Merkezi Brüksel’de olan bir düşünce kuruluşunun başkanı, geçen yaz İngiltere’de o dönem dışişleri bakanı olan şimdiki başbakan Lizz Truss’a Avrupa Siyasi Topluluğu (AST) hakkında fikrini sorduğunda, “önce mevcut kurumları gereği gibi çalıştırsak daha iyi olur” yanıtını almış.
AB’den yeni çıkmış İngiltere’nin şüpheyle yaklaşması doğaldı da; Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, AST’ı ortaya attığında hemen herkes benzer bir tereddüt sergiledi.
Zaten başlangıçta ne olduğuna dair belirgin bilgi de yoktu. Öyle aceleye getirilmişti ki Fransız Dışişleri Bakanlığı bile Macron’un önerisini sonradan öğrenmişti.
Şaşırmamak lazım.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından sonra önce Kiev ardından da Moldova ve Gürcistan AB’ye üyelik başvurusunda bulununca, AB’nin dönem başkanlığını yürüten Macron’un acele bir karşılık vermesi gerekmişti.
Daha kısa bir süre öncesine kadar Balkanlara bile kapıyı aralık bırakmaktan imtina eden AB’nin, bu üç ülkeye olumsuz mesaj verip Rusya’nın ellerini ovuşturmasına göz yumması olanaksızdı.
Ama kapıları sonuna kadar açmak da bir o kadar zordu.
İşte Macron ara çözüm olarak “yeni bir işbirliği platformu” diye sunduğu AST’ı gündeme getirdi. Fakat AST’la ilgili pek çok muğlaklık olunca istediği desteği ilk anda göremedi. Bunun AB üyeliğine alternatif olacağını düşünen Baltık ülkeleri ile Polonya’nın tepkisi üzerine hemen, “merak etmeyin, alternatif olmayacak” dendi.
Prag Zirvesinin Diplomatik Kulislerinden Sızanlar
AB’ye alternatif olmayacak ama peki o zaman ne olacak? Prag zirvesine gelene kadar bazı fikirlerin havada uçuştuğu anlaşılıyor. Eğer kurumsallaşmayacaksa, siyasi topluluk demek yerine Avrupa Siyasi Forumu diyelim denmiş, ama rağbet görmemiş. “Sadece bir sohbet odası mı olacak” diye kimileri kaşını kaldırmış. Düşünsenize 44 ülke 5 dakika konuşsa, dinle dinle bitmez.
AST’ın içinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi benzeri, ülkelerin rotasyon usulü yer değiştireceği mini bir Avrupa Güvenlik Konseyi fikrine özellikle küçük ülkeler karşı çıkmış.
Zirve sonrası bir deklarasyon yayınlama fikri de rağbet görmeyince; AST’ın şimdilik herhangi bir sekreteryası olmadan; G20’nin yaptığı türden, altı aylık zirve toplantılarıyla yoluna devam etmesinin en kabul gören formül olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor.
Ancak pek çok AB uzmanı, herhangi bir kurumsallaşma olmadan AST’ın manalı bir geleceği olabileceğine dair kuşku taşıyor. Tabii kurumsallaşma olsa da geçmişteki örnekler de bize “pan Avrupa kulüplerinin” işlevsiz kaldığını gösteriyor. Sırf Türkiye’yi dışarda tutmak için uydurulmuş Akdeniz İçin Birlik bu duruma en çarpıcı örnek. AB çalışan uzmanların bile unuttuğu bir kurum.
Sonuçta, şimdilik görüş alışverişinde bulunulacak siyasi bir platform olarak ortaya çıkan AST, ilk zirvesini Prag’da gerçekleştirdi. Organizasyonu da fikir sahibi Fransa, AB Dönem Başkanı Çekya ve AB Konseyi Başkanı Charles Michel üstlendi.
Şüphesi son ana kadar devam eden Birleşik Krallık katılmaya son anda karar verdi. İhtimal, Liz Truss bu toplantının Rusya’ya vereceği mesaj açısından Prag’da olmayı önemsedi.
Türkiye Prag’a Gitmek İçin Can Atmadı
Türkiye ise tam da bu ihtimal nedeniyle Prag’a gitmek için can atmadı. Zaten ilk aşamada davet alıp almayacağı bile tartışmalıydı. Kulislerden sızan bilgilere göre son bir kaç yıldır tüm diplomatik çabasını Rusya ile Türkiye’yi aynı kefede, ve dolayısıyla aynı tehdit kategorisinde göstermeye çalışan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi, davetiyenin gitmemesi için bayağı çaba harcamış. Gerçekten Türkiye davet edilmeseydi, bunu kendi kamuoylarına Türkiye’yi Avrupa’dan dışladık diye büyük bir diplomatik başarı olarak satarlardı.
Ve fakat, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’u ikna edememişler. Yine de Türkiye’ye davetiye oldukça geç geldi. Türkiye de davete neredeyse zirveye 3-4 gün kala yanıt verdi. Bu tereddüt hali, Ak Parti hükümetinin bir değerler topluluğu olarak “Avrupa ailesine” bakışını ve jeostratejik öncelik sıralamasının nerede yattığını göstermesi açısından son derece dikkat çekici.
Türk yetkililere sorduğunuzda, tereddütün bir kaynağı olarak AST’ın uzun vadede AB’ye alternatif oluşturma riskine işaret ettiler. Ancak bunun sadece bürokratlar tarafından dikkate alındığı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için bu riskin hiç önemli olmadığı aşikar. Zaten, ilk günlerdeki muğlaklık giderilip AST’ın alternatif olmayacağı net olarak ortaya konunca, bu argüman kendiliğinden elenmiş oldu.
