[voiserPlayer]
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla dünya yeni bir evreye girdi. Bu tarihlerde düşünürler ve siyasetçiler kendilerinden emin bir şekilde liberal anlatının galibiyetini kutluyor, tarihin sonunu ilan ediyorlardı. Sınırların kalkması, demokrasi, insan hakları bu tarihten itibaren üstün değerler olacaktı. Herkes bu düşüncelere eninde sonunda katılacaktı. Ancak öyle olmadı.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin hegemonyası hiçbir zaman tam anlamıyla kabul edilmedi. Sovyetler’in dağılmasından hemen sonra imzalanan 1993 tarihli Bangkok Deklarasyonu bu durumu açıkça göstermektedir. Bu deklarasyon, evrensel insan hakları fikrini reddetmemekle beraber, insan hakları tanımlanırken kültürel farklılığın dikkate alınması gerektiğini öne sürmüştür. Bu da 1991’den sonra galibiyeti ilan edilen evrensel liberal değerlere ve 1948’de yayınlanan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’ne bir başkaldırıdır. Ancak dünyanın giriyor olduğu yeni evredeki sorunlar sadece ortak insan haklarının kabul edilememesiyle kalmıyor.
Yaptırımlar ve Stratejik Otonomi
Liberal dünya düzeninin kutsal saydığı değerlerden biri sınırların kalkmasıdır. Sınırların kalkması devletlerin birbirlerine yatırımlarının yolunu açar, teknolojik ilerlemesine katkıda bulunur ve belki de hepsinden daha önemlisi sistemin dışına çıkan devletler, ancak sınırlarını kaldırmışsa cezalandırılabilir. Liberal dünya, en çok liberal ekonomik sistemleri cezalandırma gücüne sahiptir.
Demokratik veya otoriter olması fark etmeksizin günümüzde hemen hemen tüm devletler kapitalist sistemi benimsedi ve sınırlarını belli oranlarda kaldırdı. Bu, liberal düzenin iddia ettiği üzere pek çok devletin hızlı bir ekonomik gelişme kaydetmesini sağladı. Otoriter olmasına rağmen bundan en çok yararlanan devletlerden biri Çin oldu. Mao’nun hayatını kaybettiği 1976 yılında 154 milyar dolar gayri safi yurt içi hasılaya sahip olan Çin, 2021 yılında 17,73 trilyon dolar gayri safi yurt içi hasılaya ulaştı. Çin örneği ve benzer şekilde sınırlarını kaldıran pek çok devletin hızlı ekonomik büyümeler elde etmesi, sınırların kaldırılmasının ekonomik açıdan başarılı olduğu anlamına geliyor.
Ancak sınırların kaldırılması oldukça önemli bir zafiyeti de beraberinde getiriyor: dışa bağımlılık. Günümüzde devletler doğal kaynak ticaretinden elektronik pazarına kadar pek çok konuda birbirlerine muhtaçtır. Devletlerin bu gereksinimlerini karşılamaları, gerek otoriter gerek demokratik olsun hemen hemen tüm devletler sınırlarını kaldırdığından veya en azından oldukça geçirgen bir hale getirdiğinden dolayı oldukça kolaydı.
İşin diğer tarafına bakacak olursak sınırların kaldırılması pek çok devletin en azından bazı konularda kendisine yetebilecek gelişmişliğe ulaşmasını engelledi. Ne de olsa ihtiyaçlarını dışarıdan karşılayabiliyorlardı. Ancak çıkarlar ters düştüğü andan itibaren ticaret yapan ülkeler arasındaki sınırlar yeniden belirginleşmeye başladı.
Bunun en yakın örneğini devam eden Rusya-Ukrayna savaşında görüyoruz. Rusya, Avrupa’nın en büyük gaz sağlayıcısı. Ancak Rusya-Ukrayna savaşında Avrupa Birliği Ukrayna’nın yanında yer almasına rağmen birliğin Rusya’ya uyguladığı yaptırımlar oldukça uzun bir süre sınırlı kaldı. Ne de olsa Avrupalılar kışı soğukta geçirmek veya sanayi üretimlerinden kısmak istemiyorlardı. Kendilerine yetecek kadar elektrik üretemediklerinden ve Rusya gazının yerini tutabilecek bir alternatifleri bulunmadığından, dolayısıyla bu konuda Rusya’ya bağımlı olduklarından, uygulamak istedikleri politikalarla uyguladıkları politikalar arasında oldukça büyük farklar oluştu.
