Soğuk Savaş sonrası dönemde tek kutuplu bir küresel düzenin ve neoliberal küreselciliğin hâkim olacağı öngörülse de 2008 krizi bu beklentileri derinden sarstı ve Batı hegemonyasının kırılganlığını ortaya koydu.
Bu makale, küreselciliğin iç çelişkileri ve Batı dışı güçlerin yükselişiyle tetiklenen bu dönüşümün, günümüz dünyasını “neo-feodalizm” olarak adlandırılabilecek yeni bir tahakküm düzenine sürüklediğini savunmaktadır.
Özellikle Orta Doğu örneği üzerinden bu yeni yapının, merkezi devlet egemenliği yerine fiili alan kontrolüne dayalı, parçalı ve çok merkezli bir güç mücadelesini nasıl körüklediği incelenecektir.
Neoliberal Küreselcilik
Soğuk Savaş sonrası dönem, dünyanın tek kutuplu bir düzene evrileceği beklentisiyle şekillendi. Bu yeni dönemin bayrağı neoliberal küreselcilik oldu. Bu dönemde sermaye, bilgi, mal ve insanların ulusal sınır tanımadan akışı öngörülüyor, serbest piyasa mekanizmalarının tüm dünyayı yöneteceğine inanılıyordu.
Ancak küreselleşme, aslında Batı’nın, özellikle de ABD ve müttefiklerinin liderliğinde bir tahakküm projesiydi. Her hegemonyanın bir sonu olduğu gibi, bu yapı da 2008 küresel finans krizinden itibaren derinden sarsıldı. Bu sarsıntı, Batı dışı güçlerin yükselişini hem tetikledi hem de hızlandırdı.
Küreselciliğin kendi iç çelişkileri, bu dönüşümün fitilini ateşledi. Batı’nın dayattığı serbest piyasa kuralları, özellikle Asya’da küresel tedarik zincirlerini aşırı esnek hale getirdi. Finansal merkezler reel üretimden koptu, şişen balonlar patladı ve 2008 kriziyle küresel ekonomiyi derinden sarstı. Küreselciliğin beraberinde getirdiği gelir eşitsizliği ve finansal sistemin yarattığı toplumsal maliyetler de birçok ülkede sisteme karşı büyüyen rahatsızlıkları körükledi.
Batı’nın bu yapısal sorunları yönetmedeki yetersizliği, yeni güçlerin yükselişine doğrudan zemin hazırladı. Özellikle Çin, Batı’nın açık piyasa sistemini kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kullanarak kısa sürede küresel üretimin merkezi haline geldi. Küresel tedarik zincirleri aksadığında Batı ekonomileri bocalarken, Çin gibi ülkeler bu durumu üretim kapasitelerini ve iç pazarlarını güçlendirmek için bir fırsata çevirdi.
Küreselciliğin açtığı kapılar, Batı dışı aktörlerin hem ekonomik hem de teknolojik bağımsızlıklarını artırmasına olanak sağladı. Örneğin, İran’ın nükleer teknoloji yolunda ilerlemesi, Batı’nın enerji ve güvenlik alanlarındaki tekeline meydan okuyan bir başka gelişmeydi.
Kısacası, küreselciliğin içindeki dengesizlikler ve tetiklediği krizler, hem Batı’nın gücünü aşındırdı hem de yeni güç odaklarının yükselişini hızlandırdı. Bugün ise neo-feodalizm olarak adlandırılan düzen, bu güç odaklarına karşı yeni bir hegemonya kurma projesi olarak okunabilir.
Hinterland Tahkimi: Krizlere Karşı Kalkan
Küreselciliğin vaat ettiği tek kutuplu serbest piyasa düzeni, 2008 kriziyle sarsıldı ve küresel tedarik zincirlerinin kırılganlığı ortaya çıktı. Artan jeopolitik gerilimler ve olası ekonomik çöküş senaryoları, büyük güçleri kendi hinterlandlarını (etki alanlarını) güvence altına alma arayışına itiyor.
Bu bağlamda;
* ABD, “Önce Amerika” söylemiyle Kuzey Amerika’daki hakimiyetini pekiştirerek, Grönland ve Panama Kanalı gibi stratejik noktalarda hak iddia ederek ulusal kaynak güvenliğini artırıyor.
* Rusya, Ukrayna işgali ve Afrika’daki nüfuzunu genişletme çabalarıyla enerji ve tarım arazileri gibi hayati bölgeleri kontrol altına almayı hedefliyor: Bu çaba, potansiyel krizlerde kendine yeterliliği sağlama amacı taşıyor.
* Çin, “Kuşak ve Yol Girişimi” ve Afrika yatırımlarıyla kendi jeopolitik hakimiyetini kurarak, küresel tedarik zincirlerinin aksaması durumunda kaynak ve ticaret yollarını güvence altına alıyor.
Orta Doğu’da Ulus-Devletlerin Zayıflaması ve Neo-Feodalizm
Suriye, Libya, Irak gibi ülkelerde merkezi ulus-devlet otoritesinin çöküşüyle birlikte, çok merkezli yeni iktidar yapıları ortaya çıktı. Merkezi gücün zayıflaması; yerel milis güçlerine, kabile temelli örgütlenmelere, mezhepsel yapılara ve dış destekli siyasi oluşumlara yükselme zemini hazırladı. Bu durum, doğrudan toprak ve kaynak kontrolüne dayalı yeni düzenlerin doğmasına yol açtı.
