[voiserPlayer]
“LGBT’liler aileye tehdittir. Onur yürüyüşleri yasaklanmalıdır. Kadınların en büyük katkısı evliliğe ve aile kurumunadır. Kadınlar orduda görev yapmamalı. Toplumsal cinsiyet eşitliği öğretisi eğitimden çıkmalı. Eğitimimiz milli unsurlarımıza dayalı olmalı; kimliğimize, dinimize yabancı unsurlardan etkilenmemeli. Dinimizin gerekleri kanunlara yansımalı.”
Sıradan bir AKP siyasetçisinin olağanlaşmış açıklamaları değil bunlar. İsrail’de iktidara gelecek aşırı sağ partilerin liderlerinin görüşleri. Filistin-Arap karşıtı açıklamalarını göz ardı etseniz AKP’den ne farkı var dersiniz.
Ben son 20 yılda Türkiye ve İsrail’in siyasal ve toplumsal gelişmelerine baktığımda hep çok büyük benzerlikler gördüm. İki ülke de sağa, aşırı sağa kaydı.
Türkiye’de nasıl ki azgın küçük bir azınlık 50 artı 1 oya ihtiyacı olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a baskı yapıp Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çıkarttı, İsrail’de de aşırı uçlardaki küçük sağ partiler, güç birliği yaparak Likud’un lideri Binyamin Netanyahu’nun seçim zaafiyetinden yararlanıp hükümet ortağı oldular.
Türkiye ile İsrail’in Dönüşümlerindeki Benzerlikler
Sağa oranla barış konusunda daha fazla istekli olan İsrail solu, 30 yıl öncesine oranla siyaseten zayıflarken, başta kanaat önderleri olmak üzere toplumda sağduyulu kesimlerinin sesi kısıldı; Filistinlilerin haklarını savunanlar ise vatan hainliğiyle suçlanır hale geldi.
Bundan yaklaşık 15 yıl önce İsrail’e yaptığım bir ziyarette bir yetkili, ultra-ortodoks kesimlerde doğum oranının diğer kesimlere oranla çok yüksek olduğunu, ancak bu kesimlerin aldığı eğitimde bilimin yerinin çok düşük olması nedeniyle İsrail’in özellikle teknoloji alanındaki kimi üstünlüklerini kaybetme riski ile karşı karşıya olduğunu söylemişti.
Bu aşamada İsrail teknolojik alandaki üstünlüğünü kaybetmemiş olabilir. Ancak ultra ortodokslar siyasette üstünlüğü yakalamış ve iktidara ortak olmak için taviz vermek yerine taviz alma yoluna gitmiş durumdalar.
Eğitimde Verilen Tavizler
Eğitimden bir örnekle açayım. Birleşik Tora Yahudiliği partisi, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasına karşı olan iki ultra-ortodoks partiden oluşuyor. Bu iki partinin destekçileri, çocuklarını devlet okullarında okutulan temel müfredattan muaf okullara gönderiyorlar. Yani bu okullarda matematik, fen bilimleri, İngilizce öğretilmiyor. Bu durum da bu okulların mezunlarının istihdam imkanının azalmasına neden oluyor.
İşte bu yüzden iki ultra ortodoks partiden biri, sene başında eğitim bakanlığı ile diğer devlet okullarına verilen mali destek karşılığında resmi müfredatın okutulmasını kabul eden bir anlaşma yaptı. Ancak bu anlaşmaya diğerinin karşı çıkmasıyla iki partinin arası açıldı.
Netanyahu ise iki parti arasındaki çatlağın Kasım seçimlerinde kendi aleyhine sonuç vereceği korkusuyla Eylül ayının ortasında, resmi müfredatın öğretilmesine bakılmaksızın ultra ortodoks okulların da devlet yardımından faydalanacağı vaadinde bulundu. Netanyahu’nun kararı, ultra ortodoksların pek çok şeyden muaf olup özel imtiyazlara sahip olmasına sinirlenenleri daha da kızdırdı.[1]
Aşırı sağın talepleri arasında toplumun sinir uçlarını geren buna benzer pek çok örnek var.
