[voiserPlayer]
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ay ortasında yapılan NATO zirvesinin neredeyse yıldızı oldu.
Erdoğan tıpkı geçen yılki Madrid zirvesinde olduğu gibi son anda herkesi rahatlatan bir adım attı. Ya da atar gibi yaptı.
Madrid’de de Finlandiya ve İsveç’in üyeliğini onaylıyormuş gibi göründü; ancak Finlandiya’nın NATO’ya giriş protokolü onaylanırken, İsveç’inki Meclis’e gönderilmedi.
Ve Erdoğan tıpkı Madrid’de yaptığı gibi, Vilnius’taki devlet ve hükümet başkanları zirvesinde de “mış” gibi yaptı. Yani İsveç’e şartlı bir sarı ışık yaktı. Işığın tam yeşile dönmesi için Meclis’teki oylamanın sonuçlanması gerekiyor.
Yani Erdoğan bir kez daha ters köşe yaptı. Ancak bu ters köşeler, küçük kazanımlar getirse de Türkiye’nin büyük bedeller ödemesine yol açıyor.
Erdoğan’ın ters köşelerini daha iyi anlayabilmek için filmi biraz geri sarmak gerek.
İsveç’in bir yıl boyunca, önce anayasasını sonra kanunlarını değştirmesini yeterli bulmayan Erdoğan’ı ikna için seçimlerden hemen sonra ABD devreye girdi.
Zirve öncesindeki 20 gün boyunca yoğun bir diplomatik trafik yaşandı. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, ABD’li mevkidaşı ile biri yüz yüze ikisi telefonda olmak üzere üç görüşme gerçekleştirdi. Vilnius zirvesinden iki gün önce, yani Cumhurbaşkanının yola çıkacağı 9 Temmuz Pazar günü, ABD Başkanı Joe Biden ile Erdoğan bir telefon görüşmesi gerçekleştirdiler.
Bu görüşmelerden yönetimin Türkiye’ye F16 satışlarının Kongre’den geçişinin sağlanması için güçlü mesajlar verdiğini çıkartabiliriz. Biden ile Erdoğan’ın Vilnius zirvesinde ikili görüşme yapma kararının da bu görüşmeler sonucunda kararlaştırıldığını tahmin edebiliriz.
Erdoğan’dan Son Dakika AB Şartı
Bu görüşme trafiğine karşın Erdoğan yola çıkmadan önce yaptığı açıklamada olumsuz ve tavizsiz bir hava çizdi. Hatta gider ayak İsveç’in üyeliği için yeni bir şart daha öne sürdü.
“Siz önce Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin önünü açın, biz de İsveç’in önünü açalım” dedi. Herkese de “nereden çıktı bu AB meselesi” demek düştü. Almanya Başbakanı ve AB’den anında “ikisi ayrı konular” şeklinde açıklamalar geldi.
Diplomaside birbirine alakasız iki konunun birbiriyle bağlantılandırılması görülmemiş bir pratik değildir. Mesele şu ki; madem iki konu birbirine bağlanacaktı, o zaman niye bir yıl beklendi. Üstelik, 1 Ocak – 30 Haziran arasında İsveç AB’nin dönem başkanlığını yürütürken bu bağlantı gündeme getirilmemişti.
Tabii ki İsveç’in NATO üyeliği karşılığında, özellikle mevcut şartlarda, Türkiye’nin AB ile üyelik müzakerelerinin yeniden başlatılmasını istemek gerçekçi değil.
Ancak, EDAM direktörü Sinan Ülgen’in önerdiği gibi İsveç kartı, “Türkiye’nin yıllardır haksız yere dışlandığı Avrupa Savunma ve Güvenlik Politikasına dahil edilmesi” için kullanılabilirdi.
Her halükarda, Cumhurbaşkanı’nın “siz AB’de önümüzü açın ki biz de İsveç’in önünü açalım” demesinden 24 saat geçmemişti ki Vilnius’tan olumlu haber geldi.
