[voiserPlayer]
“Geri dönersin,
kızılötesi görüşünle,
doyumsuz gözlerinde.
Doğaya kafa tutan güçlerinle…
kemikten evine dönersin.
Şu anda gördüklerin,
gördüğün her şey…
kemikten ibarettir.”
Ara sıra hepimiz her şeyi bitirmeyi düşünürken buluruz kendimizi. Bazen evde oturup tavanı seyrederken, bazen bir film izlerken, bazen bir çay, bir kahve içerken. Bazense bir trende, arabada yolculuk yaparken.. Her şeyi bitirmeyi düşünmenin ağırlığını hissederiz.
Bir kış günü arabayla yolculuk yaparken karın yağmasıyla aklımızdan geçen düşüncelerin ve hissettiğimiz duyguların ekrana yansımasını görmek gibi bir duyguyu yaşadım Kaufman’ın Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum filmini izlerken. Bu duyguyu bazen evin camından yağan karı izlerken de hissederiz ama yolculuk esnasındaki bir başkadır. Nereye gittiğini bilmemenin getirmiş olduğu bir tedirginlik yaşarız anılarımızda dolaşırken. Bizi nereye götüreceğini bilmeyiz. Bazı anıları görmezlikten geliriz, korkarız onlardan. Kendimizi teskin edecek alanlara koşarız zihnimizde. Ama bir yerden sonra bilinçaltına ittiğimiz, tekrardan duymayı istemediğimiz anılarımız, duygularımız ve istençlerimiz gün yüzüne çıkmaya başlar.
Yaşlandığımızda belleğimizdeki anılara sıkışıp kalırız belki de. Süregiden günlerin aynılığı, sürekli olarak geçmişe dönmemize sebebiyet verir. Geçmişi sürekli olarak değiştirir ve dönüştürürüz. Kendi duygudurum halimize göre tekrar dizayn ederiz. Gerçeğin farklı olduğunu yadsırız. Sonuçta gerçeği yaratan bilinç bize aittir.
Filmin başrolünü Lucy isimli kadın karakter ile Jake isimli erkek karakter oluşturuyor. Film, bazı mekanların görsellerini göstererek başlasa da asıl olarak Jake’in arabasıyla Lucy’yi evinin önünden almasıyla başlıyor. Lucy, Jake’i beklerken kar yağmaya başlamıştır ve Jake’in arabayla yaklaştığını izlerken bir yerden bir ses duymuştur. Ama bu sese bir anlam verememiştir: “Varsayımlar doğruymuş. Korkum artıyor. Şimdi cevap zamanı. Sadece tek bir soru.”
Araba yolculuğu boyunca Lucy ile Jake çeşitli konularda konuşup sohbet ederler. Bu yolculuktaki sohbet, izlerken içimi ısıttı diyebilirim. Lucy arabadayken içinden, “Her şeyi bitirmeyi düşünüyorum” diye düşünür, Jack sanki onun içinden ne dediği duyar gibi olur ve ona ne dediğini sorar, ancak Lucy bir şey demediğini söyler. Arabada seyahat devam ederken kamera bir okul hademesini göstermeye başlar. Bu hademe bir yandan okulu temizlerken bir yandan müzikal için prova yapan gençleri seyretmektedir. İlginç olan şu ki bu sahneye Jake ile Lucy müzikal konuştuktan sonra geçilmiştir. Jake, Lucy ile konuşurken bir ara; “…Seyahatleri severim. Dünyanın büyüklüğünün kafanın içindekilerden ibaret olmadığını hatırlamak iyi bir şey” der. Seyahatler gerçekten de bunu hatırlatır insana. Yol boyunca sıralanan ağaçlar, ileride uzanan dağlar, yanından geçilen bir deniz ya da göller… Yol boyunca bunları izleriz ve dünyanın ne kadar da farklı özellikleri olduğunu kavrarız.
Jake, Lucy’ye yakınlarda şiir yazdın mı diye sorar ve evet yanıtını alır. Lucy’ye okuması için ısrar eder. Bu ısrar karşısında Lucy şiiri okumaya başlar. İsmi Bonedog’dur. Bu şiir Eva H. D’ye aittir. Şiir çok anlamlıdır. Şöyle başar: “Eve dönmek korkunç. Köpekler yüzünü yalasa da yalamasa da. Seni bekleyen şey eşin de olsa, eşini andıran yalnızlığın da olsa. Eve dönmek feci bir yalnızlık.” Şiir uzar gider. Şiir biterken Lucy kameraya bakarak okumaya başlar. Bu sahne içimi gerçek anlamda ürpertti. Böylesine etkileyici oyunculuğu nadiren izleyebiliyoruz. Şiir bittiğinde Jake, “Sanki bana yazmışsın gibi” der. Lucy bu soruyu tedirgin bir şekilde hayır diye cevaplar, evrensel temaları kullandığını söyler.