Kendisinin iftiharla homofobik olduğunu söyleyen İsrail’in aşırı sağcı siyasetçilerinden Avi Maoz’un da hükümette görev üstlenmesi kesinleşmiş gibi. Ortadoğu’nun gay başkenti sayılan Tel Aviv’de gelecek sene onur yürüyüşü yapılabilir mi, kuşkulu.
Kadınların orduda görev almasına karşı çıkan Avi Maoz; Israil ordusuna “toplumsal cinsiyet eşitliği” danışmanlığı yapan ofisin hemen kapatılmasını, toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı öğretilerin müfredattan çıkarılmasını istiyor. Kadınların en önemli katkısının evlilik ve aile kurumuna olduğunu söyleyen de Avi Maoz.
Filistin Davası Olmasa Gül Gibi Geçinip Gider
Dini öğretilerin kamu hayatına da yansıtılmasını savunan partilerin iktidara gelecek olmaları, İsrail’de bir kesimde panik havası yaratmış durumda.
Örneğin, Yahudilikte ibadet ve dinlenme günü olarak kabul edilen Şabat gününde çalışma izni alan dükkanların bu izinlerinin yenilenip yenilenmeyeceği sorgulanıyor.
Bu örnekler sizde de bir şeyleri çağrıştırmıyor mu?
Özetle, İsrail seçim sonuçlarının bu ülkenin Filistin davasına yaklaşımı kadar yaşam tarzı anlamında da ciddi kırılmalar yaratması söz konusu. Netanyahu’nun diğer partileri zapturapt altında tutup tüm İsraillilerin başbakanı olacağı açıklamaları pek çoğuna inandırıcı gelmiyor.
Anlayacağınız, bir kaç güne iktidar olacak Netanyahu hükümetiyle Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı arasında o kadar çok benzerlik var ki Filistin davası olmasa gül gibi geçinip giderler diyebilirdik!
Ancak, son 20 yılda iki ülkedeki siyasi-toplumsal gelişmeler birbirine benzeştiği ölçüde, Filistin davası nedeniyle aralarındaki ilişki de o ölçüde kötüleşti.
İşte bu noktada, Filistinlilerin haklarına en olumsuz bakacak, İsrail tarihinin en sağcı hükümetiyle Türkiye’nin ilişkileri nasıl olacak konusuna geçmek istiyorum.
Türk-İsrail Normalleşmesi
İtiraf etmek gerekirse ben bu yılın ilk aylarında başlayan normalleşme sürecinin yıl içinde gösterdiği hızlı ilerlemeyi beklemiyordum. Bunun nedenine girmeden önce Türkiye’nin normalleşme isteğinin altında yatan unsurlardan bahsedeyim.
Türkiye’nin İsrail’le normalleşme arzusunun en önemli tetikleyicilerinden biri, hiç kuşkusuz ekonomik olarak güç kaybettikçe dış politikada efelenmenin kolay olmayacağının idrakine varılması oldu.
İsrail, Mısır, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin oluşturduğu cepheleşmeyle ortaya çıkan Doğu Akdeniz’de yaşanan yalnızlaşmanın faturası da etkili oldu tabii. Zira bu faturanın altından, Libya’ya asker, denize savaş gemisi göndermekle kolay kolay kalkılamayacağı sonucuna da varıldı.
İsrail’le normalleşme için aranan fırsat da 2021 ortasında Netanyahu’nun 12 yıllık iktidarından sonra koltuğu bırakması, ardından ülkenin sol kanadından Isaac Herzog’un cumhurbaşkanı seçilmesiyle geldi.
İsrail’deki “sekiz benzemezin” kurduğu iktidar, ilk aylarında Türkiye’yle normalleşme konusunda fazlaca hevesli değildi. “Türkiye’nin Filistin davasına odaklı İsrail karşıtlığında değişiklik mi oldu, nasıl güveniriz ki” şeklinde özetlenebilecek bir bakış vardı.
Bu nedenle, 2022’de yaşanan temas trafiği sadece benim için değil, bildiğim kadarıyla İsrail’deki bazı meslektaşlarımı da şaşırtıcı bir hızda gerçekleşti.
