Türkiye’de muhalefetin sorunlarını ve sorumluluklarını dile getirmek bugün neredeyse maliyetsiz bir söylem pratiği hâline geldi. Fakat bu ucuzluk yalnızca halkın ekonomik gündeminden kopuk aydınların düşünsel konfor alanlarına kapanmasından ibaret değil.
Asıl mesele, bu söylemin içinde var olduğu sistemsel yapının eleştiriyi de soğurması. Temsilin alanı daraldıkça, muhalefet yalnızca ne yaptığıyla değil, yapamadıklarının neden olanaksızlaştığıyla anılır hâle geliyor. Artık siyaset, muhalefetin değil, muhalefet olasılıklarının baskılandığı bir alanda cereyan ediyor.
Ve bu alan giderek daha soyut, daha muğlak, daha kavramsal hâle geldikçe, “Valla CHP’nin işi zor” gibi ifadelerle karmaşık yapılar gündelik dile tercüme ediliyor. Fakat asıl soru şu: Retoriğiniz neden bu kadar basit, Nevşin Hanım?
Modern demokrasi, baştan beri bir temsil simülasyonuydu. 18. yüzyılda kurulan bu sistem, halkın iradesini değil, mülkiyet biçimlerinin görünür olmasını engelleyen bir politik mimariyi örgütledi. Siyaset, halk adına konuşma yetkisini alan sınıfların, düzenin istikrarını koruma oyunudur. Bu oyunda bahsi geçmeyen — mülkiyet rejimleri, sermaye dolaşımı, finansal hegemonya, enformasyon tekelleri — ya tamamen dışsallaştırılır ya da siyasal dilin içine parçalanmış imgeler olarak serpiştirilir.
Ekonomide ise temsiliyet ters yönde işler: Tarihsel ve sınıfsal olan, teknik terimlerle nötralize edilir; ama bu nötralizasyon halkın anlayabileceği bir yalınlıkta değil, tam tersine, karmaşık modellerin, grafiklerin, algoritmaların arkasına gizlenerek yapılır. Mülkiyet rejimleri, kâr oranları, borçlanma mekanizmaları; hepsi görünürde teknik birer “düzenleme” olarak sunulur. Fakat bu teknik dil, mülkiyetin eşitsizliğini değilmiş gibi gösterir. Böylece sınıfsal gerçeklik, karmaşıklığın diliyle görünmez hâle gelir. Ekonomi halktan saklanmaz, bilerek anlaşılmaz kılınır.
Sanayi Devrimi sonrası inşa edilen burjuva demokrasisi, aristokrasiyle yaptığı tarihsel uzlaşmayı bugüne kadar taşıdı. Avrupa, eski düzenin tortularını modern kılıflarla yaşatmayı başardı. İsmet Özel’in dediği gibi: “Hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirdiler.” Bugün hâlâ aynı şeyi yapıyoruz. Ama daha rafine, daha hesaplı, daha veri odaklı…
İktisadi büyümenin ideolojik simyacılığı da eksik olmadı. Irk, millet, aile, birey, piyasa, merkez bankası, uluslararası hukuk, medya… Bunların her biri, birer gerçeklik dokusu değil, tartışılamayan bir inanç formu olarak iş gördü. 60’ların Fransız filozofları bu yapıların içindeki çürümüşlüğü hedef aldığında, eleştiri, yerini hızla yeni bir temsil estetiğine bıraktı. Varoluşçuluk, dilbilim ve eleştirel teori, sınıfın dilini görünmez hâle getiren bir tür kavramsal müzik kutusuna dönüştü.
Ve şimdi Daktilo1984’e dönersek… Artık ne siyaset var ne medya ne de uluslararası ilişkiler. Geriye kalan şey, mülkiyetin dijital olarak yeniden tasnif edildiği, parasal dolaşımın hiçbir coğrafyayla sabitlenmediği bir ekonomik sinir sistemidir. Düşünüldüğünün aksine bu yeni sistemin en büyük hissedarı teknoloji firmaları değil, teknolojiyi de fonlayan sermaye akışlarıdır.