Erdoğan’ın, NATO Genel Sekreteri ve İsveç Başbakanı ile 10 Temmuz akşamı iki tur yaptığı görüşmelerde uzlaşma sağlandığı açıklandı. İki görüşme arası Erdoğan AB Başkanı Charles Michel’le görüştü, ama Michel’in “tamam biz sizin önünüzü açarız” demiş olması elbette uzak ihtimaldi. Erdoğan AB kartını 24 saat içinde geri mi çekmişti? Bu sorunun cevabına birazdan geleceğim.
Sonuçta NATO Genel Sekreteri Pazartesi gece yarısına doğru basının karşısına çıktı ve Erdoğan’ın İsveç’in üyelik protokolünü en kısa zamanda Meclis’e göndermeyi kabul ettiğini söyledi. Erdoğan’ın ikna edilmesinde, 7 maddelik bir uzlaşma belgesi rol oynamıştı ve Madrid’de varılan mutabakattan farkı, İsveç’in terörle mücadele konusunda ne yapacağına dair Ankara’ya bir yol haritası sunacağını belirtip Türkiye’nin üyelik sürecini destekleyeceği vaadinde bulunması idi.
NATO Kulislerinde Sevinçli Şaşkınlık
Bu açıklama, sevinçli bir şaşkınlıkla karşılandı ve NATO çevrelerinde büyük rahatlık yarattı. Zira, Ukrayna’ya verilmesi gereken üyelik perspektifine dair görüş ayrılığı içinde olan İttifak’ın bir de İsveç konusunu çözememiş olması, Rusya’ya “bölünmüşlük” görüntüsü verecekti. Bu nedenle, Erdoğan neredeyse “şov’u kurtaran star” gibi karşılandı.
Bu noktada, NATO zirvesinden kısa bir süre önce Ukrayna lideri Volomidir Zelensky’nin Türkiye ziyaretinde gerçekleşen sürpriz gelişmeleri hatırlatmakta fayda var.
Polonya ve Baltık ülkelerinin Ukrayna’ya net bir üyelik mesajı verilmesi ısrarına, ABD’nin de aynı netlikle karşı olduğu bir ortamda Erdoğan, Ukrayna’nın üyeliğine tam destek verdi. Ama asıl şaşırtıcı gelişmeyi savaşın sonuna kadar Türkiye’de kalması kararlaştırılan Azov komutanlarının Zelensky ile birlikte Ukrayna’ya dönmelerine izin verilmesi oluşturdu.
Erdoğan’dan Sürpriz Azov Komutanları Kararı
Altını çizmekte yarar var, komutanların ülkelerine dönmelerine neden izin verildiğine dair resmi ya da gayri resmi makul bir açıklama şimdiye kadar yapılmadı. Erdoğan’ın hemen herkesin ağzını açıkta bırakan bu jestine ilişkin perde arkası bir bilgi sızmadı. Ortalıkta uçuşan spekülasyonlar var.
Bu spekülasyonlara göre Erdoğan, Wagner’in şefi Prigojin’in isyanıyla Rus lider Vladimir Putin’in elinin zayıfladığını görmüştü. Ayrıca Moskova’dan gelen tahıl anlaşmasının süresinin uzatılmayacağına dönük açıklamalara de tepki olarak Azov komutanlarıyla ilgili bu kararı almıştı. Bu spekülasyonlar ne ölçüde gerçeği yansıtıyor, ihtiyatlı olmak gerek.
Ancak özellikle Batı basını, bu birkaç gelişmeyi alt alta koydu; Türkiye’nin ekonomik güçlüklerinin de ışığında, “Erdoğan dümeni Batı’ya” kırdı temalı haberler yayınlamaya başladılar. Reuters, AFP ve New York Times’ın haber yorumlarında benzer mesajlar vurgulandı: “Türkiye Batı’nın ekonomik desteğine muhtaç, Putin’in de zayıfladığını görüp artık Rusya’ya sırtını dönmeye başladı.”