Sonunda eve varırlar. Arabadan indiklerinde Jake, bacaklarımı esnetmeliyim der ve Lucy’den eşlik etmesini ister. Koyun kümesine giderler. Lucy burada ölü kuzuları görür ve Jake’e koyunlara ne olduğunu sorar, Jake rahatsız olmuş bir şekilde, “Ne sorduğunu anlamıyorum. Ölmüşler işte. Ne duymak istiyorsun?” şeklinde cevap verir. Tüm bu sahneler devam ederken kamera ara ara okulda temizlik yapan hizmetliyi de gösterir. Ahırdan çıkarken Lucy’nin zihninden şu düşünceler geçmektedir:
“Her şey ölmeli. Gerçek bu. İnsan umudunu kaybetmek istemez. Ölümü aşabileceğini düşünür. Her şeyin iyiye gideceği inancı insana özgü bir fantezidir ve belki de insana özgü olan işlerin düzelmeyeceği bilincine bağlıdır. Emin olamayız. Ama bence insan, ölümden kaçamayacağını bilen tek hayvandır. Diğer hayvanlar anı yaşar. İnsanlar bunu yapamadığından umudu icat etmiştir.”
Eve girdiklerinde bir süre Jake’in anne ve babasının onları karşılamasını beklerler. Az sonra geldiklerinde selamlaşırlar. Yemek masasına geçerler, burada çeşitli konularda sohbetler gerçekleşir. Lucy’nin manzara resimleri yaptığını burada geçen sohbetten anlarız. Hatta resimlerden bir kaçını gösterir, bu resimler iç karartıcı ve karanlık resimlerdir.
Yemek yendikten sonra salona geçerler, burada Lucy’nin telefonu çalar, telefondan filmin başında duyulan cümle duyulmaktadır: “Cevapsız tek bir soru kaldı. Korkuyorum. Delirmiş gibiyim. Aklım başımda değil. Varsayımlar doğruymuş. Korkum artıyor. Şimdi cevap zamanı, cevapsız tek bir soru var. Sadece tek bir soru.” Sanki birisi başka bir zamandan bir mesaj göndermektedir. Anlam veremez ve telefonu kapatır. Daha sonra yaşlılık ile ilgili konuşmaya başlarlar ve toplumdaki yaşlılık algısından, yaşlılara olan ötekileştirmeden bahsederler.
Sonraki sahnelerde Lucy üst kata çıkar ve burada Jake’in çocukluk odasına girer. Kenarda bir kitap yarım bırakılmıştır. Bu kitap Eva H. D’nin şiir kitabıdır. Lucy arabayla gelirken okuduğu Bonedog şiirinin olduğu sayfa görülür. Film boyunca her bir detayın hikayede bir konumu olması, filmin derinlikli yapısını ve yoğun duygusunu hissettiriyor.
Jake’in annesi, Lucy’ye gecelik vererek onu bodrumdaki çamaşır makinesinde yıkamaya gönderir. Lucy bodruma indiğinde aslında Jake’in bilinçaltına girmiştir. Burada çamaşır makinesine elini attığında eline okul hademesinin üniforması gelir. Daha sonra bodrumdaki başka bir odaya girer, burada ise kendisinin yaptığını bildiği tablolarda Jake’in imzası olduğunu görür. O sahne sırasında Oscar Wilde’dan şu alıntı yapılır: “Çoğu kişi aslında bir başkasıdır. Düşünceleri, başkalarının fikirlerdir. Yaşamları taklit, arzularıysa birer alıntıdır.”
Telefon tekrar çalar, gelen ses yine aynıdır: “Cevapsız tek bir soru kaldı. Korkuyorum. Delirmiş gibiyim. Aklım başımda değil. Varsayımlar doğruymuş. Korkum artıyor. Şimdi cevap zamanı, cevapsız tek bir soru var. Sadece tek bir soru.”
Evden çıkmışlardır, Jack arabada Lucy’ye ailesini nasıl bulduğunu sorar ve çok iyi bulduğu cevabını alır. Bu sırada Lucy zaman hakkında düşünmektedir. Burada düşünceleri öylesine içten ve etkileyicidir ki arabada seyir halinde olma ve dışarıda kar yağma sahnesiyle bütünleştiğinde filmin içindeymiş hissi uyandırıyor. Oradaki sohbetin öznelerinden biri haline getiriyor izleyiciyi.
Film boyunca entelektüel bir sohbetin içinde buluyor insan kendini. Sürekli olarak farklı filmlere, yönetmenlere, oyunculara, kitaplara ve yazarlara göndermelerde bulunuluyor. Film bir yandan insan ilişkilerine ve aile ilişkilerine değinirken; bir yandan da insanın kendisiyle olan ilişkisine değiniyor. Filmin bu çok katmanlı yapısının ve entelektüel birikimini izleyiciye rahatsız etmeden aktarmasının diğer bir başarısı olduğunu ifade etmek gerekir.