İlk anda, Erdoğan’la sıcak mesajlaşmalarının ardından Herzog’un 2022 Mart’ında Türkiye’ye gelmesi, kişisel bir inisiyatif olarak da görülebilirdi. Bulunduğu makamın icraatçı değil sembolik ağırlığı olması, normalleşme sürecinin hükümet düzeyinde de devam edeceğinin garantisini veremiyordu.
Öte yandan, zeytin dalları motifleriyle süslenmiş bir uçakla Ankara’ya inmesi başta olmak üzere Herzog, havayı yumuşatıcı mesajlarla geldi. Türk tarafı da ziyaretin pürüzsüz geçmesi için elinden geleni yaptı.
Bu ziyareti iki ay sonra Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun İsrail’deki temasları izledi. İsrailli mevkidaşı özellikle İsrail kamuoyuna dönük olarak Türkiye’ye turist ziyaretini de teşvik eden olumlu mesajlar verdi. Pandemi sonrası bütçeye katkısı açısından turizm gelirlerine çok önem verildiği bir dönemde İsrail nereden mesaj vereceğini iyi yakalamıştı.
MOSSAD-MİT Yakınlaşması
Ancak Çavuşoğlu’nun İsrail’e 25 Mayıs’ta yaptığı ziyaretten üç gün önce, 22 Mayıs’ta İran Devrim Muhafızları Ordusuna mensup Albay Hasan Seyyad Hüdayi, Tahran’da uğradığı bir suikast sonucu öldürüldü.
İran’ın intikam için Türkiye’deki İsrailli turistleri hedef alacağı endişesi üzerine İsrail, Çavuşoğlu’nun ziyaretinden hemen sonra zorunlu olmadıkça Türkiye’ye seyahat edilmemesi konusunda vatandaşlarını uyardı.[2] Yani üç gün önce “Türkiye bizim için şahane bir destinasyon” diyen bakan, “aman bu ara Türkiye’ye gitmeyin” demek zorunda kalmıştı.
Ardından Mossad’ın verdiği ipucuyla harekete geçen MİT’in, İran’ın Türkiye’deki İsrailli turistleri kaçırma planını bozduğu, İranlı ajanların tutuklandığı haberleri geldi.
Bu noktada, MİT’in İran’ın İsrailli iş insanı Yair Geller’e suikast düzenleme planını Şubat’ta engellediğine dair haberleri de ekleyip buradan filmi 2013’e saralım.
Washington Post’un yazarlarından David İgnatius, 16 Ekim 2013 tarihinde Türkiye’nin İsrail adına çalışan 10 İranlıyı deşifre ettiğini, bunun İsrail açısından önemli bir istihbarat kaybı oluşturduğunu belirten bir yazı kaleme aldı.
Her ne kadar Türkiye bu iddiayı yalanladıysa da iki ülke iktidarları arasında Davos krizinden beri esen soğuk rüzgarların, her daim sıkı temas içinde olan MİT ve Mossad’ın ilişkilerini etkilememiş olması düşünülemez.
Bu bağlamda, İran’la yapılan casuslar savaşının MİT ve Mossad arasında buzları kırıcı bir etki yapmış olması muhtemeldir.
Zaten İsrail’deki koalisyon hükümetinin başlardaki güvensizliğinin sürmesine karşın normalleşme sürecine asıl ivme kazandıran da bana göre İran faktörü oldu.
İran Faktörü Normalleşmeyi Hızlandırdı
İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid’in Çavuşoğlu’nun Mayıs’taki ziyaretine jet hızıyla Haziran ayında yanıt vermesi ve İran’a karşı İsrailli turistlerin güvenliğine dönük iş birliği için açıkça teşekkür etmesinde, İsrail’in İran’a karşı Türkiye’yle cepheyi tahkim etme isteği yatıyordu.
Bu ziyareti, iki ülkenin karşılıklı olarak büyükelçi atama kararı izledi. Bu karar normalleşmenin kalıcı olduğunu göstermesi açısından önemli bir gösterge oluşturdu.
İki başkent daha büyükelçilerini atayamadan yaz sonunda İsrail’de koalisyon bozuldu ve Kasım’da seçim kararı alındı. Bu kararı takiben çarpıcı bir gelişme daha yaşandı.
