[voiserPlayer]
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan alınıp Türkiye’ye getirilmesine yardım eden ABD, neden 20 yıl sonra Türkiye’nin PKK’nın Suriye kolu olarak gördüğü YPG’ye destek verir duruma geldi.
Neden kamuoyu yoklamalarında ABD, Türkiye’ye en büyük tehdit oluşturan ülkeler sıralamasında neredeyse son on yıldır liste başı?
Türk-Amerikan ilişkileri, tarihinin en kötü döneminden geçiyor. Faturayı elbette hem Ankara hem de Washington’a çıkarmak durumundayız. Konuya Amerikan karşıtlığından giriş yapalım.
İki NATO müttefiki ABD ile Türkiye’nin savaştığı, kurguya dayalı Metal Fırtına adlı roman, 2004’te yayınlandığında çok satan olması belki doğal karşılanabilirdi.
1 Mart 2003’te TBMM, Amerikan ordusunun Türk topraklarını kullanarak Irak’a saldırmasına imkan verecek tezkereyi reddetmişti. Dört ay sonra da Kuzey Irak’ta görevli bir grup Türk askeri, Amerikan kuvvetleri tarafından başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınmıştı. Bu travmalar çok tazeyken piyasaya çıkan romanın çok satması yadırganmayabilirdi.
Romanın yayınından 18 yıl sonra Sözcü gazetesinin “ABD, Türkiye’yi NATO’dan çıkarıp işgal planı yapıyor” şeklindeki manşeti ise yayınlandığı mecra açısından değil, bu ifadeyi kullanan kişi açısından yadırgatıcı.
Türk ordusunda amiralliğe kadar yükseldikten sonra emekli olmuş Cihat Yaycı’nın NATO’da üyeliğin sonlandırılmasına dair hiçbir madde yokken ABD’nin, Türk-Yunan savaşını kışkırtıp, Türkiye’yi NATO’dan attırıp sonra da işgal edeceğini iddia etmesi çarpıcı.
İki gazetecinin kurgu romanıyla, emekli de olsa üst düzey bir askeri yetkilinin iki ülkeyi savaştıran projeksiyonu arasında çok önemli bir fark var. Bu fark bize, Amerikan karşıtlığının ve öfkenin AKP iktidarında hem silahlı kuvvetler hem de bürokrasinin her katmanına yayılmış olduğunu gösteriyor.
1 Mart ve Çuval Hadisesi ile İlişkilerin Belkemiği Kırıldı
1 Mart tezkeresi ile çuval hadisesi iki ordu ilişkileri açısından kalıcı bir kırılma yarattı. Aylar süren pazarlıkların ardından 1 Mart tezkeresinin reddi Washington’u şok etti. Amerikan ordusunun tüm planları alt üst oldu ve bugün bile hala Pentagon’un o tarihten kalan hınçla Türkiye’ye yaklaştığını savunan çoktur. Benzer şekilde çuval hadisesi de Türk ordusunda ABD’ye karşı kalıcı bir iz bıraktı.
Bu birbirini izleyen iki travma, Soğuk Savaş döneminde ikili ilişkilerin üzerine yükseldiği belkemiğinin kırılmasına neden oldu. Ankara Washington’daki bir numaralı müttefikini, başta Kongre’dekiler olmak üzere tüm Türk karşıtı lobileri püskürten Pentagon’u kaybetmiş oldu.
Askeri ilişkilerdeki bu kırılmayı yaklaşık 10 yıl sonra siyasi hatta yaşanan kırılma izledi.
Siyasi hattaki kırılmanın gelmesi 10 yıl sürdü, zira AKP iktidarının içerdeki vesayeti kırmak için Batı’nın desteğine, dolayısıyla Batı’ya müzahir görünmeye ihtiyacı vardı.
İçeride kendini sağlama alıp özgüven kazandıkça AKP, ABD’nin “başına buyruk” olarak gördüğü daha proaktif ve iddialı bir dış politika izlemeye başladı. AKP’nin ideolojik saplantıları ise bu faturayı büyüttü
Soğuk Savaş sonrasında yaşanan uluslarası ve bölgesel gelişmeler ile Türkiye’nin kendi gelişimi, zaten iktidarda hangi parti olursa olsun, edilgen değil daha proaktif bir dış politika izlenmesini dikte ettirecekti. Ancak Türkiye’nin ulusal çıkarlarına dayalı, bu nedenle de zaman zaman Batılı müttefiklerinin izlediği çizgiden ayrışmak durumunda kalan bir dış politika izlemesinin bugün getirdiği yüksek bedeli, AKP’nin ideolojik saplantılarına fatura etmemiz gerekiyor.
AKP iktidara gelmeden önce de Batı ittifakında Türkiye “zor bir müttefik” olarak bilinirdi. Ancak, “Türkler zorluk çıkarsalar da sonunda aynı çizgiye gelirler” şeklinde genel bir kabul vardı. Bu aynı çizgiye gelme, uzun müzakereler sonucu Türkiye istediklerinin hepsini elde edemese de yine de aldığı bazı tavizler üzerine oluyordu.
