[voiserPlayer]
Abone olduğum derginin yeni sayısı geldi, beni derhal bir yazı yazma hevesi aldı, aziz ve kıymetli okurlar.
Uluslararası İlişkiler alanında dünyada en önde gelen dergilerinden Foreign Affairs Eylül-Ekim 2019 sayısında (Cilt: 98/ Sayı: 5) dünyadaki otoriter dalgayı beş liderin profili üzerinden inceleyen makalelere yer vermiş.
Bu beş lider şunlar:
- Rusya’nın çarlığa özenen lideri Putin
- Komünist Partiyi bile dize getiren Xi Jinping
- Kendi çizdiği yolu ülkesine dayatan Erdoğan
- Şiddet ile popülist iktidarını sürdüren Duterte
- Kendi yükselip Macaristan’ı çöküşe sürükleyen Orban.
Önce isterseniz kısaca makaleleri özetleyelim, sonra temel eleştirimize geçelim. Ancak beni takip edenler bilir. Her ne kadar okurlarıma sabır ve mutedillik telkin etsem de, ben kendim sabredemem, sonda söyleyeceğimi baştan ifşa ederim.
Burada da aynı durum geçerli. Başlık da ele veriyor zaten.
Bu yazıda muradımız, siyaseti oldukça karmaşık ülkelerdeki tüm gelişmeleri, sadece tek lidere, o liderin psikolojisine, şahsiyetine, geçmişine indirgeyerek yapılan analizlerin sıkıntılarına işaret etmek. Devlete, siyasi kurumlara, ekonomik gelişmelere ve milyonlarca seçmenin davranışına hiç bakmadan, sadece lider bazlı açıklamalar yapmanın kısıtlarına dikkat çekecek yazımız.
Buyurun başlayalım. Bakalım Foreign Affairs yazarları Rusya, Çin, Türkiye, Filipinler ve Macaristan liderleri için neler demişler:
İlk makalenin başlığı Rusya’nın meşhur reformist çarı Peter the Great’e referansla Putin the Great: Russia’s Imperial Impostor diye oldukça sert atılmış. Kronolojik olarak Putin’in hayatını ele alıyor. St. Petersburg’da büyüdüğü zor şartları, tüm ailenin sobası bile olmayan tek odada yaşadığını, farelerin cirit attığı koridorları ve basamak basamak Putin’in yükselişini anlatıyor. Tabii ki yazı ülkenin önemli tarihsel dönüm noktalarına da vurgu yapıyor. Bunlardan en önemlisi, Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci.
Boris Yeltsin çeşitli sağlık sorunları ve alkolizm sebebiyle ayakta duramaz bir halde, 1999’da iktidarı genç ve yabancı dil (Almanca) bilen KGB ajanı Putin’e devrediyor. Putin başa geçer geçmez eski Sovyetler milli marşını tekrar yürürlüğe koyuyor. Ülkenin tek bağımsız medya kuruluşunu yeniden devlet tekeline alıyor. Yasama organı Duma’nın siyasi erkini buduyor. Seçimle gelen bölge valiliği sistemini ortadan kaldırıyor ve de belki de en önemlisi, Rusya için oldukça yıpratıcı geçen Çeçen içi savaşında el arttırıp aşırı güç kullanarak buradaki bağımsızlık yanlılarını pasifize ediyor.
Putin’e karşı diklenmeye çalışan oligarklar da fazlasıyla nasibini alıyor bu merkezileştirme stratejisinden. Rusya’nın en zengini, enerji imparatoru Khodorkovsky bile bir anda kendisini parmaklıklar arkasında buluyor. Tüm servetine de el konuyor.
Putin adım adım devletin tüm siyasi kurumlarını, güvenlik bürokrasisini, burjuvaziyi, medyayı ve Ortodoks kilisesini doğrudan kendisine bağlıyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra rant kapılarını tutmuş ekonomik güçlere, sadece ona boyun eğerek ayakta kalabilecekleri mesajını veriyor.
Siyasi erki merkezileştirmeyi başarıp Kremlin’i 20 yıldır yöneten bir lider portresi çiziyor, Susan Glasser. Ancak tüm bunlara rağmen önemli zaafları olduğuna işaret ederek bitiriyor makalesini. Ekonomik zayıflama, giderek azalan rant için birbiriyle didişen oligarklar ve içerideki çöküşü maskelemek için kabartılan milliyetçilik, tehlike sinyalleri olarak sıralanmış en son paragrafta.
