bakımından yeni bir başlangıca yol açtığını iddia etmek de mümkün. Mesela Ergenekon-Balyoz kumpasıyla ordudan ilişiği kesilen epey sayıda subay eski görev yerlerine döndü.
Bürokratik aygıtın geneli bakımından ise parçalı bir yapı söz konusu. Hiçbir siyasi oluşum, parti içi klik, görüş, çizgi, okul veya gelenek bürokraside hakim konumda değil. Genel olarak devlet, özel olarak ise hükümet, rejimle sorunu olmayan herkesle çalışıyor. Muhafazakarlar bir adım önde olsa dahi, bürokrasinin ilkesi ideoloji değil artık. Pragmatik bakış kamunun iş ve işlemlerinde ön planda.
Son olarak dijitalleşmeye değinmek lazım. E-devlet ve e-nabız gibi sistemler aracılığıyla hızlı bir dönüşüm yaşandı kamuda. Artık pek çok işlemi internetten yapmak, belge oluşturmak ve sorgulamak çok daha kolay. Bu durumun memurlar üzerindeki toplumsal baskıyı azalttığı söylenebilir. Ancak eğitim ve sağlık gibi devlet ağırlığının daha çok hissedildiği genelleşmiş kamu hizmeti alanlarında nitelikli işgücü sorunu devam ediyor. Okul ve hastanelerin ihtiyaçları ile öğretmen ve doktor açığı bir türlü kapanmıyor. Bu iki alanda hükümet ya paradigmal bir devrimi örgütleyecek, mesela devletin daha zayıf bir şekilde temsil edildiği bir düzen kuracak ya da kamu bütçesinden eğitim ve sağlığa aktarılan kaynakları arttıracak.