Elias Canetti kitabın bir yerinde “yaşlılar ölürken gençler, babalar ölürken oğullar hayatta kalır” diyor. Ölümü bu kadar kibarlaştırıp anlatabilmek büyük bir yetenek olsa gerek.
Türkiye’de uzun süredir ölümü böylesi incelikle anlatmanın hiçbir yolu yöntemi yokmuş gibi geliyor bana. İnsanlar ölüyorlar, insanlar acı çekiyorlar… Her ölümlü olayda ellerine aldıkları akıllı telefonlarla çektikleri videoları internetten dolaşıma sokan insanlar bana, bu çağ bir “delilik çağı” dedirtiyor. Başkalarının ölümü, sahneye konulan bir piyesmiş gibi(!) herkes yönetmen, herkes kameraman, herkes senarist…
Toplumsal bir kriz hali olarak tanımlayabileceğimiz şiddet ve saldırganlık halinin bu kadar görünür olduğu bir çağı açıklamak için sıklıkla sosyal bilimleri göreve çağırıyorlar. Sosyal bilimlerin kendi içinde yaşadığı anlam krizi, sorunların anlaşılması önünde önemli bir engel. Dolayısıyla kimsenin elinden konuşmaktan başka çok da bir seçenek kalmıyor. Bir ölüm ve yas danışmanı olarak bu kriz halinin dilini anlatma ihtiyacı hissediyorum, çünkü problem derinlerde ve derinlerine inmemiz gerekiyor.
Bunca şiddet ve öfke halinin en altta yatan nedeni, pandemide ruhlarımızın aldığı ağır darbedir. Özellikle her akşam yayınlanan turkuaz tabloda sistematik bir şekilde ölümlerin sayıya dönüştürülmesini seyrettik. Kimi rivayetlere göre gerçek sayılar gizleniyordu ve COVID’ten ölenler doğal ölüm diye kaydediliyordu. Turkuaz tablonun aklımızda bıraktığı tek iz “entübe” kavramı oldu.
Gerçi sonradan tablo güncellendiğinde entübe kavramını da göremez olduk. Entübe dışında, hafızamızda o tabloya dair hiçbir detay yok. Sonra anne-babasına son görevini yerine getiremeyen insanların yanında bazı ayrıcalıkların tanındığı kalabalık cenaze törenlerini seyrettik. Bir tarafta akıllı telefonla kurduğu Whatsapp canlı yayınında beyaz önlüklü ve maskeli dört adam tarafından yalnız gömülen ölüler varken, diğer tarafta ayrıcalıklı ölüler vardı. Paranteze alınan ritüeller, yası erteleme, hastanede ölmekte olanların yalnızlığı…liste uzar gider. Umberto Eco’nun 2013’te Paris’te Louvre’de yeni sergisinin açılışı sırasında Spiegel’e (2016) verdiği röportajda kullandığı “listeleri severiz, çünkü ölmek istemeyiz” sözü, dünya tarihinin bir özetidir.
Kolera salgınını anlatan Venedik’te Ölüm çalışmasında Thomas Mann, Gustav Aschenbach’ın ölümünü anlatırken salgına sembolik anlamlar yükleyerek kolerayı bütün bir çağın çöküşü olarak işler. Daniel Defoe, Veba Yılı Günlüğü’nde insanı karamsarlığa iten korkunç ölümlerin toplumu nasıl sarstığına değinir. Burada tam olarak söylenmesi gereken noktaya ulaşmış oluyoruz. Freudvari yazmak istemiyorum ama şiddetin ve ölümlerin gittikçe arttığı bugünün Türkiye’sinin özeti, uzamış yas halidir.
Ölümle bağlarımız koptuğunda gerçekliği rasyonel bir şekilde inşa etmemiz ve algılamamız mümkün görünmüyor. Bu iddiayı hem dinle herhangi bir bağı olmayan insanlar için kullanıyorum, hem de dindar (her din olabilir) insanlar için kullanışlı buluyorum.
Dindar olanlar için sorunun ciddiyeti, ölümü modern yargılarla değerlendirmeye başladıkları için o yokmuş gibi yaşıyor olmaları ve yaptıkları her türlü eylemi “yarın hiç ölmeyecekmiş” gibi inşa etmeleridir. Bu haliyle özellikle Türkiye örneğinde düşündüğümüzde, hem Kur’an ayetlerinde altı çizilen “her nefisin ölümü tadacak olması” düsturunun, hem de Muhammed Peygamberin “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış” söyleminin dışarıda tutulduğu görülmektedir.
Sorun sadece bu kadarla da bitmiyor, ölümü nesneleştirerek hayattan çıkarma farklı şekillerde de ortaya çıkıyor. Türkiye’deki birçok dini topluluğun ölüm karşısında insanın ruhsal ve zihinsel dünyasını yok saymaları ise bir ölümü yok sayma krizidir ve bu krizin yaşattığı duygu “ölüm hiçliği”dir.