Başbakanlığı devralan Yair Lapid, Ekim başında Cumhurbaşkanı Erdoğan’la New York’ta bir araya gelirken, İsrail Savunma Bakanı da Ekim sonunda Ankara’ya geldi. (2020 sonbaharında Azerbaycan’ın 44 gün savaşındaki zaferinde İsrail’den aldığı askeri desteğin, Türkiye-İsrail silahlı kuvvetleri arasında da havayı yumuşatmış olabileceğini not düşelim.)
Her iki ziyaretin de İsrail’de 1 Kasım’daki seçimlerin hemen öncesinde gerçekleşmesi çok dikkat çekici. Seçimlere birkaç hafta kala bakan/başbakan düzeyinde temaslar uluslararası ilişkilerde sık gördüğümüz bir durum değildir.
Bunu Nasıl Açıklayabiliriz?
Bana öyle geliyor ki başta Suriye ve Irak olmak üzere Türkiye’nin İran’la bölgesel rekabetinden azami faydalanmak isteyen İsrail’deki “devlet aklı” yakalanan ivmeyi sürdürmek istedi. İleri bir yorum olabilir ama belki de seçimlerden sonra iktidara aşırı sağın gelebileceği ihtimalini de hesaba katarak diyaloğu konsolide etmek, ilişkileri mümkün olduğunca “sağlam kazığa” bağlamak istedi.
Peki, ikili ilişkilerde bu “sağlam kazık” neyi ifade ediyor. Buna gelmeden önce biraz da meseleye Ankara’nın gözünden bakalım.
Türkiye Enerjide İş Birliği İstiyor, İsrail Hala Güvenmiyor
Normalleşme ile İsrail İran’a mesaj verirken, bu durumdan İran’la ilişkileri son dönemde hiç de parlak olmayan Ankara da elbet yararlanıyor.
Ancak Ankara’nın en önemli beklentilerinden biri, İsrail üzerinden ABD ile bozulan ilişkilerini onarmak ve Washington’da kaybettiği etkili Yahudi lobisini geri kazanmak. Daha bu noktaya gelinmedi.
Öte yandan, Ankara başta da değindiğim üzere Doğu Akdeniz’deki karşıt cephede gedik açmak istiyor. ABD, Doğu Akdeniz gazının Yunanistan’a uzanacak uzun boru hattıyla Avrupa pazarlarına ulaştırılmasını içeren East-Med boru hattı projesini, rantabl (feasible) değil diyerek suya gömdü.
Maliyeti son derece düşük kısa bir boru hattıyla İsrail, Mısır, Lübnan ve hatta ileride Kıbrıs’ın doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması projesine ise İsrail henüz yeşil ışık yakmadı.
Türkiye’de seçimler gerçekleşene kadar da adım atma niyetlisi olmadığını Ankara’ya net bir şekilde bildirmiş durumda. Ankara’nın pek çok kez gündeme getirilmiş olmasına karşın, enerji bakanlarının karşılıklı ziyaretine olur vermedi. Böyle bir boru hattına sırtını dayamak için gerekli güven ortamı İsrail’in nezdinde henüz sağlanmış değil.
İsrail’in Emniyet Subabı Talebi
Gelelim bu güven ortamını pekiştirmek üzere İsrail’in ilişkileri sağlama alma isteğine. Anladığım kadarıyla İsrail, ilişkilerde bir daha Davos, ya da Mavi Marmara benzeri krizlerin yaşanmaması için bir nevi sigorta, emniyet subabı istiyor. Bürokratik düzeyde dile getirilen bu talebin hele de İsrail’deki seçimler sonrasında iki iktidar tarafından somutlaştırılması zor duruyor.
İsrail’de koalisyonda yer alacak aşırı sağ partilerin Filistin meselesindeki bakışlarının ayrıntılarına girmeyeyim. Şu kadarını söylemekle yetineyim, ılımlı İsrailliler bile atılabilecek adımlardan, bunların Filistinlilerde yaratacağı infialden çok endişeli.
