Yazar: Işık Gençoğlu
Siyasete resmen girişim üzerinden sadece beş ay geçti. Ve öncelikle kendime söz verdim: İlk hayal kırıklığımda ayrılacağım. Benden kıdemliler (neredeyse herkes) siyasette parti değiştirmenin mümkün olduğunu söylediler. Katılmıyorum! Çünkü ben siyasete girmedim, Kadın Partisi’ne girdim.
Lisede “Kadının Adı Yok!”, üniversitede “Kızım Olmadan Asla” okumuştum. Ülkemizde fütursuzca artan ve cezaların yetersiz kaldığı; kadına yönelik şiddet, çocuk istismarı vakaları ve hayvan zulümlerine seyirci kalamazdım. Yaşanan tüm gelişmeleri (gerilemeleri mi demeliyim?) endişeyle takip eden, “kadın cinayetleri politiktir” düsturuna inanan, kız kardeşlerine “asla yalnız yürümeyeceksin” diyen kadınlardan birisi olarak Kadın Partisi’ne girdim.
Öncesinde üye değildim. Yani bir parti üyesi değildim. Bana göre siyaset partiler üstüydü; hükümet değil devlet, devlette de liyakat esastı.
Ne zaman bir partiye yaklaşsam “sen yapamazsın, çünkü yalan söyleyemezsin, sinirlenince gözyaşlarını tutamazsın, haksızlığa gelemezsin” dendi. Ben de durdum. Hepsi doğruydu ama…
Sayın Kılıçdaroğlu’nun, misyonu kadınları eve hapsetmek olan bir partinin mecliste varlığını “normalleştiren” demeci benim kopma, hatta pes etme anım oldu. Ve ilk defa geçtiğimiz yaz oy vermekten vazgeçtim. Evet, çevremde herkese ne olur oy verin diyen ben…
Sonra vatansız kalma riski, kız/erkek evlatlarımızın geleceğinin karartılması, kadınların sahiplendirilmesinin konuşulması, bir kereden bir şey olmaz gibi tarihe geçen utanç açıklamaları karşısında bir şeyler yapmalıyım, pes edemem dedim.
Ve elimi taşın altına koymaya, Atam ve dava arkadaşlarının biz kadınlara sağladığı hakları korumaya niyet ettim. “Hatay’da su yok” diye hepimiz haykırırken kontrol edilemeyen kriz ve hatta durdurulamayan kayıplar beni yine Atamın sözüne getirdi: Hatay benim milli meselem.
Daha acı sebepler yazarım ama şimdi lazım olan şikâyet edip sosyal medya şövalyeliği yapmak değil, harekete geçip mücadele etmek dedim ve en doğru yolu aradım.
Kadın Partisi Genel Başkanı, kıymetli büyüğüm Benal Yazgan ile 2014 yılından beri iletişim halindeydik. Parti kurucularından kıymetli büyüğüm Kemal Günay tarafından partiye davet edilmiş, partinin ismi KADIN logosunun rengi pembe diye eleştirmiş ve uzak kalmayı tercih etmiştim. Ancak izliyordum. Kadın Partisi çok çalışıyor ve hep zor olanı başarıyorlardı. Kadın Partisi Genel Başkanı Benal Yazgan ve az sayıdaki kurucu üyeler parti hedeflerini göğüslüyor, adalet arayışı ve temel değerlerimizin korunması için hukuk mücadelesi veriyorlardı.
Evet… Benim “kimse tepki göstermeyecek mi?” diye ancak sosyal medyadan tepki gösterebildiğim konularda muhataplara tek tek dava açmışlardı.
Hep söylediğim gibi yine Türkiye Cumhuriyeti yargısına güveniyor, çalışması için dürüst olanları öne çıkarıp destekliyorlardı. Sonra kararımı verdim: Kadın Partisi’ne üye oldum. Öyle büyük bir inançla çalıştım ki dostlarımın da desteğiyle dört ay gibi kısa bir zamanda İstanbul İl Başkanlığını kurdum. Benal Başkanım ve tüm kurucu üyeler tarafından bir nevi hızlandırılmış eğitim alıyorum. Kendimi onursal başkanlığa taşıyacağım bir yirmi yıl hedefledim. (Bir diğer hedefim ise müze açmak.)
