Son yıllarda küresel sistemin geleceğine dair yapılan tartışmalarda, jeopolitik analizlerde ya da uluslararası düzenin lideri kim sorularıyla başlayan beyin fırtınalarında sık sık adı anılan bir aktör mevcut: Çin Halk Cumhuriyeti.
Gerek Asya kıtasının 21. yüzyıldaki yükselişi gerekse Pekin’in bu yükselişin lokomotifi olması nedeniyle bugün geldiğimiz noktada pek çok kişi için Çin, mevcut küresel sistemin gelecekteki lider adaylarından biri koltuğuna oturmuş durumda. Özellikle Soğuk Savaş 2.0, Büyük Güç Rekabeti, Yeni Nesil Soğuk Savaş tarzı tamlamalarla tanımlanan ABD ve Çin arasındaki mücadelenin en önemli noktalarından biri ise denizlerde geçiyor.
Her ne kadar aşina olduğumuz dünya haritası projeksiyonunda aralarında devasa kıtalar ve okyanuslar bulunan dünyanın iki uzak ucuymuş gibi görülse de esasında bu iki ülke birlikte Pasifik okyanusunu paylaşan komşular. Aralarındaki yakınlığı görmek için Asya merkezli bir haritaya bakmak yeterli olacaktır.
Bizler ABD’yi Atlantik ile bağdaştırmaya aşina olsak da 2022 yılında yayınlanan Hint-Pasifik stratejisinin giriş cümlesi şu şekilde başlar: “Amerika Birleşik Devletleri bir Hint-Pasifik gücüdür.” Bu strateji belgesinde ABD, çıkarlarının Hint-Pasifik’te yattığının bilincinde bir aktör olarak bölgeye yeni yönelen bir güç olmadığının, tarihi boyunca bu bölgede olan bir ülke ve Açık ve Özgür Hint-Pasifik’in savunucusu olduğunun altını çizer. İşte Çin ve ABD’nin denizler üzerinden geriliminin ilk noktası burada başlar.
ABD’nin Açık ve Özgür Hint-Pasifik söyleminin uygulaması dünyanın çeşitli noktalarında yürütülen seyrüsefer özgürlüğü operasyonlarıdır ki bunlar Freedom of Navigation Operations (FONOP) olarak tanımlanır. FONOP’ların ABD liderliğinde çeşitli müttefiklerle birlikte Çin’in kendi deniz yetki alanı gördüğü Güney Çin Denizi, Doğu Çin Denizi ya da Tayvan Boğazı’nda işletilmesi Pekin açısından toprak bütünlüğüne yapılan bir müdahale olarak görülür ve bu operasyonlar sert bir dille kınanır.
Diğer taraftan Güney Çin Denizi ve Tayvan halihazırda ABD-Çin gerilimi için özel anlamlar taşıyan iki ayrı başlıktır. Çin açısından Tayvan, dönek bir yönetimin elinde tutulan ve ABD tarafından sürekli silahlandırılan bir Çin toprağıdır. Bu toprağın tekrar sahibine yani Çin’e dönmesi Çin’in ulaşmak istediği nihai hedef olan Çin ulusunun büyük gençleşmesi için ön şartlardan biridir.
Bu kapsamda Çin ile bir ülkenin diplomatik ilişkilerini başlatmasının ilk şartı “Tek Çin” ilkesinin kabul edilmesidir ki bu ilke Tayvan’ın Çin toprağı olduğunun altını kalın harflerle çizer. Tek Çin ilkesinin kabulüne rağmen Tayvan ile diplomatik ilişkiler yürütmek ise Çin’e göre ateşle oynamaktır. Çin daha önce bu kavramı birkaç defa Tayvan’ı ziyaret eden liderler için kullanmıştır.
Diğer taraftan Güney Çin Denizi’ne yöneldiğimizde işler daha karmaşık bir hal almaktadır. Güney Çin Denizi, üzerinde binlerce resif, ada, adacık, sığlık tarzı yapının bulunduğu bir denizdir ve en az altı aktörün buraya dair egemenlik iddiası mevcuttur. Deniz üzerindeki yapıların insan yaşamına uygun olanlarının Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’ne göre kendi yetki alanları mevcuttur. Aynı zamanda bu yapılar bölgenin yoğun nüfusu düşünüldüğünde balıkçılık için zengin kaynaklara sahip ve egemenliğinden taviz verilmesi mümkün olmayan noktalardır. Buradaki temel uyuşmazlık ise esasında bölgenin en güçlü aktörü olan Çin ile diğer taraf ülkeler arasında çıkmaktadır.
