Popülizm her ne kadar 19. yüzyılın ikinci yarısında ilerici hareketlerde sıklıkla karşımıza çıkan ideolojik bir örüntü olsa da son çeyrek asırda daha çok sağ ideolojik skalada kendine yer edinmiştir. Popülizm, sağ popülizm şeklinde sonuç doğurmakta; pek çok muhafazakar-milliyetçi aktör, siyaset zeminini popülizme kaydırarak devlet iktidarına talip olmaktadır. Sağ popülist siyasetin içeriği soruşturulduğunda ise üç öğe ön plana çıkmaktadır: Bunlar sırasıyla liberalizm karşıtı demokrasi anlayışı, lider-halk özdeşliği ve pragmatik düşünme tarzıdır.
Liberalizm karşıtı demokrasi anlayışı millet ile gerçek millet arasında ayrım yapmayı ve çoğulculuğu çoğunlukçu bir içerikle terbiye etmeyi gerektirir. Bu süreç, yasama ve yargı kuvvetlerini işlevsiz kılmakta (veya) araçsal bir niteliğe sokmaktadır. Popülizm yasa yapma ve yasalar için müzakere süreçlerini işletmeye dair geleneksel liberal devlet formunu önemsizleştirir. Kanun yerine kararnamelerle ülkenin yönetilmesi, parlamentonun görev alanının daraltılması ve yasa yapım süreçlerinde daha az gerekçe kullanılması, popülist siyasetin güçlenmesine paralel bir şekilde gözlemlenebilen olumsuz sonuçlardan birkaçıdır. Yasaların rasyonalize edilememesi devlet aygıtının demokratik meşruluğunu geriletmektedir.
Popülist tahayyülün yargı erkine etkisi ise daha çok düşman ceza hukuku şeklinde tezahür eder. Çoğu örnek bakımından popülizmin faşizme yaklaşması anlamına da gelen düşman ceza hukuku, yargının bağımsız ve tarafsız işleyişine gölge düşürür. Popülist iktidarlar yargıda kadrolaşır. Siyasetin uzantısı gibi faaliyet gösteren yargı mensupları muhalif kesimi ceza davaları yoluyla sindirir. Kararların siyasi aktörlerce ve siyasi hesaplarla alındığı popülist yargı düzeninde hukuk siyasetin aracıdır. Bahsi geçen araç aynı zamanda devletin baskı aygıtı yoluyla muhalefet üzerine yoğunlaşması gibi bir sonucu da beraberinde getirir.
Yasamanın önemsizleştiği, yargının ise araçsallaştığı popülist devlet düzeninde siyasal toplumun ağırlık merkezi yürütmedir. Popülist devletin yürütme etkinliği incelendiğinde karşımıza bir dizi unsur çıkar: Öncelikle egemen irade karizmatik liderin şahsında somutlaşır. Popülist siyaset, tarihi şekillendirme ve siyaset yapma yetkisini tek bir kişiye devreden bakış açısının demokratik pratik içindeki uzantısıdır. ABD, Latin Amerika ve Rusya deneyimleri popülist karizmatik liderin başkanlık sistemi koşullarında icraat alanını genişlettiğini göstermektedir.
Devlet aygıtının yürütmeye, yürütmenin ise lidere indirgendiği bu yeni politik düzen kurumsallığı azaltmaktadır. Liderin tek yönlü, çoğu kez bir önceki kararla çelişkili, konjonktüre ve halk çoğunluğu tepkisine duyarlı kararları, devlet işlerini rasyonel zeminden duygusal bir düzleme taşımaktadır. Bu süreç devlet ciddiyeti, iş ve işlemlerde öngörülebilirlik, prosedürel dikkat, kurum hafızası ve bürokratik olgunluğa zarar vermektedir.