Eskiden sermaye, eşitsizliği halka tercüme edecek aydınlara ihtiyaç duyardı. Bugün bu ihtiyaç ortadan kalktı, ama aydınlar sistemden çekilmedi. Çünkü onların varlığı zaten piyasanın düşünsel ünitelerine eklemlenmiş durumda. Çoğu aslında yana yakıla demokrasiyi savunduğunu düşünse de sınıfsal hakikatin yokluğunda tercüme ettikleri hep piyasanın dili oluyor. Bu artık bir tercih değil, varoluşsal bir yönelim. Spinoza’nın deyişiyle: Her varlık, kendi varlığını sürdürme çabasında.
Aydınların çabası da içinde yer aldıkları güç ağlarının biçiminden ayrılamıyor. Baudrillard’ın işaret ettiği gibi: Simgeler artık gerçekliği temsil etmiyor, onun yerini alıyor. Bugün “Şimşek’in liyakati”ne duyulan inanç, ekonomik başarının değil, piyasa beklentisinin imgesel yönetimiyle ilgili; yani bir tür simülasyonun kendisi.
Bu yüzden siyasal tartışmalar da derinleşemiyor. Her şey oyuna dönüştü. Daktilo1984’ün yaklaşımı, geçmişteki göreli başarıyı doğru hamlelerin, bugünkü çöküşü ise yanlış adımların sonucu olarak okuyor. Böylece siyaset, teknik bir oyun planına indirgeniyor. Satranç metaforu hâkim: Akıllı hamlelerle merkezi tutan kazanır. Oysa tahtayı kim kurdu? Kim taşları değiştirme yetkisine sahip? Rakip taşları çalıyor, ama biz hâlâ çalınan taşları geri almak için müzakere peşindeyiz. Hatta Bilgehan Özpek, iktidar ile bu müzakere yapılmazsa CHP kapatılacak deyip bu faturayı yine muhalefetin posta kutusuna rahatça bırakıyor. Ama bu satranç değil. Satrancın bir adabı olur. Bu olsa olsa Squid Game.
Baudrillard’ın Simülakrlar ve Simülasyon’daki tespitini hatırlayalım:
“Watergate bir skandal değildir. Skandal, sistemin çalışmadığını ima eder. Oysa burada sistem, kendini yeniden üretmiştir. Watergate, tüm toplumsal ve ekonomik düzenin aslında skandal gibi örgütlendiğini gizlemek için sembolik alana taşınmış bir skandaldır.”
Bugün 128 milyar dolar sorusu da aynı işlevi görüyor. Suç, ifşa edildikçe meşrulaşıyor. Çünkü bu para, sadece kaybolmadı; dolaşıma girdi. Suç ortaklığı, sanat galerilerine ve bankalara sahip muteber zenginlerle, offshore hesaplar yönetenlerle, siyasetçilerle, bahis ve kumar baronlarıyla iç içe geçti. CHP bu yapının dışına konumlanamaz, çünkü temsil ettiği sınıfsal konum bunu zaten olanaksızlaştırır. O yüzden “elektrik faturamı ödemiyorum” ve “128 milyar dolar nerede?” gibi doğru cümlelerin devamı gelemez.
Her şeye rağmen — yani tüm ideolojik, ekonomik ve zor aygıtları iktidarın elinde olduğu hâlde — CHP, yerel yönetimlerdeki göreli başarısıyla kendine bir varlık alanı açtı. Oyun alanını bir ölçüde genişletti. Ama sonra hep birlikte gördük: Satranç tahtası nasıl devrildi, kurallar nasıl tek taraflı değiştirildi.