Kadın Partisi bir misyon partisi olarak kurulmuş. Bundan böyle haksızlığa uğramış, kadın-erkek, çoluk çocuk, genç yaşlı, sağcı solcu ayırt etmeksizin, zorda olan her bir bireyin sesi duyulsun, hak mücadelesinde yalnız olmasın diye çalışacağız.
Ben, sadece Işık Gençoğlu… Tüm bilgi birikimim, samimiyetim ve heyecanımla en az 100 yıllık çalışmak gerektiğinin farkında olarak siyasete soyundum.
Ve artık diyorum ki; tüm sorulara verilecek en kısa özet yanıt partinin adı: Kadın… Herkes konuşsun, kadınlar başarsın!
Babamı Kim Öldürdü?
Yok, bu konu siyasi bir başlık değil. Annem, babamı (cennet mekanı nurla dolsun) sabah 6:30’da sabah namazı sonrası secdede yığılmış durumda bulup beni uyandırdı. Ambulans beş dakika içinde geldi. Doktoru Avrupa yakasındaydı ve zamanla yarıştığımızı düşünerek köprü geçmek istemedim. Anadolu yakasında Siyami Ersek Hastanesi’ne acilden giriş yaptık.
Tomografi çekildi. Tomografi makinaları çalışmadığı için hemen yanında olan Numune Hastanesi’ne yine ambulansla gittik. Tekrar Siyami Ersek’e geldik. Derken beklemeye başladık. İki saat sonra tomografi sonuçlarının çıkmadığını söyleyip bizi yeniden Numune’ye gönderdiler ambulansla. Artık İstanbul’da gün başlamış ve çılgın kalabalık etrafımızı sarmıştı. Numune’ye gittik, döndük ve yine beklemeye başladık.
Sonra babam göğsündeki ağrıya dayanamadığını söyledi. Ben de “doktorlardan iyi mi biliyoruz, bekle dediler, bekliyoruz” dedim. Son cümlem bu oldu. Hemen ardından cansız bedeni yatağa düştü, müdahale için ameliyata aldılar ve sonra babamı morga bizzat ben kendim taşıdım. Bildiğim bütün duaları okuyarak. Yanındayım babacım diyerek.
Ameliyathanenin önünde de babamı kurtarırsanız size tomografi makinası aldıracağım diye bağırıyordum. Kurtaramadılar. Bir açıklama bile yapmadılar. Zaten acımla şaşkınlığım bir birine karışmış, tüm hayatını “babasının kızı” olarak yaşamış bir evlat olarak babamın evraklarını almaya gittiğimde “sen git oğlu gelsin” dediler. Sistemde bir yanlış vardı…
Bu süreç içinde hastanelerin durumu daha iyi olmadı. Evet, şimdi olsa babamı belki de bir ağrı kesici verip eve gönderirlerdi. Bilemiyorum. Ama hayatımın miladı işte o gündür. Ondan sonra hep yardım etmek istedim. Bir daha başkalarının başına aynı durum gelmesin diye… Çeşitli dernek ve yardım kuruluşlarında çalıştım, makinalar alınmasına ön ayak oldum. O kadar yoruldum ki ardından hastalandım ve iki ameliyat geçirdim.
Tüm bunlar olurken dönemin cumhurbaşkanı televizyonda bir gazeteciye röportaj veriyor ve şu cümleyi kurabiliyordu: Suudi Arabistan’da yaşam o kadar güzeldi ki kadınlar eşleri olmadan dışarı çıkamadıkları için ev halkı benim gelmemi dört gözle bekler ve ben altıda eve geldiğimde hep beraber gezmeye çıkardık. Kimse duymadı bu cümleyi. Laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı bu sözleri söylüyor ama kimse üzerinde durmuyordu. Ben duydum. Ben durdum…
Sonra tüm bu yaşadıklarımı, gördüklerimi anlatmalıyım, başkalarının da görmesini sağlamalıyım diyerek, ticaretten daha çok şey ifade ettiğine inandığım ve en iyi yaptığım işi yapmaya karar verip kültür-sanat endüstrisine geçiş yaptım.