Çin makalesinin başlığı şöyle: Party Man: Xi Jinping’s Quest to Dominate China
Yazar Richard McGregor önceki Rusya makalesinde olduğu gibi yazısına Xi Jinping’in çocukluğundan başlıyor. Babası partinin üst düzey yönetiminde yer almış, hatta 1950’lerde Başbakan yardımcılığına kadar yükselmiş. Ancak 1960’larda Kültür Devrimi ve onun elitizm karşıtı dalgası ile baba konumunu kaybediyor, kırsal bölgelere sürgüne gönderiliyor.
Babasının Kültür Devrimi sırasında itibar kaybına rağmen, Xi iyi bir eğitim alarak parti kadrolarında en yüksek noktalara erişiyor. Politbüro tarafından sadakatine güvenilerek 2013 yılında Parti Genel Sekreterliğine getiriliyor.
Sovyetlerin dağılmasından fazlasıyla etkilendiği söylenen Xi, Komünist Partiyi kökten sarsan bir dönüşüme imza atıyor. Yaklaşık 90 milyon üyesi olan Partinin iki milyon yedi yüz bin üyesi hakkında yolsuzluk soruşturması yapılıyor. Bir buçuk milyon üye ceza alıyor ki bunlardan bazıları idam cezası. Önde gelen bazı parti yetkilileri hapiste intihar ediyorlar. Bu yolsuzlukla mücadelenin aslında ciddi bir muhalif temizliği süreci olduğu da vurgulanıyor yazıda.
2017’ye gelindiğinde Xi, anayasayı değiştirerek genel sekreterlerin 2 dönemlik görev süresi sınırını lağvediyor. Böylece istediği müddetçe Çin’in lideri olmasının önü açılmış oluyor.
“Çin rüyası” programı ile kuvvetli bir merkezi idare yaratmış ve muhalifleri bertaraf etmiş Xi’nin, en ufak ekonomik tökezlemede alaşağı olabileceği uyarısı ile bitiyor yazı.
Üçüncü makale, Erdoğan’s Way: the Rise and Rule of Turkey’s Shapeshifter başlığı ile Kaya Genç’in kaleminden çıkma. Diğer yazılar gibi bu da liderin Kasımpaşa’daki zorlu çocukluk döneminden, simit satmasından, futbolculuğundan başlayarak bugünlere geliyor. Gerek belediye başkanlığı sırasındaki pragmatizmi, gerek Erbakan veya Gülen gibi zamanında kendisini desteklemiş ittifaklardan kopmadaki ustalığı, uzun vadede Erdoğan’ın yegâne lider olmasını sağlıyor yazara göre.
Bu sayıdaki diğer yazılara kıyasla, Genç belki de “her kabahati liderden bulma” sendromuna en az yakalanmış yazarlardan. Liderin biyografisi ve kişiliğinin yanı sıra Erdoğan’ın “sinir uçları” diye tabir ettiği partinin tabandaki örgütlenmesine, Gül-Arınç-Erdoğan troykasının başarılarına ve Gülenciler sayesinde bürokrasiyi ele geçirmenin Erdoğan’a güç sağlamasına da değiniyor. Bu sayede indirgemeci (her şey bu lider yüzünden oldu!) açıklamalardan uzaklaşmış oluyor.
Duterte yazısı iç karartıcı. Başlık: The Vigilante President: How Duterte’s Brutal Populism Conquered Philippines. Belediye başkanlığı döneminden başlayarak Duterte’nin zorbalığı, kanun tanımazlığı, yargısız infazları ve son derece maço bir söylemi nasıl kullanarak yükseldiğini anlatmış yazar.
Ben siyaset bilimci olarak hemen her siyasi lidere mümkün olduğunca tarafsız, analitik ve bilimsel bir bakış açısı ile yaklaşmaya çalışırım. Ancak izninizle burada Duterte’ye olan tiksintimi ifşa etmeden geçemiyorum.