Dinle ya da herhangi bir inanç sistemiyle bağları olmayan insanlar içinse asıl sorun, yaşamaya odaklanıp başkalarının hikayelerini ve esas olarak kendi benliklerini yok saymalarıdır. Bu haliyle, yaşamın kutsanması bir ölümü yok sayma krizidir ve bu krizin yaşattığı duygu da yine “ölüm hiçliği”dir. Pandemiyle ölüm inkârı, ölümün hiçleştirilmesi olarak ölüm duyarsızlığına dönüşmüştür. Ölüm hiçliği, ölümün toplumsal kapatılmasının biçimidir.
Pandemi, ölümle olan bağların kopuşunu hızlandırdı ve yası inkâr etmemizi kolaylaştırdı. Pandemide insanların kaybettiklerine veda edememesinin yarattığı boşluğun neye benzediğini Ariés (2020)’in “sevgi ve duyumsamanın kaybolduğu bir ölüm çağına” girişimizi betimleyerek anlattığı ölümün tarihiyle özdeştir.
Ona göre geleneksel dönemde yatakta ölüm, kişinin etrafında sevdiği insanların oluşturduğu bir ağda ve bu ağı duyumsayarak gerçekleşmektedir. Modern dönemde önce hastanenin aktöre dönüşmesiyle, sonrasında ölmekte olan kişinin yalnızlaşmasıyla ağ ortadan kalkmaktadır. Pandemi, ağın varlığını hiçbir şekilde gündeme getirmemektedir. Ağın görünmezliği, duyumsamayı da ortadan kaldırmaktadır.
Pandemide ölüm gündemi Foucault’un (2020) “sınır deneyimi”yle özdeştir. Sınır deneyim, özünde negatiftir ve gerçekleşir gerçekleşmez unutulmaktadır. Tarihe ilk gömülen şey olması bakımından pandemide, ölüm hiçliği kavramsallaştırması önemlidir. Foucault, “bir kültürü sınır deneyimleri hakkında sorgulamak, ona tarihin sınırlarında adeta kendi tarihinin doğumu olan bir yırtılma hakkında soru sormaktır” der. Sınır deneyimler, hiçbir şeyin göstergesi ve boşluk olmak; ölüm hiçliğini desteklemektedir. Pandemide yerine getirilemeyen ritüeller ve ölümün toplumsaldan kopması sınır deneyim olması bakımından da önem arz eder.
Aslında sarsıntılarla geçirdiğimiz iki yıl hiçbirimizin belleğinde yok. Pandemide ya da depremde kamusal bir yas tutamadık, ama siyaseten önem atfedilen birçok konuda yasın kamusallaştığını gördük. İslamcı-politik söylemin ve entelektüellerin de katkılarıyla pandeminin yarattığı sınır deneyimlerle sıfırlandık. Ruhsal olarak da sıfırlandığımız için en ilkel dürtülerimize geri döndük. Toplumun ve ahlakın olmadığı, insanın insanın kurdu olduğu bir çağ yeniden hortladı. Bu başka bir seviye aslında; akıl tutulması filan değil, kalp katılaşması herhalde! Bu sözler Gassal kitabını yazarken sahada bir kadın gassalın dilinden dökülmüştü. Kadın, yaptığı iş sıradanlaşmaya başladığında hem ahlaki hem de duygusal olarak yaşadığı körelmişliği anlatmaya çalışmıştı ve korkunç bir cenderede sıkışmışlığına atıf yapmıştı.
“Son Nefes Havaya Karışmadan” kitabında kadavralarla geçen eğitim sürecini anlatan bir doktorun ölme sürecini okumuştum. Kadavralara karşı nasıl duyarsızlaştığını anlatıyordu uzun uzun bir yerde. Kitapta, temelde tıp eğitiminden bahsediyordu, aynı zamanda bedenin bir materyale dönüşmesinin ve bunla mücadele etmeye çalışan insanların varlığının ne kadar da etkileyici bir sorgulama yarattığını anlatıyordu.
Sonra dedim ki kendi kendime, kapitalist ilişkiler başta olmak üzere insanların para ve güç üzerine kurulu gündelik hayat deneyimleri, insanlardan geriye sadece bedenleri bırakmıştı, ancak ruhlarını sömürmüş ve emmişti. Geriye kalan bedenler de sadece birer kadavraya dönüştü, ki insanın ruhu ölmemiş olsaydı, bu çağda ölümlere karşı bu kadar duyarsız, insanlığa karşı bu kadar ilgisizlik mümkün olamazdı.
Yeniden bir insanlık hali inşa edebilir miyiz bilmiyorum. Ancak ölümle olan bağlarımızı güçlendirip yeniden kurmadan ve toplu yasımızı geriye dönük haliyle yaşamadan hiçbir adım atamayacağımız kesin gibi görünüyor.
Son sözü yine Paul Kalanithi’ye bırakmak gerekecek sanırım: Benden ölümü çaldınız…
Fotoğraf: Efe Kurnaz