16 yıl önce, gerçeğin, yalnızca gerçeğin konuşulup gösterildiği, iyi-doğru ve güzelin yılda bir ay da olsa kazandığı bir festival kurdum: 360 Dereceden Aşk Festivali. Uluslararası nitelikte olmasını sağladım. (Festivaller uluslararası diye başlamazlar. Düzenli olarak organize edilmelerinin ardından 10 yıl sonra uluslararası olurlar.)
Yaptığım her işte sosyal fayda gözettim, sivil toplum kuruluşlarında gönüllü çalıştım. Tarihi güçlüler değil, haklılar yazsın diye sanat dedim. Siyasete girdim dediğimde dostlarımdan bazıları zaten senin yaptığın işlerden bir gün bunun olacağı belliydi dediler. Yaptığım işlerin bir nebze de olsa kanayan yaralara merhem olduğunu görüp inansaydım belki de siyasete girmezdim. Ama şu an görüyorum ki kirliler daha çok kirleniyor, temizleri de kirletiyorlar. Temizler, temizlemek için girdikleri oluşumlarda kirlilerin baskın gücüyle kirlenerek yeni kirliler oluyorlar.
Zor cümleler kurmak istemiyorum. Demeye çalıştığım: Aynı hataları tekrarlayarak doğruya ulaşamazsınız. Şu an Türkiye siyasetinin tüm bileşenleri kirli. Ellerini nereye atarlarsa kirletecekler. İdareye talibiz. İyi, güzel, doğrunun güçlenmesi için iktidara talibiz. Kirlileri dışarıda bırakmak, temizlere sahip çıkmak, alan açmak için biz de varız; bize gelin, birlikte muasır medeniyetler seviyesine çıkalım demeye talibiz. Bugün ben ne olduysam ne başardıysam bunu Cumhuriyet ve Atatürk ilke/inkılaplarına borçluyum.
Hiçbir yaşam bir diğerinden üstün ya da daha değerli değildir. Hakkım olan için mücadele etmek durumunda kalmak ya da hakkım olanın bana “lütfen” veriliyor olmasını kabullenmeyeceğim. Ve toplumun en küçük biriminden en büyüğüne bu gerçeği anlatmak için çabalayacağız.
Ayrıştırma/ötekileştirme siyasetini bitireceğiz. Erkek egemen demokrasiden gerçek demokrasiye geçişi sağlayacağız. Ve bunu bir kadın zarafeti, hassasiyeti, adanmışlığıyla yapacağız. Mecliste de sokakta da evde de küfür istemiyoruz. Ve en büyük tehlikenin kapımızdaki “açlık” olduğunun farkındayız. İmkân eşitsizliği, adaletsizlik için mücadele edeceğiz. Meclisteki maaşlar da böyle kalmayacak. Üzgünüm.
Nasıl bu duruma geldik acaba? Komşusu açken tok yatamayan, düşen ekmeği öpüp alnına götürüp yukarıda bir yere bırakan bizler, nasıl bunca adaletsizliği hazmedip gece rahat uyur olduk? Nasıl?
Hayatım boyunca beni hep kadınlar destekledi. Yine öyle olacak. Oldu. Oluyor. Kadın olduğum için zorluk yaşamayacağım. Erkek egemen toplumda eşitlik dediğim, eşitliğe inanan oylara talip olduğum için zorluk yaşayabilirim. Eşitlikten rahatsız olanların varlığını biliyorum, görüyorum. Yeni hedefleri “feminizm” hareketini karalamak. Oysa feminizm kadın-erkek eşittir der. Korkulacak bir şey değil yani!
Türkiye siyasetinin çok problemi var. Din ve devlet işleri hiç bu kadar birbirine karıştırılmamıştı. Ahlak ve vicdan noksanlığı, plansızlık, günü kurtarma eğilimi sadece bir kaçı. Çiftte vatandaşlık (düşünsenize, başka bir ülkenin refahı ve ferahı için yemin edip onun çıkarları için çalışacağına söz vermiş birisi Türkiye Büyük Meclisi’nde neden olur?). Yalan. Yalan. Yalan… Ve yalanına kendi inanmış, bilgisiyle değil akraba ilişkileriyle makam ve dolayısıyla da yetki sahibi olmuş kişiler. Siyaseti nesilden nesle bir meslek olarak sürdüren, halkın değil partinin seçtiği “meclis ağaları” dönemi bitti. Şimdi artık söz bizde.