[voiserPlayer]
Kılıçdaroğlu ailesi beni kahvaltıya davet etti. FOX Tv’nin Orta Sayfa programında, danışmanlarının ona artık adaylık konusunda önünde kimsenin duramayacağını iddia ettiğini duymamın hemen ertesinde. Benim gibi düşünenlerin adına konuşabilmek için büyük bir fırsattı, seve seve kabul ettim, koşa koşa havalimanına gittim. Köln’den Ankara’ya 02:00 Pegasus uçağıyla hareket ettim. Ankara’da olmanın beni bu kadar heyecanlandırdığı başka bir zaman hatırlamıyorum.
Kemal Bey ve Selvi Hanım beni kapıda karşıladılar. Onlara nazik davetleri için teşekkür ettikten sonra Kemal Bey’in Twitter paylaşımlarında arka planda sıklıkla gördüğümüz mutfağa buyur edildim. Sigara böreğine çatalımı uzattığımda aklımda söylemek istediklerimi nasıl toparlayabileceğim ve nasıl efektif olabileceğime ilişkin kaygılar vardı. Onu seviyordum, kırıcı olmak istemiyordum. Herhalde kabalaşmaya tenezzül etseydim de ufak bir tebessümüyle utana sıkıla, olması gerekenden de daha fazla bir nezaketle sürdürürdüm konuşmamı. Öylesine sempatikti işte.
Önder Sav’la görüşüp görüşmediğini sordum. O garip kaşlı siyasetçiyi ilk kez TV’de gördüğümde küçüktüm. Kılıçdaroğlu CHP genel başkanlığı için aday olduğunda, en kritik olan isimlerden biriydi ve onun desteğini alabildiği için parti içi kurultayda başarılı olabilmişti. Kemal Bey, kimi zaman denk geldiklerini söyledi. Ona, Önder Sav’ın nasıl en sevdiğim “dinazor”um haline geldiğini, çünkü onun sayesinde Kemal Bey’in artık partide bir dönemi başlatabildiğini söyledim. Kemal Bey, sanki bir hayaletten bahsediyormuşum gibi boş gözlerle bana bakıyordu.
İyi bir giriş yapıp yapmadığımla ilgili tereddütte düştüm. Önder Sav acaba iyi bir temsil miydi? Oysa konu bu değildi. Konu, benim bu önemli görevi mecliste harika konuşmalar yapan bir milletvekilinin işgal edeceğine ilişkin o dönem duyduğum heyecanımdı. Önder Sav, bir parti içi dinazor olarak, belki safça, kendi menfaatlerini parti içinde uzun vadede koruyabileceği inancıyla bir önceki genel başkan Deniz Baykal’dan desteğini çekmişti. Böylelikle yıllardır etkili bir muhalefet yürütemeyen -bunun ölçüsü elbette seçimleri kazanmak ya da demokratik geriye gidişi önleyebilmekti- bir siyasinin Türkiye’nin önünden çekilmesinin heyecanıydı. Üstelik Kemal Kılıçdaroğlu yolsuzluklardan bahsediyordu, AKP’nin Türkiye’de yapmaya kalktığı bütün “kötülük”leri teker teker anlatıyordu. Bu görev için ondan daha iyisini hiç düşünemiyordum. Kemal Bey tebessüm etti, o da biliyordu o dönem tüm muhalifleri nasıl da heyecanlandırdığını.
Tam bu noktada lafı başka bir yere çevirip onun yüzünü asma ihtimali zoruma gidiyordu. Onu seviyordum, bir dede gibi, bir yaşlı gibi. Bana “ne yapıyorsun Almanya’da kızım?” diye sormuştu, ona uzunca anlattım. Büyük bir heyecan ve sempatiyle dinledi beni, takdir etti. Sırtımı sıvazladı. Canımın yandığını hissettim ona söylerken. Fakat anlattım. Başka bir düzlemde, başka bir siyasi atmosferde, belki başka bir gezegende onun gibi zarafet sahibi birinden, tek bir yolsuz işe bulaşmamış bir siyasetçinin sembolik bir cumhurbaşkanlığı görevi üstlenmesine ne kadar sevineceğimi; oysa şimdi aday olabilmek için her şeyi yapmaya kalkıştığı bu pozisyon için uygun kişi olmadığını söyledim.
Bayrağı biz devralmak zorundayız. Bizler demokrasimiz için mücadele etmek zorundayız, direnmek zorundayız. Aynı İmamoğlu hakkında verilen hukuksuz ve dahi kanunsuz mahkeme kararına karşı mücadele etmek zorunda olduğumuz gibi. Peki neden? Peki neden sadece İmamoğlu değil, neden sadece 16 milyon değil, bütün ülke bu karara karşı direnmek zorundayız? Neden sokaklarda olmak, neden protesto etmek, neden ona desteğimizi göstermek zorundayız? Çünkü bu ülkede “bir kişinin ağzından çıkanların” norm haline geldiği ve bunun da o tek kişiye biat edenler tarafından kurumsallaştırılması tehlikesi hiç olmadığı kadar yakın. Ona anlattım.