“Kimdim? Bugünün şaşkın beni mi, dününki mi, unutulmuş; yarınınki mi, öngörülemez?”[1]
“Eve dönmek korkunç. Köpekler yüzünü yalasa da yalamasa da. Seni bekleyen şey eşin de olsa, eşini andıran yalnızlığın da olsa. Eve dönmek feci bir yalnızlık.” Okul temizlikçisi Jake’tir. Temizlik yaparken geçmişe doğru düşüncelere dalar, geçmişi yeniden yaratır. İşini bitirince arabasına biner ve evine döner. İşte şimdi eve dönmek korkunç bir hal alır onun için. Hayatı boyunca başarmak istedikleri, yapmak istedikleri kafasında dönmektedir sürekli. Yaşlanmıştır artık ama hayatı boyunca istediği şeyleri yapamamanın ağırlığını hissediyordur. Annesini, babasını, birlikte olduğu, olmak istediği kadınları düşünüyordur.
Hayatı basit görmek de bir tercihtir, ancak bu sorunlu bir hal alıyor bazıları için. Bulunduğumuz zaman içinde kararlar veriyoruz sürekli. Zamanın rüzgar gibi üzerimizden geçtiğinin farkında olmadan sürdürüyoruz yaşamımızı. Sanki bir şeyleri düzeltmek için, yarım kalmışlıkları onarmak için hep bir vakit vardır diye düşünerek zamanımızı harcıyoruz. Belli bir noktaya vardığımızda, onarılmaz olanı kaybettiğimizde, bir çıkış noktası kalmadığında öylece kalakalıyoruz. Zaman, mekan ve olay üçgeninde sürekli bir şeyleri göz ardı ettiğimizin farkında bile değiliz. Sürekli bir şeylerin kaybıyla mücadele ettiğimizi çok çabuk unutuyoruz. İnsan olmanın en büyük körlüğü olan umuda sarılarak hareket etmekten başka bir çaremiz olmadığında ne yapacağımızı bilmeden yalpalıyoruz. Hep biraz eksiğiz, bunun farkında olarak yapılmış bir film bu. İnsan olmayı anlatmış.
“Hangisinin hakiki gerçeklik olduğundan bir türlü emin olamadan, ikisi arasında gider gelir; ta ki korkunç bir finalde iki dünya birbiriyle çarpışana kadar.”[2]
Artık zihnindeki yolculuk tamamlanmıştır. Okuldan çıkar ve arabaya biner. Artık zamanın ilerisine gidecek gücü kalmamıştır. Şimdi bir kriz haline girmiştir, elleri titrer, elleriyle sürekli olarak yüzünü çekiştirmeye başlamıştır, ayrıca gözünün önüne hayatından kesitler gelmektedir. Bir anda arabanın ön camında Tulsey süt evi reklamı görülür, yavaş yavaş sakinleşir. Bu arada tamamen soyunmuştur. Hayali bir domuz görür, domuz bana katıl der, onu takip eder ve okula girer, çıplak bir şekilde. Sahne birden değişir. Jake’in yaşlı hali Nobel fizik ödülü alır. Babası, annesi ve sevdiği kadın da bu ödül töreninde bulunur. Jake yavaş yavaş silikleşmeye başlar. Sabah olmuştur. Okul temizlikçisinin binmiş olduğu araba kar altında kalmıştır. Bu adam Jake’tir, okulu temizledikten sonra arabaya bindiğinde ölmeye başlamıştır. Donarken görmüş olduğu son hayal de Nobel fizik ödülü alıp herkese kendisini kanıtlamak olmuştur.
Genç kadın karakter olan Lucy, film boyunca Louisa ve Yvonne isimli kadınlara dönüşmüştür. Jake ara ara ona bu isimlerle seslenmiştir. Bu isimler hademe olan Jake’in hayatı boyunca tanıştığı kadınlar olabileceği gibi izlediği ve beğendiği bir filmden karakterler de olabilir.
Bu filmi izlemek ben de çok yoğun duygular uyandırdı. Eminim sizlerde de uyandıracaktır. Charlie Kaufman’ın bu filmi gerçek anlamda insanın zihnini belli bir süre kurcalıyor. Ayrıca bu yazıyı yazarken dinlediğim Remembrance[3] müziğinin bana ilham olduğunu da belirtmek isterim.
[1] David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Metis Yayınları, İstanbul, 2019, Sayfa 56.
[2] Harvey, A.g.e., Sayfa 65.
[3] https://open.spotify.com/track/7xiw42KTmCcqfZNCZqUcnF?si=cdcf276d00784082