Benzer bir durum Rusya için de geçerli. Rus ekonomisinin önemli bir kısmını doğal kaynak satışları oluşturuyor. Bunun da önemli bir kısmı gaz. Uygulanan yaptırımlardan dolayı Rusya’nın ülkeye döviz sokabileceği alanlar oldukça sınırlandı. Gaz, bu konuda ender istisnalardan.
Ancak devletlerin ve bölgelerin stratejik otonomisini sağlama girişimlerinin hız kazanması sadece savaş durumu için geçerli değil. AB’yi hasım güç, NATO’yu da modası geçmiş bir örgüt olarak tanımlayan Donald Trump’ın ABD Başkanı olmasından itibaren bu girişimler hız kazandı.
AB, 2016’da Küresel Strateji belgesini kabul ederek stratejik otonomi arayışındaki iddiasını bir üst mertebeye taşıdı. Macron ve ardından AB Komisyonu eski başkanı Jean-Claude Juncker, stratejik otonomiyi AB’nin egemenliği olarak ilan ettiler. Aynı zamanda Juncker “AB Ordusu” kurulması fikrini ortaya attı. Trump yönetiminin fütursuz tutumu ve Rus gazına bağımlılığın AB’ye verdiği zararların etkisi, AB’nin stratejik otonomi yolundaki adımlarını adeta bir koşuya çevirdi.
Devletlerin ve örgütlerin stratejik otonomilerini sağlama çabaları; dışa bağımlılığın azaltılması hatta mümkünse tamamen ortadan kaldırılması fikrini öne sürdüğünden dolayı, devletler arasındaki ilişkileri tek kutuplu veya iki kutuplu dünya düzeninkinden daha kırılgan bir hale sokuyor. Tek kutuplu dünyada çatışmalar genellikle istisnadır veya terör saldırılarıyla sınırlıdır. İki kutuplu dünyada da taraflar arasındaki çatışmalar özellikle içinde bulunduğumuz nükleer dünyada büyük kayıplara yol açabileceğinden aynı şekilde sık rastlanmayan olaylardır. Bunun örneği ise Soğuk Savaş’tır.
Bununla birlikte artık Soğuk Savaş döneminde yaşamıyor oluşumuzun bize bir başka getirisi devletlerin kendilerini taraf tutmak zorunda hissetmiyor olması. Aslına bakılırsa bu yeni bir durum da değil. Soğuk Savaş sona erdikten uzun sayılamayacak bir süre sonra Almanya bunu açıkça ifade etmişti. Alman hükümeti Irak’taki savaş kararına karşı çıkmış ve ABD’ye doğrudan destek vermeyi reddetmişti. Gerçekleşen bu olay Soğuk Savaş döneminde akla hayale gelmeyecek bir olaydır.
Ancak artık ortada uluslararası sistemi tek başına tehlikeye düşürebilecek bir devlet yok. Bu da devletlere uluslararası alanda daha fazla hareket imkanı sağlıyor. Soğuk Savaş döneminde güdülen mantık olan taraflardan birine daha yakın olma zorunluluğu, artık günümüzde geçerli değil. Taraflardan herhangi birine daha yakın olmak, çoğunlukla devletlerin kendi iradelerine kalmış bir durum. ABD veya Rusya ile ticaret anlaşması imzalamak kendini tamamen uluslararası bloklardan soyutlamak anlamına gelmiyor. Devletler de bunu bildiklerinden ideolojiden ziyade çıkarları doğrultusunda adım atmaktan çekinmiyor.
Bununla birlikte devletlerin mevcut uluslararası sistemi tehdit etmelerinin tek sebebi artık Soğuk Savaş’ta olmayışımız değil. Bunda etkili olan başka etkenler de var. Bunlardan biri de otokrasi.
Çin ve Otokrasi
Son dönemde hemen herkes Çin’in yüksek ekonomik büyümesi üzerine tartışıyor. Ancak Çin’le ilgili ekonomik büyümesinden daha ciddi bir sorun oluşturabilecek noktayı unutmamak gerekiyor: otoriterleşme.
Yakın bir döneme kadar bilgi teknolojilerinin yaygınlaşmasının dünyayı daha demokratik bir yer haline getireceğine inanılıyordu. Halihazırda demokratik bir temeli olan devletler için olaylar gerçekten de böyle ilerledi. İnsanlar Twitter üzerinden tepkilerini yöneticilere duyurdular ve yöneticiler de halkın tepkisinden kaçınmak istedikleri için olaylara el attılar. Doğrudan demokrasinin iyi bir örneğidir bu.
