Dostoyevski ile aynı fikirde olmayarak bir yazıya başlamak çok riskli, farkındayım. “Yoksullar suça eğilimlidir, zenginler ruhsal hastalıklara” demiş kendisi, ama ben şahsen zenginlerin de suç işlediğini ve yoksulların da ruhlarının yara aldıklarını görüyorum sıklıkla.
Belki de farklı yüzyıllarda yaşadığımız için farklı zaman dilimlerinin doğurduğu farklı gerçekliklere şahitlik etmişizdir. Ancak kendisiyle hemfikir olduğum bir sözü de var Dostoyevski’nin: “Yoksulluk ayıp değil gerçek. Sarhoşluğun erdem olmadığı ise daha büyük bir gerçek. Ama sefillik sayın bayım, sefillik yüzkarasıdır. Yoksullukta yaradılıştan gelen soylu duygularınızı koruyabilirsiniz, sefillikte ise asla. Sefil bir kimseyi, insanlar aralarından uzaklaştırmak için sopa kullanmaz, süpürgeyle süpürürler.”
Aslında Dostoyevski’ye gelene kadar “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir de ölüm” diyen Karacaoğlan’dan, “Yoksulluk bütün insanlığın utancıdır” diyen Yaşar Kemal’den, “Anasızlık babasızlık, ille de şu parasızlık” diyen Müslüm Gürses’ten alıntı yaparak da başlayabilirdim yazmaya. Ama bu yazıda da yarım akıllılığına ek, sürekli sarhoşluğuyla yoksulluktan sefilliğe doğru koşar adım giden bir adamın hikayesinin filmi olan Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşata’sından (1996) bahsedeceğim. Ancak öncesinde biraz, yerli/yabancı bu tema ile çekilmiş bende iz bırakan filmlerden birkaç örnek vermek isterim.
Tabii ki aklıma gelen tüm örnekleri buraya sığdırabilmem imkansız ama Charlie Chaplin’in The Kid’i (1921), Ken Loach’ın I, Daniel Blake’i (2016), Vittorio De Sica’nın Ladri di Biciclette’i (1948), Dardenne kardeşlerin Rosetta’sı (1999) ve Koreeda Hirokazu’nun Shoplifters’ı (2018) birden ilk aklıma gelenler oldu. Biraz da yerli örneklerden devam etmek gerekirse bugün bile hâlâ izlememe gerek kalmadan, aklıma gelişiyle bile gözlerimi dolduran Ertem Eğilmez’in Canım Kardeşim’iyle (1973) söze başlamasaydım kendimi kötü hissederdim. Bu filme ek olarak Tunç Başaran’ın Piano Piano Bacaksız’ı (1991), Yılmaz Güney’in Umut’u (1970), ve Kemal Sunal’ın şablon ve formüllü komediler döneminin üzerine oynadığı, Natuk Baytan ekolü absürd komediler döneminin de sonunda daha toplumsal gerçekçi filmlerde oynamasıyla başlayan sürecin sonlarında rol aldığı Zeki Ökten’in Düttürü Dünya’sı (1988) yokluk, yoksulluk, ve çaresizce kısıldıkları kapandan çıkmaya çalışan insanların hikayelerini anlatma konusunda gerçekten kalburüstü örnekler.
Ancak bu konsept için Tabutta Röveşata’yı seçmemin iki sebebi var. Bu sebeplerden ilki, diğer saydığım örnekler ve daha pek çok diğer filmde ana karakter ya da karakterlerin bir umudu ve tabir-i caizse yırtma çabası varken bu filmin ana karakteri Mahsun’un (Ahmet Uğurlu) hiçbir beklentisi olmadan yoksulluğu ve sefilliği yaşaması. İkinci sebebim ise bu filmin Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) filmini izleyene kadar izlediğim en iyi yerli film olması.