“Ama tiksinti de biraz ağır laf değil mi Hocam?” derseniz, buyurun kısa bir anekdot:
Bu insan bozuntusu belediye başkanı iken, şehirde bir rahibeye tecavüz etmiş ve öldürüp paçavra gibi kenara atmışlar kadını. Sanıyorum Filipinler’de belediye başkanının polis ve asayişe dair de yetkileri var. Bir şekilde bu rahibenin tecavüz ve ölüm haberi Duterte’ye iletiliyor. Gidip duruma bakıyor ve şöyle tepki veriyor: “Que lastima… Ne yazık, nasıl da güzel yüzü, artist gibi, ne yazık… Bunu yapanlar önce beni çağırmalıydılar, yazık olmuş…”
Şimdi Daktilo 1984’ü okuyan nezih ve kıymetli okurlar ilk etapta buradaki rezilliği kavrayamayabilirler, doğaldır… Ben de gözlerime inanamadım ve defalarca okudum kitaptaki o paragrafları. Müstesna okurlar için ben mealen çevireyim izninizle. Yani adam diyor ki etrafındakilere: “Rahibe mahibe… Kadın beyaz ve güzel, artiz gibi! Buna tecavüz edilecektiyse de önce ben yapmalıydım… Niye vaktinde haber vermediniz ki? Bak, şimdi ölmüş, yazık olmuş… Kaçtı elimizden fırsat…”
İşte şimdi nehirlerinden işkence görmüş cesetlerin toplandığı Filipinler’i, bizzat yargısız infaz yapmakla, gündüz vakti sokakta adam öldürmekle övünen, güzel kadına tecavüz edilecekse önce beni çağırın diyebilen bu Duterte denilen yaratık yönetiyor…
Yazı ayrıca Filipin’in yaşadığı sosyo-ekonomik değişimden, yükselen orta sınıfların özellikle gecekondu mahallelerinde kurduğu baskıcı kentsel dönüşüm projelerinden, Duterte’nin buralarda uyguladığı zorbalığın yeni zenginler arasında nasıl pirim yaptığından da bahsediyor. Filipin’in az biraz demokrat vatandaşlarına geçmiş olsunlar dileyerek son makaleye geçelim.
Ancak, Macaristan ve Victor Orban’a geçmeden burada kocaman bir parantez açmak istiyorum: Kendisini iyi bir siyaset bilimci olarak nitelendiren herkes, pek çok ülkenin en azından 20. Yüzyılda yaşadığı önemli tarihsel dönüşümleri bilmelidir. Çin hiç çalışmadığınız, ilgilenmediğiniz bir ülke olabilir. Ama 1949 yılında Komünist Parti ve Mao önderliğinde bir devrim yaşadığını bilmezseniz, Kültür Devrimi hakkında hiçbir fikriniz yoksa bugüne dair okuduklarınızı kavrayamazsınız.
Aynı durum Rusya için 1917 Devrimi ve 1989, Şili için 1973 Pinochet Darbesi, Meksika için 1910 Devrimi, İran’da 1979 ve Humeyni, ABD için 11 Eylül, Japonya için Hiroşima, Nagazaki ve 2. Dünya savaşı sonrası ABD müdahalesi, Irak için 2003 ABD işgali, şeklinde devam eder. Bunları asgari düzeyde bilmeden, bu ülkeler hakkında okuduğunuzu anlayamazsınız.
Keza iyi bir siyaset bilimci, çok temel iktisadi gelişmişlik göstergelerine de hâkim olmalıdır. Bunun en kestirme yolu, baktığınız ülkenin Birleşmiş Milletler kalkınma indeksindeki 4 temel gruptan/ligden hangisine düştüğünü bilmek.
İnsani Kalkınma İndeksi’ni 4 ligden oluşan bir gelişmişlik skalası olarak düşünebilirsiniz. Burada sadece ekonomik veriler değil, eğitim, sağlık gibi temel sosyal göstergeler de hesaba katılır. Haritada koyu görünen ülkeler daha gelişmiş, açık renkliler ise daha az gelişmiş ülkeler.
Aşağıdaki tablo ise ilk 20 ülkeyi gösteriyor. Sıralamanın tamamını merak edenler şu linkten bakabilirler: http://hdr.undp.org/en/composite/HDI
Ben hemen Türkiye’nin 64. sırada ve 2. Ligde yer aldığını belirteyim, meraklı ve benim gibi sabrı az okurlarıma. Bizim genellikle kendimizde kıyaslayıp pek de matah bulmadığımız ülkelerden Yunanistan, Bulgaristan, Arjantin, Şili ve hatta Macaristan ve Rusya bile ilk 60 içerisine girerek insani kalkınma açısından 1. Ligde yer alabilmiş ülkeler.
İyi siyaset bilimci ayrıca ülkelerin siyasi/demokratik statüsünü de genel olarak bilmelidir. Bunun en kestirme yolu da, Freedom House tarafından yapılan 3 büyük gruplandırma: Özgür-Kısmen Özgür-Özgür Değil. Ülkelerin temel hak ve özgürlükleri her yıl gözlemleniyor ve ona göre 3 kategoriden birine yerleştiriliyor.
İtiraf edeyim, dergideki 5 makaleden benim için en zoru Macaristan ve Orban oldu. Neden?
Çünkü çok fazla bir şey bilmediğim bir ülke burası. Demokratik açıdan sıkıntıları olduğunu sağır sultan da duydu, ancak yazıyı okurken bu ülkenin benim kör noktamda kaldığını idrak ettim. Bu nedenle de bu kocaman parantezi açtım.