Şimdi Özgür Özel’e yönelen sorular malum: Elinde kalan taşlarla ne yapacaksın? Oyunu nasıl kazanacaksın? Ya da taşların bir kısmı yere düştüyse, onları tekrar oynayabilmek için masayı dağıtandan nasıl izin alacaksın?
Ama bu bence baştan sona bir safsataya dayanıyor. Çünkü mesele yalnızca taşların stratejik dizilimi değil. Yukarıda özetlediğimiz tüm ekonomi-politik süreci, tüm yapısal belirlenim alanını bir kenara bıraksak bile, insan davranışının güçlü bir etik-politik akışı da olduğunu hatırlamak gerekir.
Şimdi Daktilo1984’e sormak istiyorum: Gerçekten bu rejimi sadece “Rus tipi otoriterlik” diye etiketleyip geçecek miyiz? Bu otoriter yapının arkasında hem ulusal hem uluslararası sermaye rızası olduğunu görmeyecek miyiz? Ya da en önemlisi: CHP sınıfsal bir siyaset üretecek kurumsal derinliğe sahip olmasa bile, siz aydınlar olarak dünya kapitalizminin daralma dönemlerinde üretmek zorunda kaldığı otoriter yapıları, rantın yeniden dağıtımı için gerekli siyasal makineler olarak kavramayı ne zamana kadar erteleyeceksiniz?
Parasal genişleme döneminde kimse kurumlardan, liyakatten ya da denetimden söz etmiyordu. Tam tersine, yıpratılan kurumlar piyasayı büyüten “cesur” müdahaleler olarak alkışlanıyordu. İslami muhafazakârlığın ekonomiyle kurduğu bu geçici uyum, ideolojik bir başarı olarak pazarlandı. Ne zaman ki küresel kapitalizm daralma ve tahsilat evresine geçti, işte o zaman piyasa yeniden kurumları ve liyakati hatırladı. Çünkü artık güven vakti değil, geri ödeme vaktiydi. Ve bu geri ödemeyi ücretle çalışan halk kesimleri yapacak — üstelik hiçbir zaman kendilerine ait olmayan borçlar üzerinden.
Bu mesele, ne CHP’nin kurumsal kapasitesiyle ne de Daktilo 1984 gibi düşünce platformlarının önerdiği strateji kümeleriyle çözülebilir. Çünkü artık mesele, teknik bir siyasal pozisyon değil; bir haysiyet sorunu, daha da önemlisi, temsilin sınırlarını aşan bir etik-politik sorumluluk alanıdır.
Akademisyenlerin ve aydınların bugün dönüp dönüp yeniden okudukları şeyler hâlâ aydınlanmacı- liberal normlar, prosedürel demokrasi modelleri, temsili siyaset şemaları. Oysa düşünmeleri gereken, giderek daha fazla güvencesizleştirilen, değersizleştirilen ve siyasetten dışlanan genç kuşaklara nasıl daha adil, eşitlikçi ve yaşanabilir bir ekonomik düzen inşa edileceğidir.
Ve ironik olan şu ki Daktilo 1984 çevresi dâhil olmak üzere birçok aydın bu yeni iktisadi ve siyasal teorilere — zenginliği yeniden bölüşmeye, kolektif kamusallıkları güçlendirmeye — hâkim. Ama ısrarla konuşmayı tercih ettikleri konular, seçmen davranışları, iktidarın eylemlerinin siyasal maliyeti, piyasa aktörlerinin rasyonel davranışları gibi sonsuzca döndürülebilir ama hiçbir gerçek eşitsizliği hedef almayan başlıklar. Bu durum tıpkı kimlik siyasetlerinde olduğu gibi: Konuşulabilir olanın sonsuzluğu, tercüme edilemeyen hakikatin üzerini örtüyor.
Peki o zaman sormalı: Bu anlatılar bizi hakikate ne kadar yaklaştırıyor? Ve daha önemlisi, bu uzaklığın kendisi hangi sınıfsal tercihi yeniden üretiyor?
Fotoğraf: Debora Bacheschi