[voiserPlayer]
Galiba bu gidişle podcasti güncel filmler için, buradaki yazılarımı da streaming platformları için kullanacağım. Eskiden haftada 2 hatta daha fazla film izlediğim bolluk yılları geride kalmış gibi görünüyor. Neyse, yeni çağ ve yeni yükümlülükler… Ayak uydurmak lazım.
Artık rekabet arttı. Bir sürü platform ülkemizde faaller, yurt dışındaki içeriklerini, çoğu zaman eş zamanlı olarak Türkiye’de de yayınlıyorlar. Reklamsız ve bol aylık üyelik ücreti ödediğimiz bu hizmetler bize biraz mobilite sağlıyor, ilgimizi çeken şeyleri istediğimiz zaman ve yerde izleme özgürlüğümüz oluyor. Ama esas mesele de bu. Merak uyandıracak bir iş nadiren çıkmaya başladı.
Mesela Netflix’i ele alalım. Bu sene Andropoz haricinde ilgimi çeken ve eğlenerek izlediğim bir şey var mıydı inanın hiç hatırlamıyorum bile. Sanki koca sene her ay boşuna para saçıyormuşum gibi hissettiriyordu. Ve hayır bunun Netflix’in woke içeriklerle dolup taşması ile alakası yoktu. Bir kere şunu açıklamam lazım. Netflix’te her kesime uygun içerik var. Cinsellik, vahşet, kan, ofansif mizah, çeşitli ırkçı ve cinsiyetçi stereotipleri besleyen dizi ve programlar… Sadece doğru yere bakmanız gerekiyordu bulmak için. Ki böyle onlarca hatta yüzlerce program olduğunu bildiğim için esas merak ettiğim şey bunları nasıl bulamadığınızdı.
Netflix’in derdi woke’luk değildi hayır. İlgi uyandıran, iyi oyuncuların ve yapım ekibinin elinden çıkan projelere imza atamıyorlardı. Sürekli birbirinin benzeri işleri farklıymış gibi görünen konular perspektifinde karşımıza çıkartıp duruyorlardı. Filmler konusunda çok kötü çuvallıyorlardı, birbirinin peşi sıra reality show ve belgeseller görüyordum ama en güçlü oldukları alanlardan birisi olan diziler cephesinde de durum pek parlak sayılmazdı.
Neyse lafı fazla uzattım yine, toparlayayım. Guillermo Del Toro’s Cabinet of Curiosities (COC olarak anacağım yazının kalanında) son zamanlarda Netflix’te izlediğim en iyi kotarılmış ve izlenilen zamanı fazlasıyla hak eden muazzam bir iş olmuştu. Hatta korku janrını çok seven benim nazarımda neredeyse bir yıllık üyelik ücretini bile amorti ettirmişti.
Açıkçası Guillermo abimizle daha yeni yeni barışmaya başladım. Her zaman büyük yönetmendi ama konuları ele alma şekli bazen beni yoruyordu. Ama söz konusu kişi son yılların en başarılı ve faal yönetmenlerinden birisi olunca, bir yerden sonra mecburen tekrar ısınmaya başlıyorsunuz. Mesela geçen seneki Nightmare Alley beni fazlasıyla mutlu etmiş ve artık tekrardan üstadın yeni eserlerini heyecanla bekleyenler arasına almıştı beni. Sırf bu yüzden yakında gösterime girecek olan Pinokyo uyarlaması için şimdiden beklentilerim gayet olumlu. En azından Zemeckis’in imza attığı rezaleti unutturur diye düşünüyorum.
Peki tam olarak ne var bu COC içinde? Her biri farklı ekipler tarafından çekilmiş korku hikayeleri var. Ekran süresi olarak dizi gibi bir his bıraksa bile bazı bölümleri izledikten sonra bir filmin kurguda kısaltılmış versiyonu gibi hissettiriyor. Genel olarak tüm bölümlere dair konu, oyunculuk vs gibi şeylere (her ne kadar istesem de) çok girmeyeceğim. Çünkü o zaman bu yazının fena halde uzadığını görür gibi oluyorum. Sadece şöyle özetlememe izin verin: En kötü bölüm bile bir kalitenin altına düşmüyor, hatta birkaç bölümün daha uzun ve rahat bir şekilde işlenmesini isterdim. Guillermo Del Toro’nun küratör ve host’luğunda ilerleyen bölümler rahatsız edici, atmosfer ve oyunculukları güçlü, her biri ayrı bir karanlık yolculuğa isabet eden görkemli bir proje. Seyir keyfinizi baltalamak için favori bölümlerimi burada yazmayacağım ama en az keyif aldığım bölümler yer yer Black Mirror havasına yakınsar gibi olmuştu ama o halde bile konuyu gayet iyi bağlıyorlar. Çağımızın Hitchcock Presents’ına imza atmak da Guillerme üstada nasip oldu. Başarılarının devamını dileriz. Son sözüm de Netflix patronlarına. Lütfen Guillermo Del Toro karşınıza bir proje ile gelirse hiç tereddüt etmeden istediği bütçeyi ona verin. Size kalsa doğru düzgün bir şey izlemeye hasret kalacaktık.