Unutmamak gerekir ki en azından Türkiye adına normalleşmenin önünün açılması bir anlamda Netanyahu’nun iktidardan düşmesi sayesinde oldu. Netanyahu’nun aşırı sağ ile birlikte geri dönmesi nedeniyle 2022’de yakalanan ivmenin, siyasi düzeyde, hele de Türkiye seçim sürecine girmişken aynı seviye ve hızda sürmesi gerçekçi durmuyor.
Ankara Geçmişten Ders Aldı Mı?
Bu aşamada iyimser beklenti, iki tarafın da geçmişten ders alıp ikili ilişkileri özellikle iç siyasete alet etmemeye özen göstermeleri olur.
Bu özellikle de Erdoğan için geçerli. Zira, Netanyahu’nun Mavi Marmara için özür dilemesinin ardından Tel Aviv’e gönderilen büyükelçinin neden geri çekildiğini bir hatırlayalım.
2018 Mayıs’ında ABD Başkanı Donald Trump’ın, büyükelçiliği Tel Aviv’den Kudüs’e çekmesi ve akabinde çıkan şiddet olaylarına tepki olarak Türkiye, Washington büyükelçisi Serdar Kılıç ile Tel Aviv büyükelçisi Kemal Ökem’i danışmalarda bulunmak üzere geri çağırmıştı.
Washington büyükelçisi Kılıç bir süre sonra geri dönerken, Tel Aviv büyükelçisi Ökem Ankara’da kaldı. İktidarın temelde ABD’nin attığı bir adıma karşı tepki olarak İsrail’e büyükelçisini geri göndermemesindeki gariplikte, tabii ki iç siyaset, yani bir ay sonra Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçimleri rol oynamıştı.
İlişkilerde Küslük, Filistin Davasına Olumlu Yansımadı
Öte yandan, Erdoğan iktidarının neredeyse 10 yılı aşkın bir süre İsrail’de büyükelçi bulundurmamasının ve siyasi ilişkilerdeki soğukluğun Filistin davasına hiçbir yararının dokunmadığını idrak etmiş olması, bu nedenle de ileride adımlarını daha dikkatli atması beklenebilir. Zira, Filistin tarafı her daim bu kopukluğun giderilmesinin kendileri açısından daha iyi olacağını iletip durdu.
10 küsur yıllık küslük sırasında gelişmeye devam eden ve normalizasyon süreciyle rekorlar kıran ekonomik ilişkilerin küçük de olsa bir emniyet subabı görevi görmesi beklenebilir. (Türkiye İhracatçılar Meclisi [TİM] verilerine göre Türkiye’nin İsrail’e 2022 ihracatı, 11 ayda geçen yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 11,9 arttı. Böylece İsrail’e ihracat, 11 aylık dönemde 6 milyar 111 milyon dolara ulaşırken bu rakam tüm zamanların en yüksek Ocak-Kasım rakamı olarak kayıtlara geçti. Geçen sene 8 milyar dolar olan karşılıklı ticaret ise Kasım sonu itibariyle 9,3 milyar doları buldu.)
Bir önceki İsrail hükümeti ile krizlerin önlenmesi için kurulan “çatışmasızlık mekanizmasının” yeni Netanyahu hükümeti sırasında canlandırılıp canlandırılmayacağı ise bize kısa vadede ilişkilerin gidişatı hakkında bir fikir verebilir. Türk tarafında Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile Dışişleri Bakan Yardımcısı Sedat Önal’ın olduğu mekanizmanın İsrail ayağı şimdilik boşta.
Her hal ve karda Kasım ayında göreve başlayan Türkiye’nin Tel Aviv büyükelçisi, deneyimli diplomat Şakir Torunlar’ı, diken üzerinde duracağı bir süreç bekliyor. İsrail tarihinin en sağcı hükümetinin Filistinlilerle ilgili ne tür icraatlerde bulunacağı, sadece ikili ilişkiler açısından değil, olası bölgesel etkileri açısından da tedirgin olmamızı gerektiriyor.
[1] https://www.timesofisrael.com/netanyahu-deal-would-undercut-prime-impetus-for-haredim-to-teach-core-studies/
[2] https://www.timesofisrael.com/israel-warns-against-travel-to-turkey-amid-real-threat-of-iranian-revenge-attack/
Fotoğraf: Raimond Klavins