Bu platformda daha çok güncel, gündemde ve çoğu zaman da halen vizyonda olan filmler üzerine değerlendirme yazıları okumaya alışık olsanız da bugün yerli sinemamızın kilometre taşlarından birisi olan ve pek çok açıdan dikkat çekici olmasına rağmen bugün şans eseri izleyebiliyor olduğumuz Metin Erksan’ın 1963 yapımı “Susuz Yaz”ından bahsetmek istiyorum.
Susuz Yaz’ın Hikayesi
Film, sinema tarihimizin ilk üçlemesi olarak kabul edilen (köy ya da mülkiyet üçlemesi olarak bilinir) zincirin ikinci halkası. Üçlemenin diğer iki filmi “Yılanların Öcü” (1962) ve “Kuyu” (1968) uluslararası ölçekte Susuz Yaz kadar ses getirememiş olsa da o dönem ülke sinemasında işlenen konular ve rağbet gören ana akım filmler göz önüne alındığında, toplumcu gerçekçi duruşları ve merceklerini Anadolu’ya çevirmiş olmaları sebebiyle cesur ve çağının ötesinde olarak nitelendirilebilir.
Susuz Yaz’ın senaryosu Necati Cumalı’nın 1960’ta yazdığı aynı adlı öyküden ilham alınarak yazılmış. Senaryonun ortaya koyduğu önermeler ve çatışmanın kuvveti kadar teknik ve hukuki açıdan da gayet yeterli, kuvvetli ve ayaklarının yere sağlam basıyor olmasının sebebi, Necati Cumalı’nın aynı zamanda bir avukat olması. Bu durum filmi çok daha inandırıcı kılmakla beraber yönetmenin de anlatısını kurabilmesi adına aradığı hukuki ve teknik zemini kendisine sağlamış.
Yazının başında “pek çok açıdan dikkat çekici” notunu düşmemin sebeplerinden ilki, filmin yurtdışında ödül alan ilk Türk Filmi olması. Bugün Avrupa’nın en köklü ve prestijli üç film festivalinden birisi olan Berlin Uluslararası Film Festivali’nde (Berlinale) en iyi film seçilen (1964) Susuz Yaz’ın, festivale katılım öyküsü ve sonraki serüveni de oldukça enteresan.
Filmin üç baş rol oyuncusundan birisi olan Ulvi Doğan aynı zamanda filmin yapımcısı. Film, sansür kuruluna takılıp (filmdeki başakların cılız görünmesi ülkenin durumunun kötü olduğu intibaını uyandırır bahanesiyle) gösterime giremeyince, Ulvi Doğan kaçak yollarla filmi Almanya’ya götürmeyi ve festivale başvurmayı başarır.
Hikayenin buraya kadarki kısmı o dönem Türkiye’si düşünüldüğünde çok şaşırtıcı değil. (Yaklaşık yirmi yıl sonra Yılmaz Güney’in yazıp Şerif Gören’in yönettiği “Yol” filmi de ülkeden kaçak yollarla çıkartılıp Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alacaktı). Asıl enteresan kısım, Susuz Yaz’ın Berlinale’de Altın Ayı kazanmasından sonra başlıyor.
Yapımcı, film ilgi görmeye başlayınca yurtdışında nasıl daha fazla para kazanırım telaşına düşüp “sex sells” fikrinden hareketle önce afişteki yönetmenin ismini değiştirip sahnelerin arasına erotik sahneler ekliyor. Sonrasında ise “Kardeşimin Karısı” ismiyle ülke ülke gezerek Avrupa’nın pek çok ülkesinde ve Amerika’da filmi vizyona sokuyor. Film çok uzun süre Türkiye’de izlenemiyor ve 45 yıl boyunca adeta unutuluyor.
Unutulan Film Nasıl Hatırlandı?
Gelelim filmin tekrar ortaya çıkış hikayesine… 2007 yılında başını Martin Scorsese’nin çektiği bir grup yönetmenin girişimiyle “World Cinema Foundation” isimli bir vakıf kuruluyor. Bu oluşumun amacı; görmezden gelinen, unutulmuş, kaybolmuş dünya sineması filmlerini yeniden bulmak, kurtarmak ve izleyici ile buluşturmak.
Scorsese, danışman kurulu üyelerinden birisi olan Fatih Akın’dan kendi ülkesinde böyle bir film varsa bildirmesini istediğinde, kendisi 2004’te “Duvara Karşı” filmiyle Almanya adına Altın Ayı kazanmış olsa da, tabii ki kendisinden kırk yıl önce aynı ödülü kazanan “Susuz Yaz”ı unutmuyor ve uzun uğraşlar sonunda filmin negatiflerini bularak restore ettirip tekrar izlenebilir hale gelmesine ön ayak oluyor.
2008 yılında hem Cannes Film Festivali’nde hem de Londra Film Festivali’nde çekilmesinin ellinci yılı olması sebebiyle tekrar izleyici ile buluşturulan Susuz Yaz, bugün YouTube’ta bile izlenebilir durumda. Ve ayrıca Hülya Koçyiğit’in oynadığı (çekimleri esnasında on beş yaşında kendisi) ilk film olma özelliği taşıdığı için kendisini ülke sinemasına kazandırmış olmak gibi bir misyonu da yerine getirmiş diyebiliriz.