İsrail özelinde 2009’da Davos’daki “one minute” olayı, ertesi yıl Mayıs ayında yaşanan Mavi Marmara krizi, AKP’nin ideolojik dış politikasının yaratacağı sarsıntılar açısından ilk işaret fişeklerini oluşturdu.
Siyasi Kırılma Noktası: Türkiye’den BMGK’da İran Lehine Oy
Siyaseten asıl kırılma anı ise 2010’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMKG) İran’a ek yaptırım uygulanmasının oylamasında yaşandı. BMGK’ya çok yüksek oyla geçici üye olarak seçilen Türkiye, Brezilya’yla birlikte İran’ın nükleer programını denetim altına alacak bir anlaşma için çok enerji harcamıştı. Anlaşmanın suya düşmesinden Washington’u sorumlu tutan AKP iktidarı, oylamada yaptırım karşıtı oy kullanarak, “son anda da olsa aynı çizgiye gelir” anlayışına son vermiş oldu.
AKP dış politikada makul bir özgüvenden, abartılı bir özgüvene savrulmuştu ki içerde Gülencilerle ittifakı çatladı, dışarda ise Arap Baharı patladı.
İçerdeki en önemli dayanaklarından birini kaybeden Recep Tayyip Erdoğan otoriterliğe kaydıkça Batı İttifakı’yla arasındaki makas da daha fazla açılmaya başladı.
Erdoğan’ın 2013’teki Gezi protestolarıyla Mısır’da yaşanan gelişmeler arasında kurduğu paralelliğe özel bir vurgu yapmamız gerekiyor.
2013 yazında, Müslüman Kardeşlerin ordu darbesiyle iktidardan düşürülmesine Batı ittifakının sessiz kalması Erdoğan’ın siyasi geleceğine dair korkularını pekiştirdi.
Kendi eliyle güçlenmesini sağladığı ABD-FETÖ yakınlığının kendisini hedef alacağı varsayımıyla hareket eden Erdoğan’ın zaten ideolojik olarak DNA’sında bulunan Batı karşıtlığı, Kahire darbesiyle iyice pekişti.
Batı’lı demokrasilerle arası bozuldukça da Rusya lideri Vladimir Putin’le daha da yakınlaşmaya başladı. 2016 darbe girişimine Batı’dan gelen cılız tepki, Erdoğan’daki iktidardan düşse Batı’nın çok da üzülmeyeceği hissiyatını kuvvetlendirdi. Bu hissiyat Erdoğan’ı Putin’e daha da yakınlaştırdı ki darbe girişiminin hemen ertesinde Rusya’dan S400 alımı, ABD’yle ilişkilerde bir başka kırılma noktasını oluşturdu.
S400 Alımı ve Artçı Şoklar
Kimi Ak Partililere göre S400 alımının arkasında, 2015’te Türkiye-Suriye sınırında düşürülen Rus savaş uçağının yarattığı sarsıntıyı kompanse etmek vardı. Amerikalıların gözünde ise her daim NATO’yu merkezine almış Türk savunma sisteminin DNA’sını etkileyecek türden bir karar söz konusu idi.
Yeri gelmişken Patriot’lar konusunu biraz açmakta fayda var. Türkiye’de S400 alımını isabetli bulan bağımsız savunma uzmanına rastlamak zor. Ancak şu da bir gerçek ki Türkiye’nin Patriot’lar konusunda Batılı müttefiklerine dönük genel bir rahatsızlığı da var. ABD Patriot’ları satma konusunda çok da hevesli olmadı. Türkiye’nin teknoloji paylaşımı gibi taleplerine yanaşmaması bir noktaya kadar anlaşılabilirdi, yine de ABD’nin getirdiği tekliflerin şartlarında azami iyi niyet gösterdiği de kuşkulu. Türkiye’nin kendini füzelere karşı savunmasız hissettiği dönemlerde NATO müttefiklerinin ayak sürümesi hafızalarda ciddi bir iz bırakmıştır. En son Suriye’deki gelişmeler üzerine 2013’te talep ettiği Patriot’lar gelmiş ancak 2015’te Amerika’nın birden bire Patriot’larını geri çekme kararı alması da Ankara’da ciddi rahatsızlık yaratmıştı.
Öte yandan, Washington yönetiminin Amerikan teknolojisinin deşifre olması riskini öne sürerken, S400 alımını Türkiye’yi cezalandırmak açısından da bir fırsat olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Parası ödenmiş iki F35 uçağını teslim etmemekle yetinmeyen ABD, ortak üretiminde yer alan Türkiye’yi F35 programından da çıkardı.
ABD’den Alternatif Müttefik Arayışı
ABD, kendi siyasetiyle örtüşmeyen AKP iktidarının dış politika tercihlerine karşı bir yandan cezalandırıcı aksiyon alırken bir yandan da alternatif müttefik arayışına girdi.
Bu arayışın ilk aşamada en baş ağrıtan sonucunu da Suriye’de gördük. ABD’nin YPG/PYD’ye verdiği destek, halihazırda S400 meselesiyle birlikte iki ülke ilişkilerini zehirleyen en önemli sorun olarak karşımızda duruyor. Tabii bu noktaya da bir günde gelinmedi.
