Çelik sektörünün yetkinliği, bir ülkenin sanayileşme kapasitesi için belirleyicidir. Çelik olmadan inşaat, otomotiv ve makine gibi endüstriyel alanlarda üretim yapamazsınız; köprü, demiryolu, enerji santrali gibi kritik altyapı projelerini gerçekleştiremezsiniz. Bu tür faaliyetler için dışa bağımlı hale gelirseniz, ekonominizin kırılganlığı artar. Çelik sektöründe zayıf olmanın savunma sanayine de yansımaları olur, zira kendi çeliğini rekabetçi maliyetlerle üretemeyen bir ülke tank, savaş gemisi, uçak ve diğer pek çok askeri teçhizatın üretimi için yabancı bir ülkenin çeliğine muhtaç kalır.
Çeliğin stratejik rolünden dolayı zamanında birçok ülke, çelik sektörünü rekabetçi hale getirmeye yönelik politikalara öncelik vermiştir. ABD, Henry Clay’in “American System” politikası çerçevesinde 19. yüzyılda çelik sektörüne yüksek gümrük vergileri uygulayarak, sektörü İngiliz çelik üreticilerinden korumuş, ona uluslararası alanda rekabet edebilecek olgunluğa erişmesi için zaman kazandırmıştır. Bu politika olmasaydı, ABD ikinci sanayi devrimi sırasında güçlü bir çelik üretim kapasitesine sahip olabilir miydi? Sanıyorum olamazdı.
Bismarck döneminde Almanya da çelik sektörünü koruma altına almış, Krupp gibi büyük sanayi kuruluşlarını dünya çapında rekabetçi hale getirmiştir. Benzer örnekler 2. Dünya Savaşı sonrası Japonya’sında ve 1970’ler Güney Kore’sinde de var. Yalnız bu politikalar sektördeki oyunculara zaman kazandırdıkları için başarılı olmamış. Bu gerekli tabii, ama yeterli değil.
ABD, Almanya, Japonya ve Güney Kore’de oyunculara kazandırılan zamana, verimliliği arttırmaya yönelik yatırım politikaları, tedarik ağına talep oluşturmaya yönelik sözleşmeler ve teşvik mekanizmaları eşlik etti. Ancak örneğin, İki dünya savaşı arası Arjantin, bağımsızlık sonrası Hindistan ve Nijerya’da ikinci gereklilikler yeterince hayata geçirilemedi. Sonuç olarak iç pazarları pahalı çeliğe mahkum oldu, korunan oyuncular ve onların koruyucu milletvekilleri bu işin tadını çıkardı; koruma politikaları ortadan kalkınca da yerli malın yabancıyla maliyet rekabetine giremediği ortaya çıktı.
Dolayısıyla çelik üretimi, ülkelerin endüstriyel gelişimi için çok önemli bir unsur. Bu yazıda ise günümüzde Avrupa Birliği’nin çelik sektörünü korumak için uyguladığı gümrük politikalarına ve bunların neden açıkça “gümrük vergisi” adını almayıp bir duyarlılık kılıfıyla sunulduklarına odaklanacak ve bu politikaların akıbeti ne olur diye tahmin etmeye çalışacağız.
Çelik Üretimi
Yaygın olan çelik üretim yönteminde, demir cevheri (Fe2O3) ve kömür yüksek sıcaklıklarda eritilir. Kömürün yanmasıyla oluşan karbonmonoksit (CO), demir cevherindeki oksijeni bağlayarak onu ayrıştırır ve ortaya karbondioksit (CO2) çıkar. Bu tepkime sonucunda sıvı halde ham demir elde edilir. Ardından bu ham demir, işlenerek çelik üretiminde kullanılır.
