[voiserPlayer]
İngiltere’de Muhafazakar Parti’nin liderlik yarışı tüm hızıyla devam ediyor. Liz Truss’ın kampanya sırasında kullandığı helikopter masrafından, Rishi Sunak’ın “kırmızı renkli Prada” ayakkabılarına kadar bütün ayrıntılar parti üyelerini yönlendirme amacıyla tartışılıyor. Öte yandan, “devrik lider” Boris Johnson’ın Başbakan olarak Avam Kamarası’ndaki son konuşmasına Terminatör filminden yaptığı alıntı damga vurmuş durumda. Johnson’ın “ileride görüşeceğiz” anlamına gelen “Hasta La Vista, Baby” sözünü manşet olarak tercih etmesi, kendisine örnek aldığını söylediği Churchill tarzı bir geri dönüş hikayesi yazmak istediğini gösteriyor. Önseçim sürecine bakıldığında, Johnson’ın geri dönüş için Churchill kadar bile beklemesine gerek kalmayabilir.
I
Bolsover, Kuzey İngiltere’nin Derbyshire bölgesinde yer alan, ahalisi maden işçilerinden oluşan küçük bir kasabadır. Bir seçim bölgesi olarak yaratıldığı günden bu tarafa bütün seçimlerde İşçi Partisi’ne oy veren bu bölge, 49 yıl boyunca aynı ismi başkente gönderdi: Dennis Skinner. Avam kamarasında kesintisiz en uzun süre görev yapma ünvanı kazanan Skinner, cumhuriyetçi eğilimleri, sivri dili ve cesur tavrıyla İşçi Partisi’nin önde gelen simalarından biri olurken; partinin kritik dönemeçlerinde aktif roller üstlendi. Skinner’ın bu tarihsel ve sembolik gücü, 2019 seçimlerinde genç muhafazakar aday karşısında büyük bir hezimet yaşamasını engelleyemedi. Bölge halkına göre bu radikal değişikliğin üç temel nedeni vardı:
1. Halkın vermiş olduğu Brexit kararına İşçi Partisi tarafından saygı duyulmaması
2. Mevcut İşçi Partisi ile yaşayan bir topluluk olarak işçi sınıfının kültürel ve ekonomik uyumsuzluğu
3. Artan göçmen sayısından duyulan rahatsızlık karşısında İşçi Partisi’nin kayıtsız kalması.
Bolsover’da yaşanan bu süreç istisnai değildi; geleneksel olarak İşçi Partisi’ne oy veren Kuzey’in “Kızıl Duvar” bölgelerinin çoğunda benzer bir tablo oluştu. İşçi Partisi 1987’den beri en büyük seçim yenilgisini aldı, tarihi kalelerini yitirdi, önde gelen simaları parlamento dışında kaldı. Kızıl Duvar, hiç olmadığı kadar inceldi.
İşçi Partisi’nin hezimetindeki tek neden partinin elitist siyasi dili ve stratejisi değildi. Zira Boris Johnson, seçim vaatleriyle yeni dönemin ruhunu yakalamayı başarmıştı. 2016 referandumunda halkın verdiği karara olan güveni vurgulayan “Get Brexit Done” sloganıyla girdiği seçim kampanyasında, ulus-devletin tüm “sınırları ve mentalitesiyle” geri dönüş sözünü verdi. Piyasa ekonomisini değil, kamu hizmetini ön plana çıkardı; kamu harcamalarının ve kamu personeli alımlarının artırılacağını vadetti. Kaliteli ve ucuz anaokulu sistemi yaratılacağını, yaşlı bakım için kamu desteğinin artacağını, tüketici hakları konusunda kamu kurumlarının daha aktif roller üstleneceğini müjdeledi.
Alt-orta gelirliler için her yıl 300.000 konut yapımını programına aldı. Britanya için büyük sorun olan bölgesel eşitsizlikleri oldukça kapsamlı bir kamu yatırım programı olan “Levelling-up” projesi ile gidermeyi hedefledi. Görüldüğü gibi Johnson’ın seçim programı, Demir Leydi Thatcher’ın Neoliberal Devrimi’ne bir “Restorasyon” amacı taşıyordu. Ortak tehditlere karşı mücadeleden kaçmayan, ihtiyacı olanlar için refah politikalarına başvurmaktan çekinmeyen bu devlet modeli seçmenden de büyük destek gördü ve teveccühü oy desteğine çevirdi.