Çin buraların geçmişten itibaren Çin’e ait olduğunu, atalarının buralarda gemilerini yüzdürerek balıkçılık ve ticaret yaptığını iddia etmekte ve U-şekilli harita ismi verilen tarihsel bir haritayla buranın tamamına yakınında egemenlik iddia etmektedir. Bu durum elbette diğer ülkelerin kabul edebileceği bir durum değildir. Ancak ekonomik anlamda Çin’e bağımlı olmaları ve Çin’in imparatorluk döneminden kalma baskın mirası bu ülkelerin seslerini istedikleri düzeyde çıkartamamalarına neden olmaktadır. İşte bu noktada çıkış yolu ABD’dir.
Bölge ülkeleri ekonomik anlamda Çin’den beslenirken Çin’den gelen tehditleri savurmak için ABD’nin askeri şemsiyesini kullanmaktadır. Bu kapsamda bölgenin en eski güvenlik anlaşması ABD ile Filipinler arasında imzalanmış ve geçtiğimiz aylarda bu anlaşmaya ek olarak Filipinler dört farklı üssü daha ABD erişimine açmıştır. Bölgedeki diğer aktörler olan Vietnam, Malezya, Bruney, Endonezya veya Tayvan’a baktığımızda hepsinin iki kaçış rampası vardır. ABD’nin güvenlik şemsiyesine girmek ya da ASEAN üzerinden Çin ile uzlaşma yolu bulmak. Bu noktada Çin de Güney Çin Denizi sorununun uluslararasılaşmasını istemediği için ASEAN ile istişareye daha sıcak bakmakta, yine de kendi egemenlik iddiasından bir adım geri atmamaktadır.
Asya-Pasifik Bölgesi’nde ABD ile Çin arasındaki tansiyonu yükseltme potansiyeli bulunan sayısız gerilim noktası bulunmaktadır ancak yalnızca yukarıdaki iki örnek ve Çin’in başlı başına küresel sistemde yükselen bir pozisyonda olması ABD’nin rakip koltuğuna oturması için yeterlidir. Bu kapsamda ABD geçtiğimiz yıllarda Asya-Pasifik’te ciddi bir çevreleme stratejisini başlatarak olası bir konvansiyonel mücadele durumunda Çin yükselişinin esas ivmesi olan ekonomik ilerleyişini zayıflatmak, yani nefesini kesmek için birinci ve ikinci ada zinciri denilen noktaları kapatmaya yoğunlaşmıştır.
Bu amaçla buradaki ittifaklarıyla olan bağlarını güçlendirmek istemiş, yeni üsler kurmaya odaklanmış ve QUAD mekanizmasını yeniden aktifleştirmekle kalmayıp aynı zamanda Birleşik Krallık ve Avustralya ile AUKUS’u ilan etmiştir. Tayvan tarafında, özellikle Ukrayna Savaşı’ndan alınan derslerle Tayvan’a satılan askeri platformların çeşitlendirmesi yapılmış, olası saldırı ve abluka stratejileri prova edilmiştir.
ABD tarafından uygulanan bu çevreleme stratejisine Çin’in yanıtı ise her iki ada zincirinin daha doğusunda konuşlu bulunan ada ülkeleriyle güvenlik odaklı istişarelerde bulunmak ve Solomon Adası yönetimi ile bir güvenlik anlaşması imzalamak olmuştur. Bu her ne kadar ABD’nin çevrelemesini deldiği için kanını donduran bir hamle olsa da her iki ülkenin Pasifik’teki bu ada ülkeleri üzerindeki rekabeti bir taraftan devam etmektedir.
ABD ve Çin’in Asya-Pasifik Bölgesi’nde karşı karşıya geldiği veya ileride gelme potansiyeli bulunan çok farklı aktörler ve gerilim noktaları bulunmaktadır. Ancak herkesin aklına gelen ve gündemi kaplayan bir soruyu bölgedeki atmosferin kısa özetinin ardından sormak yerinde olacaktır: ABD ve Çin donanmaları karşılaştırıldığında günümüzde Asya-Pasifik’teki bir rekabetin kazanını kim olur?