AKP iktidarı Suriye iç savaşında ciddi bir hesap hatası yaptı. Başta ABD olmak üzere Batılıların yükselen cihatçı terör tehdidi karşısında Suriye’de rejim değişikliğinden çark ettiğini göremedi.
Ya da gördü ama abartılı özgüvenine dayanarak, tek başına rejim değişikliğini tetikleyebileceği yanılgısına düştü. Beşar Esad’ı devirebilmek için ılımlı olarak gördüğü, Batılıların ise cihatçı terör örgütü kategorisine kolayca sokabilecekleri gruplarla yakınlaşması Türkiye ile müttefiklerinin arasını açtı.
2014’te IŞID’ın Kobane kuşatmasını kırmak için ayak sürümesi, ertesi yıl IŞID’a karşı kurulan uluslararası koalisyonun İncirlik Üssü’nü kullanmasına izin vermeyi ağırdan alarak bu konuda “pazarlığı” uzatması, Washington’da tepki çekti.
PKK ile ateşkesin bozulmasının da dışarda en büyük faturası Suriye’de kesildi. Pentagon’un IŞID’la mücadele için YPG’yi müttefik seçmesi Ankara’da şok etkisi yarattı ve bugün de ABD’ye bu nedenle diş bilemeye devam ediyor.
ABD, başlarda PKK ile YPG arasında organik bir bağ olduğunu reddetti. Sonrasında ise bu ilişkinin taktik, geçici ve işlevsel (tactical, temporary and transactional) olduğunda ısrar etti. Ancak aradan geçen süre, bu ilişkinin hiç de geçici olmadığını ortaya çıkardı.
AKP iktidarının rejim değişikliğini öncelemeyi bırakıp varoluşsal tehdit olarak gördüğü YPG ile mücadeleye odaklanması, Suriye’ye dönük üç sınır ötesi operasyonla sonuçlandı. Türk askeri ile Amerikan askerlerini karşı karşıya getiren Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığı ile ABD’nin YPG’ye desteği iki ülke ilişkilerinde halihazırda en büyük çıban başını oluşturuyor.
Washington-Atina Yakınlaşması Baş Ağrıtıyor
S400 ile YPG desteği sorununa son dönemde ABD’nin Yunanistan’la yakınlaşması eklendi. Atina, ABD-Türkiye arasındaki soğukluktan istifade ederek, NATO’nun doğu kanadında en güvenilir müttefik olarak Türkiye’nin yerini alma vaadiyle Washington’a neredeyse açık çek verdi.
Atina’nın askeri üsler aracılığıyla artan Amerikan askeri varlığını, Türkiye’ye karşı caydırıcı bir unsur olarak kullanması ise her daim Yunanistan’a alerji besleyen güvenlik bürokrasisini huzursuz ederken, Erdoğan’a da dikkatleri içerdeki sorunlardan uzaklaştıracak güncel bir dış tehdit aracı verdi.
Şimdilerde de Türkiye’ye F16 satışı ilişkiler açısından bir stres testi oluşturmuş durumda. Yönetim F16 satışını gerçekleştirmekte istekli davransa da Kongre’nin itirazını aşmak için ne zaman harekete geçecek belli değil. Türkiye’nin Suriye’ye yeni bir kara harekatı planlaması ile İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerini onaylamamış olması da F16 sürecini etkiliyor.
Ukrayna Savaşı’nda Türkiye’nin izlediği tutum da elbette Washington’u memnun edecek cinsten olmasa da, şimdilik çetrefil sorunlar yumağının çeperinde duruyor. Ancak ABD diken üstünde. Erdoğan’ın izlediğini öne sürdüğü “denge” politikasında ağırlığın giderek Rusya’ya doğru kayması olasılığı, sorunlar yumağını içinden daha da çıkılmaz hale getirebilir.
Sonuç olarak, Washington-Ankara hattında gelinen son noktaya baktığımızda ABD S400 konusundaki tavrından milim kıpırdamış değil. İktidarın S400’leri aktive etmemiş olmasıyla sorun şimdilik buzdolabında durur halde. Ancak ilişkilerin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya devam ediyor.
YPG’ye destek konusunda ise yakın gelecekte tavrını değiştirecek gibi durmuyor. Biden yönetimi, işbaşına geldikten sonra uzunca bir süre Türkiye’yle sorunlara el atmamayı tercih etti. Sonrasında ise ilişkileri kompartmantalize etmeyi önerdi. Yani sorunlarla ilgili müzakereye kapıyı kapalı tutarken, “anlaşabildiğimiz diğer noktalarda çalışmaya devam edelim” dedi.
Bu ise Ankara tarafından kabul edilir bulunmuyor. Ankara, YPG’ye desteğin ilişkilerin diğer tüm yönlerini zehirlemeye devam edeceğini, bu nedenle ABD’nin tutumunu gözden geçirmesini istiyor.
Suriye’ye dair net bir politikası olmayan Biden yönetimi ise şimdilik statükonun devamından yana. Ankara’yla sorunlar yumağıyla ilgili ise öncelikle 2023 seçimlerinin sonuçlarını görmek istiyor.