Enteresan ve ironik bir şekilde filmin çekilmesi ve hatta izlenecek hale gelebilmesi bile sınırlı hatta yok denecek imkanlarla, büyük mucizelerle başarılabilmiş. Derviş Zaim annesinin emekli ikramiyesiyle elinde sadece yaklaşık yüz atmış dakika ham görüntü (ki üç saat bile değil) çekebilecek kadar film makarası olduğu için oyuncuların neredeyse hatasız oynamaları gerekmektedir. Çünkü bir hata olması durumunda ikinci bir take alacak kadar film yoktur yönetmenin elinde.
Burada devreye kısa zaman önce kaybettiğimiz usta oyuncu Ahmet Uğurlu girmiş ve filmi öyle bir “one man show”a çevirmiş ki filmin kurgusunu yapan Mustafa Preşeva’nın söylediğine göre ham görüntülerde karakterden çıktığı bir an bile yokmuş. Filmin ana karakterlerinden diğer ikisi Tuncel Kurtiz (Reis) ve Ayşen Aydemir (filmde bir ismi yok) de maalesef hayatta değiller. Ama mutluluk verici kısım, bu kadar çaresizlik ve yokluk içinde çekilen film, başta Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film ve en iyi erkek oyuncu ödülleri olmak üzere katıldığı yerli/yabancı festivallerden tam on yedi ödül toplamış. Filmin çileli olduğu kadar eğlenceli çekim ve Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne katılım serüvenini dinlemek için Flu TV Youtube kanalında Mustafa Preşeva’nın konuk olduğu ilgili videoya bakabilirsiniz.
Filme, kendine biçtiği yazgının güçsüzlüğüne kapılıp günlük hayatın insanı çürüten sıradanlığına teslim olanların korkunç yaşamlarının filmi demek yerinde olur sanıyorum. Çünkü bu film yoklukla ilgili olduğu kadar vazgeçmişlikle de ilgili. Çünkü yaşayanların değil hayatta kalanların filmi. İtalyan Yeni Gerçekçilik Akım’ı filmlerini aratmayacak yalınlıkta olan filmin ana karakteri Mahsun; balıkçılık yapan Reis (Tuncel Kurtiz) ile birlikte arada balığa çıkan ve birkaç arkadaşıyla takılan; evsiz; çoğunlukla bir inşaatta, bazen bir teknede, bazen bir sabahçı kahvesinde uyuklayan ve sabahlayan bir garibandır.
Çok çok üşüdüğü zamanlarda araba çalıp klimasıyla ısınmak için sabaha kadar gezer ve sabah arabayı yine aldığı yere bırakır. Aslında araba değil, bizlerin hayatından birer gecelik rahatlıklar çalar. Araba bulamazsa İETT otobüsü çalar, ambulans çalmışlığı da vardır. Hatta çaldığı araba önemli birinin arabasıysa ve bu anlaşılırsa karakolda sabaha kadar falakaya yatırılmışlığı da çoktur.
Bir gün en yakın ve kendisi gibi evsiz arkadaşı “Sarı” soğuktan uykusunda ölür, Mahsun arkadaşının cenazesine gidemez. Polis onu arıyor bahanesine sığınır. Ama aslında özellikle gitmez cenazeye, onu toprağa verecek gücü ve cesareti yoktur çünkü. Bakkallardan çıkma ekmek dilenir, eline geçen üç beş kuruş parayla koalisyon yapılarak alınan alkollere ortak olur, ödeyemeyeceğini bile bile içtiği çayları yazdırır kahvehaneye.