The Devil’s Hour
Prime bir süredir Rings of Power ile cazibesini sürdürmeyi ve isminden bahsettirmeye çalışıyordu ama dizi (iyisiyle ve kötüsüyle) sezon finalini yaptı ve biz “ee hepsi bu kadar mı?” der gibi ekrana bakar olduk. Rings of Power tartışmasına buradan girmeyeceğim elbette (podcastini çektik merak ediyorsanız oraya bakabilirsiniz) ama genel olarak son 2 yıldır Prime original işlerini Netflix’e daha çok tercih ettiğimi söyleyebilirim. Az ve öz olsa da çeşitlilik ve sunumları ile ortalama olarak rakiplerine kıyasla daha başarılı gibi geliyorlar bana.
Sadece nicelik olarak platformu doldurmakta ve başka networklerin işlerini portföylerine eklemek konusunda çok başarılı olduklarını söylemek güç. Belki de en büyük handikapları bu olabilir. Ama o konuda da bazı yeni hamleler geldi Amazon Prime cephesinden. Özellikle MGM satın alması ile geniş bir repertuarı elinin altına alan Prime’ın “content is king” döneminde yeni açılımlara imza atmasını bekliyorum.
Gelelim dizimize. Açıkçası vizyon kıtlığı sebepli streaming platformlarını daha sık kurcalamaya başladım. Madem sinemaya dair seçeneklerimiz azaldı o halde etrafa daha dikkatli bakmam lazımdı ki izlenecek (+ konuşulacak + yazılacak) bir şeyler bulma ihtimalim daha da artardı. Açıkçası ilk başta The Peripheral’ı daha çok merak ediyordum ama onun da henüz bitmesine vardı. O yüzden hemen dümeni The Devil’s Hour’a kırdım ve sonuçtan mutluyum.
Açıkçası bu dizi üzerinde düşündükçe bir şeylere benzetecek gibi oluyorum. Sonraki satırlar için beni kozmos affetsin ama her ne kadar konu açısından alakaları olmasa da bu dizi bana fena halde Dark’ı anımsattı. Hani şu Almanların çektiği, milletin kimin kimin annesi/ babası/ kardeşi olduğunu koca bir infograf ile takip edebildiğimiz ilk sezon dahi kendisine tanımlanan materyalden fazlasını kullandığını belli eden ve hayal kırıklığı ile final yapan malum abartı dizi.
Ama Dark ismini görünce sakın yüzünüzü ekşitmeyin. The Devil’s Hour o dizinin başaramadığı her şeyin altından gayet rahat bir şekilde kalkıyor demek mümkün. Zaten ilk bölümden itibaren flash forwardlar ile bir merak unsuru tesis etmeleri yetmezmiş gibi konu akışında kenarlara serpiştirdikleri gizem kırıntıları da sıklıkla aklınızı meşgul edecek gibi. Ancak dizimiz bu noktada kendini fazla ciddiye alıp konusunu satmaya çalışmıyor seyirciye. Konular ve karakterler arasında kurulan bağlantılar tamamen kafanızdaki boşlukları doldurmasa bile bilinmeyen detaylara dair merakınızı tatmin edebilir.
Şu an genel olarak seyirciler nezdinde nasıl bir ilgi topladığını bilemiyorum ama şimdiden Amazon Prime 2. ve 3. Sezonların onaylandığını duyurdu bile. Ben ilk sezondan yana çok tatmin olduğum için şikayetçi değilim elbette ama yapımcı ve senaristlerin belli bir dengeyi ve akışı gözeteceklerini umut etmek istiyorum. Polisiye, gizem ve gerilim türlerinin güzel bir harmanı olan bu seri, eğer gidişatı bozmazsa uzun yıllar hatırlanacak bir esere dönüşebilir.
Fotoğraf: Thibault Penin