Popülist siyasetin, Weber’in ideal tiplerini kullanırsak, bürokratik-yasal meşruluğa karşı karizmatik liderlikten kaynaklanan alternatif bir meşruluk anlayışını ön plana çıkardığı, bu durumun da modern devleti pre-modern bir forma doğru gerilettiği görülmektedir. Bu arada karizmatik liderin post-truth (hakikat-sonrası) koşullarında siyaset yaptığı, siyasetin ise ideolojilerin yokluğunda komplo teorileri ve yalan siyasetine indirgendiği söylenebilir. Popülist siyasetçiler felsefe, bilim, hukuk ve hakikate karşı hisler ve histerilerinin gerçeğin yerini aldığı bir bilinç düzeyinde siyaset yapmaktadır. Bu durumun rasyonel iletişim, çoğulcu kamusal alan ve kurumsal kültürü yok saydığı ve (veya) imkansız hale getirdiği sıklıkla şikayet konusu olmuştur.
Popülist devletin liberalizm, neo-liberalizm ve kapitalizmle ilişkisi bir başka tartışma konusu husustur. Popülist siyasetçiler liberal demokrasinin bir elit demokrasisi olarak işlediği ve liberal denklemde halkın gerçek çıkar ve beklentilerinin baskılandığı konusunda ısrarcıdırlar. Bu bağlamda popülizm; liberalizm-demokrasi geriliminde demokrasi, insan hakları-halk egemenliği karşıtlığında ise halk egemenliğinden yana tavır koyan bir akımdır. Ancak popülizm, en azından sağ popülizm, halk egemenliğini halkın siyasal sisteme daha fazla katılımından çok liderin halk adına kurum ve elitleri baskılaması, onun siyaset yapma imkanı ve arzusu önündeki engellerin kaldırılması olarak görmektedir.
Popülizmin neo-liberalizm ve kapitalizmle olan ilişkisi ise faşizm-kapitalizm birlikteliğine benzemektedir. Kapitalizmdeki sistematik kriz nasıl zamanında faşizm için bereketli koşullar yaratmışsa benzeri bir durum popülizm için de geçerlidir. Özellikle merkez kapitalist ülkelerde toplumun orta ve orta alt sınıflarının popülist siyasetçilere eğilim göstermesi sosyal devlete, tam istihdama, kapalı ekonomiye ve iş güvencesine olan talebin bir sonucudur. Mülteci karşıtlığı da bu bağlamda, yani ekonomik saiklerle değerlendirilebilir. Göçmenler, vatandaşların ellerinden işlerini alan yabancılar olarak görülmektedir. Söylem düzeyinde ise popülist siyasetçilerin küresel kapitalizme ve küresel kapitalist kurumsallaşmaya itirazları olduğu açıktır. Bu bağlamda finans ağırlıklı ekonomi politik, yeşil ekonomi ve gümrük/para piyasalarında serbestlik pek çok popülist siyasetçinin hedefindedir.
Bob Jessop’un ayrımını kullanırsak popülist siyaset Schumpeterci mantığa karşı Keynesyen/Fordist döneme öykünmektedir. Ancak sol popülistlerin iktidara geldiği Latin Amerika örneğini parantez içine almak kaydıyla popülizmin devleti dönüştürdüğü bir konjonktürde popülist siyasetin küreselleşmeye karşı ulusalcı bir gündemi takip edip etmediği meselesi çok da açık değildir. Genel kanı, sosyal devlet ve ulus devletin restorasyonu konusunda bazı adımlar atıldığı, ama küresel kapitalizmin dışına keskin bir şekilde çıkılmadığı yönündedir.
Sonuç olarak denilebilir ki, popülistlerin iktidara geldiği ve (veya) güçlü bir muhalefet performansı gösterdiği ülkelerde devletin iç mimarisi ve devletlerarası ilişkiler değişmektedir. Bu dönüşümü devletin kurumsal bir dönüşümünden çok devletçi çözümleri daha fazla vurgulayan, devleti yürütmeye, yürütmeyi ise lidere özgüleyen şahsiyetçi bir siyaset anlayışının politik alandaki hakimiyeti olarak okumak yerinde olacaktır.