Bu yorumlar çok erken yapılmış yorumlar. Ancak Erdoğan bu yorumlardan yararlandı. NATO zirvesine gölge düşüren lider olarak anılmak istemedi. Üstelik, İsveç’le anlaşmaya varıldığı kararının, zirvenin birinci günü Biden’la yapacağı görüşme öncesi duyurulmasına da özen gösterdi.
Böylece, “Biden Erdoğan’a baskı yaptı, Erdoğan baskıya dayanamayıp geri adım attı” yorumlarının da önüne geçti.
Ayrıca Erdoğan, İsveç konusunda sorun çözümlenmiş havasıyla Biden’la görüşmeye girdi. Bu sayede, hem Biden’dan F16’larla ilgili daha güçlü bir güvence elde etmek, hem de ABD başkanından Washington’a bir davet almayı hesapladı.
Her ne kadar ABD’lilerden F16’lar konusunda olumlu açıklamalar yapılmaya başlandıysa da Washinton’a ziyaret konusunda herhangi bir işaret verilmemesi dikkat çekici idi. En azından, “iki lider sonbaharda tekrar bir araya gelmeyi kararlaştırdılar” türü genel geçer bir ifade bile kullanmadı iki taraf.
Yine de Erdoğan’ın Biden’ın ardından, Fransa Cumhurbaşkanı, Almanya, İspanya ve İtalya başbakanlarıyla art arda yaptığı görüşmeler sayesinde hep olumlu hava estirildi. Batılı liderler Erdoğan’la görüşmek için sıraya girdi algısı yaratıldı. Batı basınında da “bu zirveden beklentilerin üzerinde sonuçlar elde edildi” türü yorumlar çıktı.
Erdoğan Şartlı Evet Kararını Zirve Sonunda Açıkladı
Ama Erdoğan deyim yerindeyse asıl bombayı Vilnius’tan ayrılmadan önce, basın toplantısında patlattı. “Meclis kapalı” dedi ki değildi. İsveç’in üyelik protokolünün görüşülmesinin Ekim ayına, yani Meclis’in yaz tatilinden dönmesine kaldığını söyledi. Herkesin de ağzı açık kaldı.
Çünkü genel beklenti, Erdoğan’ın Meclis kapanmadan İsveç’in katılım protokolünü imzaya göndereceği yönünde idi. AKP Sözcüsü Ömer Çelik 13 Temmuz’da bir haber kanalına yaptığı açıklamada, “Türkiye İsveç’in NATO üyeliğine evet demedi, NATO üyeliğinin önünü açmaya evet dedi” diye konuştu.
“Anlaşmamız böyle değildi. Ne olduğuna dair tam bir boşluğa düştüm” dedi, Ankara’da karşılaştığım bir Batılı büyükelçi. “Erdoğan ne istediyse aldı,” diye de ekledi.
Büyükelçinin kastettiği muhtemelen NATO çerçevesinde Türkiye’nin taleplerinin kabulü idi. Örneğin, Türkiye’nin talebi üzerine terörle mücadele konusunda özel temsilci atanması karara bağlandı. Zirve sırasında ayrıca, Savunma Üretimi Eylem Planı da kabul edildi. Bu plana Türkiye’nin talepleri doğrultusunda müttefik ülkelerin birbirlerine ambargo uygulamamaları yönünde bir ifade eklendiği söyleniyor. Malum Türkiye başta ABD, Almanya ve Fransa olmak üzere pek çok Batılı müttefikinin kimi açık kimi örtülü silah ambargosu altında.
Hollanda’nın Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan için geçerli olan savunma sanayi teçhizatlarının ihracatına ilişkin kısıtlama kararının sona erdirildiğine dönük 18 Temmuz tarihli açıklamasını da NATO zirvesine bağlayabiliriz.
