[voiserPlayer]
“2024 yılı neler getirecek” sorusunu cevaplarken, mal ve hizmet fiyatlarındaki artışların hız kesmediğine ve dolayısıyla sabit gelirlilerin sorunlarının büyümeye devam edeceğine vurgu yapmıştık. Yeni yılın ilk günlerinde bu beklentinin gerçekleşmeye başladığını görüyoruz.
Bir ekonomide enflasyon, yıllık yaklaşık yüzde 65 oranında artış gösteriyorsa (ve bu oran önceki yıl da bu düzeydeyse) enflasyon düşürülemiyor demektir. Böyle bir durumda ücretli kesimin satın alma gücünde ortaya çıkacak düşüşlerin ücret artışı ile ayarlanması gerekir ki başka bir geliri olmayan bu kesimler yaşamlarını sürdürebilsinler. Kuşkusuz bu, ekonomide çarkların dönmesi ve dolayısıyla diğer kesimlerin iktisadi faaliyetlerini sürdürebilmeleri açısından da önemlidir.
Ekonominin çarkları durmaya başladığında, ekonomideki bütün olumsuzlukların bedelini ilk olarak ödemeye aday olan sabit gelirli insanlar, artan fiyatların altında ezilmeleri yetmiyormuş gibi bir de azalan talep nedeniyle işsiz kalmaya başlarlar. Ekonominin durgunlaştığı, işsizliğin arttığı ve yüksek enflasyonun bu tabloya eşlik ettiği stagflasyon koşulları ile karşılaşmak da hiç arzu edilmeyecek kadar kötü bir durum yaratır. Ancak bundan kaçınmak adına salt büyüme odaklı atılan adımlar, fiyat artışlarının güçlü bir seyir izlemesine de katkı yapacaktır.
2024 yılı için 17.002 TL olarak belirlenen asgari ücret, kamu kesimi ve emeklilerine uygulanan yüzde 49,25’lik maaş zammı oranının yanında diğer emekliler için uygulanacak zam oranının yetersiz olduğu kanaatinin oluşmuş olması, bu oranda da bir güncellemeyi gündeme getirdi. Kuşkusuz bu artışlar da 2024 yılı enflasyonunun oluşumuna katkı yapacak unsurlar olacaktır. Yani her ücret artışının ortalamada enflasyonu yukarıya taşıdığı bir gerçektir.
Yıllık ya da en azından 6 aylık dönemlerle (asgari ücretin yılda sadece bir kez güncelleneceği tartışmasını da hatırlarsak) artırılan ücretler ise yüksek seyreden enflasyon nedeniyle sabit gelirli insanların satın alma gücünün bu dönemler boyunca düşmesine, yaşam standartlarının kötüleşmesine ve toplumda çeşitli kademelerde meydana gelen kiracı-ev sahibi tartışması, alacaklı-borçlu anlaşmazlığı, ödeme aksaklıkları nedeniyle yaşanan hukuki meseleler gibi sorunlara yol açmaktadır.
Makroekonomik düzeyde ele alındığında bu tür problemlerin çok daha büyük işlem maliyetlerine yani topluma yansıyan büyük külfetlere neden olduğu kolaylıkla tahmin edilebilir.
Öte yandan, ekonomide yüksek enflasyon ve şiddetli biçimde hissedilen hayat pahalılığı, toplumun harcama dinamiklerini değiştiriyor ve son dönemdeki ağır koşullar toplumdaki borçluluk oranlarını da yükseltiyor. Yükselen enflasyon sonucunda sıkılaştırıcı para politikası çerçevesinde artırılan faizler, borçluluk maliyetlerini de hızlı bir şekilde yukarı çektiği için uzun süredir insanların gelirleriyle karşılayamadığı zorunlu giderlerini yüksek maliyetlerle finanse etmek zorunda kalmasına neden olmaktadır.
2023 yılında 116 milyon kredi kartının kullanımda olduğu Türkiye’de, önceki yıldan 2023 yılına devreden kredi kartı borç miktarlarının da iki buçuk kat arttığı ve 1,1 trilyon TL seviyesine yükseldiği görülmektedir. Bu artışa karşılık, tüketici kredilerinin yüzde 12 daraldığı, konut kredilerinin ise yüzde 26’lık bir daralma ile karşı karşıya kaldığına dikkat çekmek gerekmektedir. Taşıt kredileri ise yüzde 93’lük bir artışla farklı bir hareket sergilemektedir. Zira insanlar, birikimlerini dayanıklı bir tüketim malı olan otomobil alımlarında değerlendirmeyi tercih etmek zorunda kalmaktadır.
Hane halkı, ağırlaşan yaşam koşulları ile karşı karşıya kalırken bir yandan da kamu kesiminin hız kesmeyen harcamaları son yıllarda oluşan bütçe açığını neredeyse on kat büyüttü. Merkezi yönetim bütçesi faiz giderleri de hızlı bir yükseliş sergiliyor. 2021 yılının Aralık ayında uygulamaya konan Kur Korumalı Mevduatın bütçeye maliyeti de oldukça büyük ve oluşan tüm bu büyük külfet toplumun omuzlarına yüklendi.
Bütün bu gelişmeler ışığında artan kamu giderlerinin finansmanı adına daha da fazla artırılan vergilerin, özellikle sabit gelirlilerin karşı karşıya olduğu vergi yükünü de ağır biçimde artırdığını gözden kaçırmamak gerekir. Dolayısıyla, yeni yılın ilk günlerinde karşı karşıya kaldığımız bütünleşik etkilerin bize pek parlak günler getirmeyeceğinin aşikâr olduğunu söyleyebiliriz.
Toplumun yaşam koşullarını ve refah seviyesini belirleyen dinamiklerin etkilerinin uzun vadeli olduğu göz önünde bulundurulduğunda son yıllarda yaşanan gelir dağılımındaki bozulma eğiliminin kısa vadede, hele ki fiyat istikrarının sağlanamadığı bir durumda, olumlu yönde değiştirilebilmesinin kolay olmayacağı ifade edilebilir.
Toplumun geleceğe yönelik karar verme sürecini daha karmaşık hale getiren bir diğer husus, ekonomi yönetiminin öngörülebilir bir hareket tarzı benimsememesinden kaynaklanmaktadır. Son dönemde gündeme gelen kredi kartı taksit uygulamasının kaldırılması gibi tercihler, açıkça ortaya konmaya çalışılan toplumdaki geçim sıkıntısını çok daha yaşamsal bir alana taşıyarak, yoksulluk sınırının zaten altında olan, açlık sınırı ile de neredeyse başa baş bir seviyede bulunan asgari ücretli nüfusun yaşam damarlarının kesilmesi sonucunu doğuracaktır.
Ekonomi yönetimi, salt bir bilanço okuma faaliyeti ya da matematiksel denklemlerden ibaret bir faaliyet alanı değildir. Sosyal bir bilim olan iktisada hâkim kişilerin, kredi kartı gecikme faiz oranları arttığında düşmeyen kredi kartı borçluluk oranlarını, toplumun tamahkârlığı ya da uslanmaz karakteri ile açıklamaya ya da realiteyi bu tür bir yanılsama perdesi arkasından görmeye yönelmemesi beklenir.
Bir yönetim, özellikle de bir ülke yönetimi, topluma ekonomik perspektifin dışında, sosyal, kültürel ve siyasi pencerelerden de bakabilmeyi bilmelidir. Bu tür geniş bir perspektiften toplum okuması yapılmaması, toplumda iktisadi adımlarla da telafisi mümkün olmayan ağır ve uzun soluklu hasarlar bırakacaktır.