Sizi siz olun, her ülke hakkında az çok bilgi sahibi olun ki, okuduklarınızı bir zemine oturtabilin, bilmekten korkmayan, araştırma-sever okurlarım.
“Hocam her şey Google’da var zaten, niye ezberleyelim ki?” tavrı, size hiçbir şey kazandırmaz. Tabii, her şey Google’da var. Ama bilene ayrı, bilmeyene ayrı hizmet verir Google, haberiniz olsun.
Ben örneğin son 20 yıldır hiç ilgilenmediğim futbol hakkında Google sayesinde 5 dakikada sağlıklı bilgi sahibi olamam.
Yalan yok, denedim!
Hakikaten az önce Google’dan baktım ‘1. Lig puanları’ diye, hiç bilmediğim takımlar çıktı! Yahu bizim Fenerbahçe’ye filan ne oldu derken baktım, onlar meğer Süper Lig’de imişler… Nasıl bir şey bu Süper Lig, ne zaman çıktı, kim bunlar, Ali Şen duruyor mu? Derken baktım anlaşılır gibi değil, bıraktım ipin ucunu. Ama Antep’in pek uzun isimli bir takımı varmış Süper Lig’de, arada onu fark ettim.
Takdir edersiniz ki, futbol takımlarını sürekli takip eden biri ile benim 3 dakikalık Google taramam eş tutulamaz. Onlar internete bakar ve pek çok şey öğrenir, ben bakarım, belki daha çok kafam karışır…
Yani neymiş, her ülke hakkında az biraz bilgi sahibi olmalıymışız. Parantezimizi kapatıp Macaristan’a dönelim.
Başlık: The Transformer: Orban’s Evolution and Hungary’s Decline
Paul Lendvai, Orban’ın siyasi kariyer basamaklarını tırmanırken geçirdiği evrimi anlatıyor. Gençliğinde, Macaristan Sovyetler etkisi altındayken Soros ile aynı saflarda yer alıp ondan fazlasıyla destek görmüş Orban. Ama zamanla bu liberal-demokrat siyasi pozisyonu terk edip giderek otoriter, milliyetçi, adeta mafya patronu gibi bir lidere dönüşmüş.
Şimdi Soros’a karşı en saldırgan, anti-semitik liderlerden biri Orban. Hey gidi yalan dünya, nereden nereye, demeden geçemiyor insan… Muhteşem Evropa da (alıcılarınızın ayarlarıyla oynamayın, özellikle Evropa diye yazıyorum) öylece seyrediyor Macaristan’da yaşanan bu ağır çekim çürüyüşü. İçler acısı…
Uzattık, kapatalım:
Hülasa, Rusya’yı anlamak istiyorsak, en az Putin’in fareli çocukluk evi kadar ülkenin temel iktisadi verilerine de bakmalıyız. Nereden geliyor bu değirmenin suyu?
Koca bir rantiye devlet literatürü bize diyor ki, eğer ekonomik faaliyetler petrol-doğal gaz-maden gibi birkaç kalemle kısıtlıysa, bunlar kolayca ufak bir kesimin eline geçer. O iktisadi erki elde tutanlar, kendilerine sadık olan kesimleri mükâfatlandırır, muhaliflerin de başını ezerler.
Oysa iktisadi pasta pek çok sektör arasında paylaşılmışsa, yani endüstriniz, tarımınız, banka-medya-eğitim gibi hizmet sektörleriniz kendi alanında ayrı ayrı varlık gösterebiliyorsa, güçlüyse, bunları tek elde toplayıp Deli Dumrulluk yapmak daha zordur. O yüzden böyle gelişmiş, çok yönlü ekonomik profile sahip ülkelerin demokrasi olma, demokratik liderlere sahip olma şansı daha yüksektir.
Devlete, kurumlarına, temel iktisadi yapılara, seçmen davranışına hiç işaret etmeden her başarıyı lidere bağlamak ya da her kabahati liderden bilmek, oldukça indirgemeci bir yaklaşımdır. Maalesef bunun alıcısı da çoktur.
Uluslararası İlişkiler alanında eğer bilimsel bir eğitim aldıysanız, derslerde size mutlaka “analiz seviyeleri” konusunu göstermişlerdir. Bireysel düzeyde, ulus-devlet düzeyinde veya küresel düzeyde analizler yaparak çeşitli olguları açıklayabilirsiniz. Ancak burada ustalık şudur: Bir düzeyde gözlem yaparken diğerlerini dışlamamak, gözden kaçırmamak gerekir.
Hepimize zengin, verimli ve kapsamlı analizler diliyorum.
Kalın sağlıcakla.