II
Henüz 21.yy’ın ilk çeyreğinde yaşadığımız dört büyük kriz, geçtiğimiz kırk yıldaki siyasal ve ekonomik konsensüsü sona erdirdi. Ekonomik kriz, geride güvencesizleşen emekçileri, eriyen orta sınıfları, neredeyse yurttaşlık statülerini kaybeden emeklileri ve işsizleri bırakırken, en genel isimlendirmeyle göçmen sorunu, mevcut krizi ulusallaştırdı. Başta gençlerin ve kadınların güvenlik endişeleri, gündemde yoğun yer tutan suç haberleriyle paralel şekilde artarken; kişisel özgürlüklere dair endişeler, işsizlik ve barınma sorunuyla bütünleşerek ulusların toplum olma vasfına dair birçok soruyu adeta sloganlaştırdı.
Küresel ısınma ve koronavirüs pandemisi ise bireylere “kendi kaderlerini yalnızca kendilerinin kontrol edemeyeceğini” gösterdi. Toplumu sarsan bu fırtına ile mücadele etme konusunda neoliberal devlet sınıfta kaldı. Laissez faire tarikatına mensup küreselleşmeciler, gelir adaletsizliğinin toplumsal düzeni yıkıcı boyutlara ulaşması karşısında, ilgisizlikten çaresizliğe terfi ettiler.
Bugün yeni bir siyasi ve ekonomik konsensusun doğuşunun eşiğindeyiz. Yersiz yurtsuz neoliberalizmin ve köktenci piyasacılığın karşısında milliyetçilik ve korumacı devletçiliğin birbirine eklemlendiğini görüyoruz. Sol-liberal elitlerin “aydınlanmış” görüşleri ile emekçi sınıfların çıkarları arasındaki uyumsuzluk karşısında, halkın adım adım yükselttiği talepler manzumesi, unutulmuş sayılan bir siyaseti yeniden sahnenin merkezine çıkardı: demokratik ulus devletin idari kapasitesinin arttırılması ve sosyal politikaların öncelendiği bir kamu yönetimi.
Dolayısıyla korkunç boyutlara ulaşan gelir adaletsizliğini önlemek, iyi bir maaş veya birikim ile ev sahibi olabilmek için devletin koruyucu politikaları daha fazla talep edilir oldu. Yurttaşların özgürlük ve güvenliği için ulusal sınırları koruyan; refahı için piyasaya müdahale eden bu “paternalist milliyetçi” anlayış, Avrupa’dan Amerika’ya, Hindistan’dan Ortadoğu’ya seçim zaferlerini tek tek elde etti.
Brexit, bu yeni politik ekonominin hegemonik olması yönünde halk tarafından siyasi elitlere yapılmış bir davetti. Bu nedenle, sol/liberaller ile muhafazakarlar arasındaki konvansiyonel parti rekabeti anlamını yitirdi. Sosyal adaleti sağlamak için devletin rolünü büyütmek isteyen Kızıl Muhafazakarlar ile dayanışma ve uzlaşıyı kimliğinin bir parçası olarak gören milliyetçi işçiler, bir piyasa devletinin yerine, adil ve ortak bir yaşamı teşvik eden kurumlara sahip devleti inşa etmeye çalıştılar. Muhafazakar paternalist siyasetin kurucusu sayılan Disraeli’nin “tek-ulusçu” muhafazakarları, Brexit’in önemini kavrayarak, Johnson liderliğinde 2019 seçimlerinde partiyi zafere taşıdı. Johnson da on yıllardır işçi sınıfından oy almayı başaran tek lider olarak tarihe geçti.
III
Dönemin ruhunu anlama kabiliyeti ile ideolojik yelpazenin doğru koordinatında yer alan Johnson, büyük seçim zaferine rağmen iktidarının üçüncü yılında devrildi. Patterson, Partygate ve Pinchergate skandallarıyla sarsılan popülaritesi, iki büyük savaşın -koronavirüs ve Rusya-Ukrayna- yaşama maliyetlerini artırması ile iyice azaldı. Johnson’ın güvenilmez kişiliği nedeniyle giderek büyüyen parti içi muhalefet, herhangi bir seçim dönemi olmamasına rağmen düşen halk desteğini bahane ederek Johnson’ı istifaya zorladı.