Susuz Yaz: Karakterler ve Temalar
Biraz da filmin kendisinden bahsedelim. Berlin’deki jürinin “Modern Bir Habil ile Kabil Hikayesi” benzetmesi biraz yetersiz ve eksik kalmış diyebilirim. Toprak, su ve kadın metaforları üzerinden kurulan bir anlatıyla mülkiyet hakkı, sahiplik, zalim, zulüm, kapitalizme karşı sosyalizm, geleneksel evlilik hayatı, ataerkil aile yapısı gibi konularda sorularını, sorunlarını ve önermelerini natüralizm sosuyla pastoral bir şekilde üzerimize boca eden film, biraz Yeşilçamvari “iyiler sonunda kazanır” tarzı bir final yapsa da sonuçtan ziyade süreçten keyif almak isteyenler için biçilmiş kaftan.
Metin Erksan, filmin başında gözümüzde kurak bir atmosfer imajı oluşturduktan sonra hemen konuya girip çatışmaları ve karakterleri ortaya döküyor. Film Necati Cumalı’nın öyküsünde olduğu gibi İzmir-Urla’da geçiyor. Hikayenin üçlü sac ayağı olarak Abi Osman (Erol Taş), kardeşi Hasan (Ulvi Doğan) ve Hasan’ın önce “yavuklusu” sonra eşi olacak Bahar’ı (Hülya Koçyiğit) görmek mümkün.
Osman’ın eşi yıllar önce ölmüş ve kardeşi Hasan ile birlikte yaşamaktadır. Hasan, Bahar ile flört halindedir ve evlenmeyi düşünmektedir. Abisi Osman bu evliliği destekler ama bu evliliğe olumlu bakma konusunda aralarında motivasyon farkları vardır. Hasan çok aşık olduğu Bahar ile mutlu bir evlilik hayatı planlarken abisi Osman için Bahar, tarlada çalışacak, ev işlerini tamamen üstlenecek bir ücretsiz emek gücünden ibarettir. Ayrıca belirtmem gerekir ki sembolizmin doruk noktalarında dolaşan Erksan, Erol Taş’ı film boyunca (istisna sahneler hariç) temsil ettiği kapitalizm gibi herkese tepeden baktığı için görsel olarak da hep bir yükseltinin üzerinde resmeder.
Karakterler gösterildikten sonra kurak bir atmosferin içerisinde, suyun önemi de vurgulanarak, konu edilen açmazlar yavaş yavaş göz önüne konur: “Su çıktığı yere mi aittir, aktığı yere mi? Suyun kullanımı kimin tasarrufundadır? Kimin toprağı en çoksa o mu suyu en çok kullanmalıdır? Ya kadın ne zaman evlenmelidir? Ailesi izin verdiğinde mi, erkek istediğinde mi? Kadının kendi söz hakkı var mıdır?”
Film ilerledikçe suyun kullanımı için diğer köylüler ve Osman arasında hukuki süreç ilerlerken bir taraftan da Osman’ın artık Bahar’a farklı bir gözle baktığını fark ederiz. Artık filmin ana aksı suyun mülkiyetinden çıkıp bir abinin, kardeşinin karısını elde etme planlarına doğru kaymaya başlamıştır.
Böylelikle (spoiler vermenin sınırlarını zorluyor olsam da abinin kardeşini bir şekilde hapse attırmış olduğunu belirtmem gerekiyor) karşımıza yeni sorular çıkıyor: “Ataerkil aile yapısı ne ölçüde kabul edilebilir ve katlanılabilirdir? Hep ailenin en büyüğünün dediği mi yapılmalıdır? Bir kadın kocası hapse girdiğinde nerede yaşamalıdır? Ve benim eklediğim bir soru olarak, anne evi veya eşinin abisinin evi haricinde kadının neden başka bir seçeneği yoktur?”
Filmin düğüm noktası, biraz “deus ex machina” tarzı bir işleyişle o ana kadar görünmeyen bir karakterin ana karakterlerden birisine, “Bak, işin aslı aslında böyle” şeklinde telkinde bulunması ile çözülüyor. Ama final sekansıyla birlikte Metin Erksan, saf bir “iyi oldu ya böyle bitmesi” hissiyatı vermekten çok “iyiler kazandı ama böyle de olmamalıydı sanki” ikilemiyle baş başa bırakıyor bizi.
Bitirmeden filmin yıldızı Erol Taş hakkında da bir şeyler söylemem gerekiyor. Hep yan rollerde “kötü adam” olarak gördüğümüz oyuncunun kariyerinin zirvesini, bu filmle çok erken gördüğünü söylemeliyim. Ve son uyarı olarak da eğer hayvanlar konusunda hassasiyetiniz varsa bu filmi izlerken sinirlerinize hakim olamayabilirsiniz.
Herkese sinema dolu mutlu günler!