Onların da bunu yapmaya kalktığını söyledi, bana sinirlendi, “bizi ne sanıyorsun?” diye çıkıştı. Üsteledi, “ne bedeller ödediğimi görmüyor musun, fiziki saldırıya uğradığımı da mı unuttun?” Devam ettirdim: “Ankara’dan İstanbul’a yürüyen de sizdiniz.” Sonra dayanamadım, gözlerim dolu dolu, ayağa kalktım, yere oturdum, diz çöktüm, bir elimi onun diz kapağının üzerine bıraktım.
Gözlerinin içine bakarak ve ağlayarak; ona artık kedilerin trafoya giremeyeceğini, seçim gecesinde YSK’nin bakanlarca ziyaret edilemeyeceğini, Anadolu Ajansı’nın verilerini bekleyemeyeceğimizi, CHP’nin veri sisteminin çökemeyeceğini, Muharrem İnce’nin seçim gecesi içki içip içmediğini konuşamayacağımızı… Başını kızgınlıkla kaldırdı, somurtmaya başladı, elimi dizinden itti.
Elbette bu anlattıklarım yaşanmadı, böyle bir buluşma gerçekleşmedi. Kemal Bey’le yüz yüze buluşamayacağım ama kaç gündür zihnimden geçenler onun gücünün dahlindeyken, ona hitap ederek konuşabilmeyi denemek istedim, kırmadan ve dökmeden. Çünkü en başta kendi geleceğim ve sonra milyonlarcasınınki mevzubahis. Erdoğan’ın gösterdiği çizgiden ilerleyen, onun belirlediği sınırlarda hareket etmeye kendini mecbur hissederek değil; toplumun onunla aynı düşünmeyen milyonlarcasının varlığını hissettirmeye mecbur bir muhalefete ihtiyacı olduğunu biliyorum çünkü. Sokaklar ve şiddet, kendi başına hayal ettiğimiz bir demokrasiye ulaşmanın metodu olmasa da adil yargılamanın temin edilemediği mahkeme kararlarına biat etmek ve bunlara gerekli tepkiyi barışçıl protestoyla sağlayamamak da bizi hayallerimize kavuşturmayacak. Geriye dönüp baktığımızda Erdoğan seçimleri kazanmakla kalmadı, en temel demokratik standartların ortadan kaldırılmasını mümkün kıldı. Bunlar adım adım, “bedel ödetme” skalasının en uzağındaki kişinin sessizliğiyle mümkün olabildi. Şunu demek istiyorum: Kılıçdaroğlu, sosyal medyada yazdıkları için işinden kovulamazdı, sokakta protesto yürüyüşünde polis tarafından dayak yiyemezdi, çocukları işlerinden, evlerinden atılsa aç ve açıkta kalmazlardı, hiçbir sebeple cezaevine yollanamazdı.
Otoriter rejimde, seçimlerin tek belirleyeci olduğu iddiasıyla hareket edilen bu rejimde, seçimler sayesinde meşru olabilen bir rejimde, bir rakip var olmak zorundadır. O rakip ana muhalefet lideridir ve sırf otoriter rejim bir “seçim”i vaat edebilsin diye -ki bir seçim en az iki alternatifin varlığı halinde mümkündür- dokunulmazdır. Bu sebeple milyonlarca muhalifi, sesini yükselttiği takdirde bedel ödemek zorunda bırakılacak milyonlarca muhalifi temsil etme yükümlülüğü ana muhalefet partisine liderlik eden kişinindir. İşte yine bu sebeple, bu sorumluluğun yerine getirilebilmesi adına toplumsal taleplere sözcülük vazifesinin ötesine geçebilecek ve milyonların gücünü kendi varlığında eritebilecek bir “savaşçı”ya ihtiyaç duyuyoruz.
Geriye dönüp bakmak ve suçlamak için geçmişi kullanmak asıl amaca hizmet etmeyebilir. Asıl amaç seçimleri kazanmaktır, otoriter rejimin tek meşruluk kaynağını elinden alabilmektir. Nedeni nasılı bir tarafa, yıllardır Kılıçdaroğlu’nca yönetilen CHP seçimleri kazanmayı başaramadı. Demokratik geriye gidişi durduramadı. Bu halde çare, anketlerde açık ara önde görünen, İstanbul’daki ilk seçimlerde oyları korumayı başaran, seçimlerin hukuksuzca iptaline karşı yılmayan ve üstelik tekrarlanan seçimleri de farkla kazanan, muhalefette bazı kesimlerin bayıldığı ve geriye kalanların da nefret etmediği, Türkiye İşçi Partisi ve İyi Parti gibi politik spektrumun farklı uçlarınca desteklenen Ekrem İmamoğlu’nun adaylığıdır. Hakkındaki mahkeme kararı kesinleşse dahi, adaylığı düşürülemeyecek olan İmamoğlu’nun seçimlerde yarışmasının önünde hiçbir engel yok. Katakulliyle mazbatasının verilmemesi halinde ise buna direnecek biri o. Daha önce yaptı ve yine yapacak. Biz de ona destek olacağız.
Fotoğraf: Alain Bonnardeaux