Hayatı böyle akıp giderken ama aslında hiçbir yere gitmezken, Reis’in önayak olmasıyla kahvenin tuvaletiyle ilgilenmeye başlar. İş verilmiştir, yatacak yer verilmiştir Mahsun’a ve filmde umut etmeye dair bir kırıntının olduğu tek an yaşanır. Uzaktan uzaktan baktığı, kendisi gibi arada sabahçı kahvesinde takılan eroinman bir kadına aşıktır. Ama aşık olmaya kendini layık görüyor mudur belli değildir ve hayranlıkla izlemekle yetinirken kahvede sürekli zaman geçirme fırsatını ele geçirebilmesiyle aralarında diyalog başlar. Ama Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin ilk basamağından ikincisine sıçrama hayalleriyle fırsat kollarken kadının eroin parası için seks işçiliği yapıyor olmasıyla yıkılır, ama yine de ondan vazgeçemez. Fakat bu sefer de beraber bir kazaya karışırlar ve Mahsun tekrar sokağa atılır. Hem işinden ve kalacak yerinden olur, hem de ona kol kanat geren Reis de ona sırtını dönmüştür artık.
Tüm bunlar yaşanırken Mahsun bir gün, sokaklarda boş boş gezerken İran cumhurbaşkanının bizim cumhurbaşkanımıza elli adet tavus kuşu hediye ettiğini ve kuşların Rumeli Hisarı’nda muhafaza edileceği ile ilgili haber yapan bir çekim ekibine denk gelir ve kuşları görmeyi çok ister. Ancak giriş artık ücretlidir ve O’nu içeri almazlar. Bu durumu takıntı haline getiren Mahsun ne yapıp edip o tavus kuşlarını görecektir, kafasına koymuştur. Reis de ona sırtını döndüğünde ve sıfırı tükettiğinde açlıktan ne yapacağını bilemez hale gelmişken aklına tekrar tavus kuşları gelir ve planlar yapmaya başlar…
Tabii her zamanki gibi filmin climax noktasını ve sonunu izleme keyfinizi baltalamamak adına burada açık etmeyeceğim. Ancak ben bir film izlerken zihnimde daha önceden okuduğum, duyduğum, dinlediğim pek çok şey çağrışım yaparak döner durur zihnimde. O yüzden önceki yazılarımda yaptığım gibi çok fazla duyguyu bir arada tattıran bu filmi izlerken yine zihnimden sızanları durduramadım. Sanki Mahsun’un ağzından dökülmüş gibi (okuma yazma bilmediği için onun kaleminden çıkmış gibi diyemiyorum) olan İsmet Özel’in şu dizelerini paylaşmak isterim:
“Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında,
Aşklarım, inançlarım işgal altındadır.
Tabutumun üzerinde zar atıyorlar,
Cebimdeki adreslerden umut kalmamıştır.”
Mahsun bir hak talep etmiyor ve kendini toplum içinde haksızlığa uğramış gibi hissetmiyor; muhtemelen çaresizliğini öğrenmesi çok zamanını almamıştır da ama bu film insanı üzdüğü kadar hırslandırıyor. Ekmeği bıçakla keserken büyük dilimi hakları zannedenler için, yere dökülen buğday taneleri için, biraz umut karşılığında söylenip sızlandığı şeylerin canını daha az yakmasına inanmaya çok yaklaşanlar için, kız çocuklarının saçlarını taramayan babalar için, başkalarının (kendileri için) küçülmüş elbiseleriyle büyümek zorunda kalanlar için, ağaçların dallarına asılanların ağaçtan müsaade almadıkları için, askerdeyken sıraya bile girmeden ilk önce üst devreler yemek aldığı için, yemeğin etini değil de suyunu yiyebilenler için, hayatında hiç görmediği, nasıl bir şey olduğunu merak ettiği tavus kuşunun nasıl bir şey olduğunu merak eden, ama bilet parası verip de göremeyen gariban için..
Filmin müziklerinden de bahsetmeden bitirmek istemedim, çünkü Babazula ve Yansımalar’ın film için kullanılan müzikleri gerçekten hem çok güzeller hem de filme duygu ve derinlik katıyorlar. Hem filmi, hem de müzikleri çok şiddetle tavsiye etmekle beraber filmle ilgili son söyleyebileceğim şu sözlerle bitirmek istiyorum: “Ama arkadaşlar iyidir”
İyi seyirler!