Asıl dert Rusya idi. Prag zirvesinin Rusya karşıtı bir cepheleşme yaratıp, sadece Kremlin’i hedef alan, Moskova’nın yerden yere vurulacağı bir platforma dönüşmesi olasılığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve danışmanlarını huzursuz etti.
Erdoğan’ın Arabuluculuk Takıntısı
Erdoğan Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşı durdurmayı kafasına takmış durumda. Bu obsesif halin, savaşın durmasının Türkiye’nin çıkarlarına olacağı inancından ziyade (zira savaşın devamından da Türkiye az nemalanmıyor) savaşı durduran lider olarak iç kamuoyunda kazanacağı destek beklentisinden kaynaklandığını söylemek mümkün. Anlaşılan o ki Erdoğan, Putin nezdindeki güvenilirliğinin, Ukrayna’ya tam destek verip Ruslara tam anlamıyla karşı çıkan ülkeler grubuyla aynı karede bulunmaktan imtina ederek pekişeceği hesabını yaptı.
Fakat Erdoğan’ın ilk aşamada gösterdiği bu refleks, Türkiye’nin diğer alanlarda attığı adımlarla çelişiyor. Sonuçta Putin bilmiyor mu Türkiye’nin savaşın başlamasından sonra da Ukrayna’ya satmaya devam ettiği insansız hava araçlarının Rus askerlerini öldürdüğünü, Boğazlar’dan Rus gemilerinin geçişlerini engellediğini ya da Suriye’li savaşçı gitmesin diye Rusya – Suriye arasındaki hava sahasını Rus uçaklarına kapattığını ve en son Rusya’nın Ukrayna’ya ait dört bölgeyi ilhak etmesini kınayan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun kararına olumlu oy atmakla yetinmeyip bu kararın ortak sunucularından olduğunu?
Putin Türkiye’nin Moskova Aleyhine Attığı Adımların Farkında
Putin bilmiyor mu, savaşla birlikte yavaş yavaş Rusya’dan uzaklaşmaya çalışan Kazakistan ve diğer Orta Asya ülkeleriyle Türkiye’nin ilişkilerinin, Moskova’nın aleyhine sonuçlar doğuracak şekilde hız kazandığını?
Sonuç olarak Erdoğan Prag zirvesine katılma kararı aldı. Ama bu kararı almasına götüren nedenler de; Batı, Avrupa ya da demokratik ülkeler grubunda diyelim, kendisini gördüğü yer açısından ibret verici.
Sızan bilgeler özellikle Azerbaycan lideri İlham Aliyev’in Erdoğan’dan Prag’a gelmesini istediği yönünde. Zira zirvenin Azerbaycan – Ermenistan ve Fransa liderlerinin buluşmasına fırsat yaratıp, Erdoğan’ın da Ermenistan lideri ile ikili bir görüşme için zemin oluşturması beklentisi vardı. Nitekim Erdoğan için Prag’a gitmenin temel motivasyonu, Kafkaslarda bir uzlaşma sürecinde rolü Macron’a kaptırmamak oldu.
Avrupa Fotoğrafında Olmamanın Götürüsü Hesaba Katılmıyor
44 ülkenin katıldığı, içinde “Avrupa” geçen bir platformda Türkiye’nin olmamasının götürüsünün hiç hesaba katılmadığını söylemek mümkün.
Erdoğan’ın tam da Prag zirvesinden bir kaç gün önce, Türkiye’nin bırakın gözlemci üye olmayı, onun da altında olan diyalog ortağı sıfatıyla Şangay İşbirliği Örgütü’nün Semerkant zirvesine koş koşa gittiğini de hatırlatmak gerekiyor.
Evet, Erdoğan son anda Prag’a gitme kararı aldı. Ancak oradaki varlığı, Türkiye’nin demokratik ülkeler grubunda olmak gibi bir konumlandırmaya dair net bir duruş olarak değil, pragmatik ve değerlere değil çıkarlara dayalı taktik bir tercih olarak görüldü.
Bir ülkenin kendisini nasıl konumlandırdığı başkalarının sizi nasıl konumlandırdığını da etkiler. Erdoğan istediği kadar Türkiye’nin hedefi Avrupa Birliği desin – ki zirvede öyle dediği anlaşılıyor- Semerkant zirvesinden sonra ŞİÖ’ye üyelik için heves gösterir gibi durmasını da eklersek, kendi eliyle yaptıkları Türkiye’nin Batı karşıtı kampta konumlandığı algısını güçlendiriyor.
Son dönemlerde AB belgelerinde bile Türkiye’nin ortak mı yoksa rakip mi hatta ötesinde hasım mı olarak görüldüğüne dair kafa karıştırıcı ifadelerden bunu görmek mümkün.
Avrupalı liderlerin “Balkanları; Çin, Rusya ya da Türkiye’ye bırakamayız” gibi açıklamalarını ya da Afrika’da rakipleri sıralarken Çin ve Rusya’nın yanına Türkiye’yi de koyduklarını hatırda tutmak gerekir.
Türkiye gibi bir ülkenin elbette ki doğusundaki ülkelerle ilişkilerini geliştirmesi doğaldır; ancak Erdoğan’ın ıskaladığı, başta Putin olmak üzere bu ülkelere ve liderlerine karşı elini kuvvetlendiren, demokratik ülkeler grubuna mesafeli durmak değil, tersine o grupta sözü dinlenen saygın bir üye olarak bulunmasıdır.
Fotoğraf: Frederic Köberl