Ancak benzer durumlar halihazırda otoriter olan devletler için söz konusu olmadı. Hatta durumu daha da kötüleştirdi. Otoriter bir devlet olan Çin’de, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) iletişim araçları üzerindeki hakimiyeti muazzam seviyelerde. İnsanlar sadece ÇKP’nin izin verdikleri şeyleri görebiliyor ve okuyabiliyorlar. Bu da, mevcut Çin yönetici elitlerinin elit olarak kalmasına yardımcı oluyor.
Son dönemde Çin’in otoriterleşme süreci yeni bir boyuta evrildi. Xi Jinping 2018 yılında başkanlık süresi kısıtlamasını kaldırdı. Bu da bir nevi kendi kendini ömür boyu başkan ilan etmesi anlamına geliyor. Mao’nun hayatını kaybetmesinden sonra Çin yeni bir döneme girdi. Deng Şiaoping ve destekçileri ekonomik büyümenin ancak kapsayıcı kurumlarla sağlanabileceğini biliyordu. Bu nedenle sınıf mücadelesi kavramını bir kenara bırakarak özel mülkiyetin kapsamını genişletip Komünist Parti’nin toplumdaki ve idaredeki rolünü azaltmak istiyorlardı. Xi ise tabir caizse yeniden bir “reddi miras” yaparak kendisinin kesintisiz güce kavuşabilmesi için 2018’de başkanlık kısıtlamasını kaldırdı ve Çin’de Mao gibi lider odaklı bir yönetime doğru geçiş yapılmasına sebep oldu.
Sorun şu ki otoriteryanizm güç kazandığı zaman devlet yönetimi rasyonaliteden uzaklaşıyor. Yönetici elit kesim, yönetici olarak kalabilmek için iç politikadaki hatalarını dış politikada çeşitli – genellikle de agresif – eylemlerde bulunarak gündemden uzak tutmaya, gözleri başka yöne çevirmeye çalışıyor. Çin örneğinde bunun etkileri Haziran 2020’de Çin-Hindistan sınır çatışmasından itibaren görülmeye başlandı. Xi yönetimi devlet aklından ve rasyonaliteden uzaklaşılması sebebiyle Hindistan’la ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Bu çatışma sonrası Hint-Pasifik stratejisine soğuk bakan Hindistan, bölgesel ve küresel politikalarında Çin karşıtı bir pozisyona geçti.
Dünyada buna benzer örnekler pek çok ülkede tezahür etmeye başladı. Otoriteryanizmin güç kazanması devletlerin ikili ittifaklarına ve uluslararası örgütlere büyük ihtimalle zarar verecektir. Bu da dünyanın halihazırda içinde bulunduğu parçalanma sürecine ivme kazandıracaktır.
Dünyanın Geleceği
Dünya yepyeni bir döneme girdi. Bazısı kalıcı bazısı geçici olmak üzere pek çok sorunla karşı karşıyayız. Önümüzde demokrasinin ve uluslararası sistemin geleceği ile ilgili kasvetli günler var. Tüm bunların önüne geçme şansına halen sahibiz. Ancak şu anda tek bir sorunla değil, pek çok sorunla aynı anda yüzleşmek zorundayız. Bu sebepten atacağımız adımları bir an önce atmamız gerekiyor.
Kaynakça
Acemoğlu, D. & Robinson, J. A. (2013). Ulusların Düşüşü. İstanbul: Doğan Kitap, 385-438.
“GDP (current US$) – China” The World Bank, https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD?locations=CN, Eylül 2022’de erişildi.
Harari, Y. N. (2021). 21. Yüzyıl için 21 Ders. İstanbul: Kolektif Kitap, s. 21-33.
Schröder, G. & Schöllgen G. (2021). Son Şans. İstanbul: Epsilon Yayınevi, 39-82.
Tacan İldem ve Fatih Ceylan, “Stratejik Otonomi, ABD, Avrupa ve Türkiye”, Yetkin Report, 3 Ocak 2022, https://yetkinreport.com/2022/01/03/stratejik-otonomi-abd-avrupa-ve-turkiye/, Ağustos 2022’de erişildi.
Yun Sun, “What to Expect From a Bolder Xi Jinping: Get Ready for a More Ambitious Chinese Foreign Policy”, Foreign Affairs, 22 Ağustos 2022, https://www.foreignaffairs.com/china/what-expect-bolder-xi-jinping, Ağustos 2022’de erişildi.
Fotoğraf: Louis Hansel