Erdoğan başta ABD olmak üzere diğer müttefik ülkelerden de benzer adımlar bekliyor. Ama asıl hedefi özellikle yerel seçimler öncesinde İsveç kartıyla F16 satışını Kongre’den geçirmek ve Washington’da bir el sıkışma fotoğrafı sağlamak. Erdoğan Washington’a davet bekliyor.
Erdoğan Biden yönetimine o kadar güvenmiyor ki üst düzey verilen sözlere rağmen F16’larda deyim yerindeyse son dakika kazığı yememek için İsveç oylamasını Ekim’e bırakıyor. Anlaşılan, her iki başkent, yasama organlarında eş zamanlı bir onay süreci gerçekleştirmeye çalışacaklar. Tabii bir taraftan da Erdoğan Washington’a bir çalışma ziyareti yapmak istiyor. Bu konuda ne kadar istekli olduğunu görmek için Biden’la görüşmesi öncesinde söylediği sözlere bakmak yeterli:
“ABD ile stratejik mekanizma kapsamında sıranın devlet başkanları düzeyinde istişarelere geldiği kanaatindeyim. Görüşmeyi bunun ilk adımı olarak görüyorum. ABD Başkanı Biden ile bundan önceki buluşmalarımız adeta ısınma turları gibiydi. Ama şimdi yeni bir süreci başlatıyoruz. Benim için bu yeni süreç 5 yıllık bir süreç” dedi.
Erdoğan 2002 yılından bu yana ilk kez bir Amerikan yönetimi tarafından Beyaz Saray’da ağırlanmadı. Biden’ın kendisine dönük soğuk yaklaşımının farkında olan Erdoğan, ABD liderine, “Belki seçimleri kaybederim diye benle yakın temasa geçmedin ama işte seçimleri de kazandım, artık beni muhatap olmak durumundasın” mesajını vermiş oldu.
İsveç’in onay sürecini Ekim’e bıraktığının ortaya çıkması Amerikan tarafında soğuk duş etkisi yaratmış olabilir. Zirve sonrasında NATO Genel Sekreteri’nin Hakan Fidan’ı telefonla aramasını ve ABD Dışişleri Bakanı’nın Fidan’la Endonezya’daki bir uluslararası toplantı marjında tekrar bir araya gelmesini, bu soğuk duş etkisine bağlayabiliriz.
AB Baskı Aracını Tersine Çevirmek
Tekrar gelelim AB meselesine. Son dönemlerde AB’ye katılım sürecini tamamen gündeminden çıkaran Erdoğan ne oldu da birdenbire AB üyeliğini hatırlar oldu.
Bu hafıza dopingine AB’nin kendi sebep oldu diye bakmak mümkün. Zira, AB liderleri Haziran ayında yaptıkları zirvede, bloğun dışişleri şefi Joseph Borell’den ve Avrupa Komisyonu’ndan, Türkiye’yle ilişkilere dönük, “stratejik ve ileri bakan” bir rapor hazırlamasını istedi. Raporun da Ekim gibi yayınlanması öngörülüyor.
Bu noktada kafa karıştırıcı olan Komisyon’un zaten her Ekim’de aday üyelerle ilgili “ülke raporu” yayınlaması. Anlaşılan o ki AB liderleri, mevcut demokratik gidişatın değişmeyeceği, bu durumda katılım sürecinin de canlanmasının mümkün olmayacağından hareketle, “bu çıkmazı nasıl aşar da Türkiye’yle kendi çıkarımıza olacak şekilde makul düzeyde yeni bir ilişki ve işbirliği düzeni kurarız” arayışına girdiler.
Bu girişimin ardında muhtemelen, “İsveç’in üyeliğini onaylarsan raporda da olumlu unsurlar artar” yollu bir baskı arayışı da vardı.
Erdoğan ise İsveç’in üyeliği sürecini, raporun yayınlanma tarihiyle aynı döneme denk getirerek bu baskı aracını tersine çevirdi.