Muhafazakarların liderlik yarışı, Johnson öncesi dönemin neoliberal siyasetini yeniden tesis etmek isteyen liderlerin rekabetine dönüştü. Bütün muhafazakar adaylar, Thatcheryen dogmanın elitler nezdindeki “güvenli limanına” sığındı. Enerji ve gıda fiyatlarında yaşanan enflasyonla oldukça zor bir kış geçirecek olan Britanya halkı, devletin koruyucu eline her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyarken adaylar devleti küçültmeyi vadetti.
Eski bir liberal olan Liz Truss devletin alt-orta sınıflar için ev yapma hedefini Stalinist bulurken eşi milyar dolarlık servetinden vergi ödemekten kaçınan Sunak, Başbakan olduğu takdirde 300.000 konut yapım programını uygulamayacağını söyledi. Her ikisi de Thatcher’ın bir nesil önce bayatlamış politikaları olan, orta/alt sınıfın refahı için hiçbir anlam ifade etmeyen, ekonominin deregülasyonunu ve vergileri düşürmeyi vadetti.
Muhafazakar parti lider adayları vergi kesintilerinin popüler olduğu yanılsamasıyla hareket ederken yapılan bir araştırma bunun tam tersinin doğru olduğunu gösterdi. Muhafazakar parti seçmenlerinin yalnızca %33’ü vergi indirimlerini savunuyor. Geri kalan seçmen vergi artışı ile birlikte sağlık, eğitim, yoksul yardımı alanındaki sosyal politikalara daha fazla kaynak ayrılması gerektiğini düşünüyor.
Kızıl Duvar seçmenlerinde ise rakamlar daha da radikalleşiyor: Seçmenin yalnızca %15’i vergi indirim politikasını savunurken, gerisi statükonun korunması veya vergi artışıyla beraber kamu hizmetlerinin artırılmasını istiyor. Liderlik yarışı, Westminister’daki neoliberal/muhafazakar milletvekilleri ile partiye seçim kazandıran kuzeyli yeni seçmenler arasındaki görüş farklılığının derinleştiğini gösteriyor. Muhafazakar seçmenler, ekonomik adaletsizliğin kamu kurumları aracılığıyla azaltılmasını, Brexit’in gerektirdiği reformların ivedilikle yapılarak tartışmanın kapanmasını ve düzensiz göçmenlerle mücadelede katı bir politika izlenmesini talep ediyorlar.
Sonuç
Sonuç olarak, hiçbir muhafazakar aday gelecek için umut vermemektedir. Küresel sağ siyasetin evrildiği yörüngenin önemini anlayamayan neo-Thatcher’cılar, neoliberalizmin yıktığı ulusal dayanışmayı onarabilecek güçlü devlet talebini “popülist” bularak reddetmekteler. Böylece, Sunak ve Truss tarafından partinin iktidarda kalmak için sahip çıkması gereken Kızıl Duvar’a fiilen sırt dönülmekte, muhafazakar geleneğin paternalistik kökenleri reddedilmektedir.
Parti tabanına ‘rağmen’ yapılan siyasetin sonucunda bir araştırmaya göre parti seçmenlerinin yarısı Johnson’ın geri dönmesini isterken, bir başka araştırmaya göre de muhafazakarların %40’ı Johnson’ı, %28’i Truss’ı, %23’ü ise Sunak’ı lider olarak görmek istemektedir. Yine aynı araştırmaya göre muhafazakar partililerin %53’ü, milletvekilleri tarafından Johnson’ın istifaya zorlanmasını yanlış bulmaktadır. Kostüm muhafazakarları kaçınılmaz bir seçim felaketine doğru partiyi sürüklüyor. Johnson’ın geri dönüşü ise sadece zaman meselesidir. Yalnızca lider olarak değil, aynı zamanda yeni paternalist milliyetçiliğin taşıyıcısı olarak.
Fotoğraf: Benjamin Davies