Örneğin, Suriye’de petrol alanları ve verimli tarım arazileri ABD destekli Kürt güçlerinin kontrolündeyken Humus, Şam ve Lazkiye gibi alanlar yeni yönetimin elinde. Libya’da su kaynakları, petrol sahaları ve liman bölgeleri farklı kabileler ve dış destekli aktörler arasında paylaşıldı.
Bu tablo, merkezi devletin yerini çok sayıda aktörün etkili olduğu, parçalı ve yerel tahakküm yapılarına bıraktığını net bir şekilde gösteriyor. Bu süreçte ulusal sınırlar, artık halkı temsil eden siyasi yapılar olmaktan çıktı. Daha çok, kaynakların denetimi için el değiştiren stratejik bölgeler haline geldiler.
Peki, Bu Yeni Düzene Ne Ad Vereceğiz?
“Neo-feodalizm” terimi, klasik feodal yapının günümüzdeki bir yorumu olarak, egemenliğin toprak, enerji ve altyapı gibi fiziksel kaynaklar üzerinde doğrudan denetime dayalı şekilde yeniden yapılandığı bir güç düzenini anlatıyor. Modern devlete özgü, yasalara dayalı rasyonel egemenlik biçimleri yerine, fiili alan kontrolü ve pratik hâkimiyet öne çıkıyor.
David Harvey’in “el koyarak birikim” (accumulation by dispossession) kavramı, bu süreci anlamakta bize yardımcı olabilir. Harvey’e göre kapitalist krizlerin aşılmasında, mülkiyetin yeniden dağıtılması ve mekanın stratejik kullanımı önemli araçlar. Bugün ABD’nin Grönland veya Panama Kanalı gibi bölgelerde stratejik hak iddialarında bulunması, Çin’in liman kentlerine yatırım yaparak fiili hakimiyet kurması ya da Rusya’nın enerji altyapısı üzerindeki baskınlığı, bu anlayışla doğrudan örtüşüyor. Neo-feodalizm, toprak ve kaynaklar üzerindeki doğrudan denetimin öncelendiği; devlet dışı aktörlerin, büyük şirketlerin, milis güçlerinin ve bölgesel ittifakların etkinleştiği, çok merkezli bir tahakküm düzenine dönüşmüş durumda.
Sonuç: BOP ve Neo-Feodalizmin Ortadoğu’daki Yansıması
Wallerstein’a göre kapitalist dünya ekonomisi derin bir yapısal kriz içinde. Bu kriz, ABD hegemonyasının zayıflamasıyla birleşince ulus-devletin aşındığı bir dönemi tetikliyor. Bu dönüşümü neo-feodalizm olarak adlandırabiliriz. Yani egemenliğin, merkezi devletten, doğrudan alan denetimine kaydığı, uluslararası hukuk yerine fiili kontrolün geçerli olduğu ve devletin yerini şirketler, milisler veya stratejik yatırım ağlarının aldığı bir düzen.
David Harvey’in belirttiği gibi bu, ekonomik olduğu kadar mekânsal bir yeniden örgütlenme.
Ortadoğu, neo-feodalizmin somut bir örneği olarak görülebilir. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), tarihi olarak farklı bir kökene sahip olsa da, bölgedeki yansımaları neo-feodal yapıyla örtüşüyor:
Ulus-Devletlerin Zayıflaması: Irak, Suriye, Libya gibi ülkelerde merkezi devlet otoritesinin çöküşü, yerel milis güçlerine, kabile ve mezhepsel yapılara alan açtı.
Parçalı Milis Hakimiyeti: Bu milis güçleri kendi içlerinde dahi parçalı ve koalisyonlu bir yapı gösteriyor, belirli bölgelerde fiili kontrol sağlıyorlar. Bu yapılar genellikle dış güçlerin “vasalları” olarak hareket ediyor.
Mikro Milliyetçilikler: Ulus-devletin zayıflamasıyla birlikte, daha küçük ölçekli kimlikler ve mikro milliyetçilikler güç kazanıyor, bu da bölgedeki kaosu ve parçalanmayı artırıyor.
Kaynak ve Güzergah Kontrolü: Kaos ortamında, petrol sahaları, su kaynakları ve ticaret yolları gibi stratejik güzergahların kontrolü, bölgedeki aktörler için öncelik haline geliyor.
Ortadoğu’daki bu kaotik ve parçalı yapı, İsrail’in güvenliğini koruma amacı taşısa da, aynı zamanda küreselleşmeye alternatif bir düzenin inşası ve büyük devletlere meydan okuyan yeni güçlerin ortaya çıkmasını engellemek adına ülkelerin yeniden şekillendirilmesi olarak da yorumlanabilir.
Bu durum, büyük ölçekte yeni dünya düzeninin bir prototipi olabilir. Yani BOP, farklı bölgelere ithal edilebilir bir model. Bu, aynı zamanda büyük devletlerin, doğrudan komşu olmadıkları bölgelerde tercih ettikleri bir strateji de olabilir. Örneğin, ABD’nin Kanada’yı parçalamak yerine kendi sistemine entegre etmeyi düşünmesi, komşu bölgelerde bütünleştirici, uzak bölgelerde ise parçalayıcı ve fiili kontrolü destekleyen bir yaklaşım benimsediğini gösteriyor. Bu durum, modern hukuki egemenlik yerine toprağa, enerjiye ve kritik geçiş hatlarına dayalı fiili bir egemenlik biçiminin güç kazandığı yeni bir küresel mimarinin en net yansımasını sunuyor.
Fotoğraf: Jack Stapleton