Vilnius’tan dönerken uçakta yaptığı açıklamada “AB üyelik sürecimizin yeniden canlandırılması noktasında olumlu bir kanaat hâkim” diyen Erdoğan, “Türk ekonomisine çarpan etkisi yapacak Gümrük Birliği’nin güncellenmesi müzakerelerini de hızlandıracağız. Vize serbestisinde de mesafe alacağımıza inanıyorum” dedi.
AB çevrelerinde Türkiye’ye ilişkin kanaatin Erdoğan’ın yansıttığı gibi olumlu olduğu kuşkulu. Erdoğan, Avrupa ile ilişkilerin de rayına girdiği izlenimini yaratmak istiyor. Ancak, demokrasi ve insan hakları konularında adım atmadığı sürece AB ile ilişkilerde iyileşme çok sınırlı kalacaktır.
Vilnius’ta yabancı bir gazetecinin sorusu üzerine Türkiye’de demokrasi ve temel özgürlükler konusunda sorun olmadığını söyleyerek Batı’yla ilişkileri yumuşatmak için içeride herhangi bir adım atma niyetinde olmadığını ortaya koydu. Dışarıda, Yunanistan’la Ege ve Doğu Akdeniz’de sükuneti korumanın ve Suriye’de yeni operasyonlara girişmemenin Batı’yla ilişkileri yumuşatmaya yeteceği hesabını yapıyor.
Sonuç olarak, Erdoğan’ın yeniden seçilmesinden sonra geçen iki ayda yaratılmaya çalışılan, “Türkiye, Rusya’dan uzaklaşıp, istikameti Batı’ya çeviriyor” izleniminin doğru olmadığını söylemek mümkün.
Her şeyden önce Erdoğan, kendisine (doğal gaz ödemelerini erteleyerek) seçim kazandırmış olan Putin’e istese de sırtını dönemez. Putin iki seçim arası tahıl anlaşmasını uzatarak zaten Erdoğan’a bir jest daha yapmıştı. 17 Temmuz’da süresi dolan anlaşmayı iptal etmesi ise çok büyük bir sürpriz olmadı.
Keza, BM’nin insani yardımlarının Suriye’nin kuzey batısına Türkiye’deki tek sınır kapısından yapılmasını sağlayan kararın uzatılmasını Rusya’nın veto etmesi de hiç beklenmedik bir adım değil.
Artık seçimler bitti. Putin Erdoğan’ın önüne bir fatura koyacak elbette. Ankara ile Moskova’nın birbirini rahatsız eden adımlar atmasını da “Erdoğan Putin’den uzaklaşıyor” aceleciliğiyle yorumlamak yanlış olur. Zira iki lider birbirine eskisinden daha da muhtaç. Masaya oturmadan karşılıklı salvolar yapılıyor gibi bakabiliriz.
Öte yandan Erdoğan, Batılıların gözünde, öngörülmez, tutarsız, her an U dönüşlere açık bir lider olma imajını sürdürüyor. Yani, “Yönünü Batı’ya döner, sonra sırtını tekrar geri döner” gibi bir durum var ortada.
Putin gibi bir lider Erdoğan’ın ters köşe yapma hallerine alışık olabilir. Ancak Batılı müttefiklerle ilişkilerde ters köşeler ters tepiyor. Bu durumun bir bedeli oluyor. Türkiye Batılı ülkelerle ilişkilerinden azami olarak faydalanamıyor.
En basitinden, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, göreve geldiğinden bu yana üçüncü kez Körfez’e gitti. Bir kere bile olsun Batı’ya gitmedi. Eskiden olsa Batılı yatırımcılarla buluşmak için Londra, New York, Berlin’e gidilirdi. Gitmiyor, çünkü kalıcı yatırım için satacak hikayesi yok. Körfez’e gidiyor, çünkü orada hukukun üstünlüğü varmış yokmuş demeden Türkiye’nin varlıklarını üç otuz kuruşa satın alma hevesinde bir sermaye var.