Bu sorunun yanıtını vermek için bir uluslararası ilişkiler uzmanının yeterli teknik ve saha deneyimine sahip olmasının mümkün olmadığını ön şart olarak ekleyerek kendi görüşümü paylaşmak isterim. Öncellikle günümüzde Çin donanması sayı bakımından dünyada lider pozisyondadır, ancak kapasite bakımından ABD donanması ile hâlâ arasında mesafe mevcuttur. Geçtiğimiz ay CSIS tarafından yayınlanan bir raporda geçtiği üzere, günümüzde Çin’in gemi inşa kapasitesi ABD’nin 230 katına ulaşmış durumdadır. Bu veri aradaki makasın kapanması için Çin’in var gücüyle çalıştığının bir kanıtıdır. Eğer pek çok uzman gibi 21. Yüzyılın “yeniden” denizler çağı olacağı düşünülüyorsa, Çin’in kendi donanmasını geliştirmeye bu kadar odaklanması olağan bir durum olarak görülebilir. Daha önceki dönemlerinde bir deniz gücü olarak ön plana çıkmayan Çin’in özellikle yaşadığı sınamaların ve üstüne basılmasını istemediği kırmızı çizgilerinin denizlerden geçiyor olması bu motivasyonu tetiklemiştir.
Bu kapsamda kapsamlı bir modernizasyon hamlesine girmiş olan Halk Kurtuluş Ordusu’nun 2027, 2035 ve 2049 planları mevcuttur ve 2049 hedefi her anlamda dünya standartlarında bir orduya sahip olmak şeklinde belirlenmiştir. Bu modernizasyon hamlesinin başını tabii olarak donanma kuvvetleri çekmektedir. Bu kapsamda son dönemde merkezi askeri komisyona atanan üst düzey isimlerin donanmadan gelmesinin ve Çin savunma sanayinin deniz platformlarına yoğunlaşmasının da bununla ilişkilendirilmesi mümkündür. Bu gelecek planlamalarının ötesinde günümüze baktığımızda Çin, “yeşil su donanması” denilen daha bölgesel ölçekli ve kendi egemenlik iddiasını savunmak üzere yaratılan donanma kuvvetlerinde oldukça başarılıdır. Gerek A2/AD (Erişimi Engelleme-Bölgeden Men Etme) kapasitesi gerekse bölgesel uyuşmazlıklara müdahale hızı dünya standartlarının üstündedir.
Bir örnek olarak, Güney Çin Denizi’nde üçüncü kuvvet olarak yetiştirdiği deniz milisleri Sahil Güvenlik gemilerinin yükünü büyük miktarda almakta ve hem diğer bölge ülkelerini hem de uluslararası hukuku çaresiz bırakmaktadır. Diğer taraftan Çin’de “mavi su donanması” denilen okyanus ötesi bir muharebede güç gösterebilecek yeterlilik henüz mevcut değildir. ABD ile kıyaslandığında dünyanın pek çok noktasında 750’den fazla askeri üssü bulunan bir gücün karşısında Çin’in tek deniz aşırı üssü Cibuti’dedir ve ikincisinin Kamboçya’daki Ream Deniz üssü olacağı düşünülmektedir. Bu durum bölge dışı bir muharebedeki ikmal süreçlerinde Çin’in elini zorlayacak bir gerçekliktir.
Muharebe deneyimi ve üretilen deniz platformlarının combat proven olarak ifade edilen muharebe sahasında kullanılıp kendisini kanıtlaması noktasında elde bir veri bulunmamaktadır. Daha fazla çeşitlendirilebilecek verilerle birlikte, mevcut donanma kapasitesinde Çin’in bölgesel olarak güçlü ancak küresel olarak henüz istediği seviyede olmadığını söylemek mümkündür. Bunun farkında olan Çin, ABD’den gelen ve kendi kırmızı çizgisini ihlal eden adımlara savaş eşiğinin altında yanıtlar vererek istediği güç maksimizasyonuna ulaşacağı günü beklemektedir. Bu kapsamda bir taraftan donanma gücünü geliştirirken diğer taraftan siber istihbarat, yeni nesil savaş konseptleri, Güney Çin Denizi’nde yapay adaların inşası, ekonomik zorlama, hibrit tehditleri kullanmak tarzı karşı tarafın net bir misillemede bulunamayacağı hamleler yaparak kendi egemenlik alanını korumaya çalışmaktadır.
Gri bölgede yürütülen ve savaş eşiğinin altında yer alan bu faaliyetlerin bitiş çizgisi Çin’in kendisini herhangi bir muharebeden yenik çıkma riskini sıfıra indirdiği gün olacaktır. İşte o zaman bizlerin Pasifik’te ya da herhangi bir tırmanma noktasında Çin’in sıcak çatışmaya girdiğini görmesi mümkündür. Onun ötesinde tarihi boyunca Sun Tzu’nun rakibi savaşmadan yenmenin gerçek zafer olduğu mottosunu dikkate alan bir aktörün yenileceğini bildiği bir mücadeleye girmesi mümkün görülmemektedir.