Yeni yeni yaygınlık kazanmaya başlayan bir yöntemde ise demir cevheri eritilmek yerine, hidrojen (H2) veya karbonmonoksit (CO) gazlarıyla tepkimeye sokulur. Gazlar, cevherdeki oksijeni bağlayarak oksijenin demiri terk etmesini sağlar. Bu süreçte su (H2O) ve karbondioksit (CO2) oluşur ve geriye katı, gözenekli yapıda bir ürün olan sünger demir kalır. Sünger demir, elektrik ark ocaklarında eritilerek işlenir ve çeliğe dönüştürülür.
İkinci yöntem karbonmonoksitin bir kısmı yerine hidrojen ikame ettiği için üreticinin fosil yakıta olan bağımlılığını da önemli ölçüde azaltacaktır. Peki bu niye önemli? Bunu anlamak için Avrupa ve rakip ekonomilerin çelik üretim maliyetlerine ve bu maliyetlerin içinde enerjinin payına bakmamız lazım.
Great Divergence[1]
Global Efficiency Intelligence’a göre dünyanın en çok çelik üreten 10 ülkesi 2021 yılında dünya çelik üretiminin yüzde 85’ini gerçekleştirdi. Buna göre yukarıda tarif edilen birinci yöntemde sırasıyla Hindistan, Rusya ve Brezilya en düşük maliyetlerle üretim yapan 3 ülke olurken Çin ise 4. sırada yer alıyor.
Avrupa’dan listeye girebilmiş iki ülke olan İtalya ve Almanya da sırasıyla son iki sırada yer alıyor. Üstelik birinci sıradaki Hindistan ile son sıradaki Almanya arasındaki üretim maliyeti farkı 2019’daki yüzde 33 seviyesinden 2021 yılında yüzde 46 seviyesine çıkmış durumda; yani fark kapanmıyor, hatta aynı kalmıyor, açılıyor.
Belirtmek gerekir ki çelik sektöründeki maliyetler değişken ve bir sene ülkelerin ton başına 400-600 dolarlık maliyet bandı etrafında kümelendiğini görürken ertesi sene 600-800 dolarlık maliyet bandı etrafında kümelendiklerini görebilirsiniz. Bu nedenle ilgimizi bizzat maliyetlerin kendisine değil, bu maliyetlerin bileşenlerine, yani kaç dolarlık maliyet hangi ülkede hangi girdiden geliyor sorusuna ve ülkelerin maliyetler bazında sıralamasına yönelteceğiz. Zira amacımız, insanlığın çelik üretimi gayesine ışık tutmak değil; Avrupa Birliği çelik üretimi sıralamasında nerede ve neden sıkıntı yaşıyor sorularını cevaplandırıp çevreci olma iddiasıyla ortaya çıkan gümrük regülasyonlarının esasen maliyet rekabetinden kaynaklanan sıkıntılara yönelik çözümler bulma çabası olup olmadığını irdelemek.
Avrupa’nın Pahalı Alışkanlıkları
Global Efficiency Intelligence’ın bulgularına göre İtalya ve Almanya’da bir ton çelik üretimi için enerji maliyeti yaklaşık 150 dolar iken, Çin ve Rusya’da bu maliyet Avrupalı rakiplerinin yaklaşık dörtte biri seviyesinde gerçekleşiyor. Araştırmanın metodolojisine göre enerji maliyetleri kapsamında değerlendirilen girdiler ağırlıkla kömür, doğal gaz ve petrol; elektriğin tüm girdilerdeki payı ise yüzde 7. Bu da bizi Avrupa’nın bahsi geçen fosil yakıt kaynaklarına erişimi ile rakip ekonomilerin bu kaynaklara erişimini kıyaslamaya yönlendiriyor.
İşin bu tarafında görülüyor ki dünya petrol rezervleri sıralamasında ilk 20’de hiç Avrupa ülkesi yok iken Rusya, Çin ve Brezilya sırasıyla 8, 14 ve 15’inci sıralarda yer alıyor ve toplam rezervin yüzde 7’sini kontrolünde bulunduruyor. Üstelik toplam rezervin yüzde 30’unu kontrolünde bulunduran Venezüella, İran ve Angola gibi ülkelerle yürüttükleri yakın ekonomik ilişkiler nedeniyle bu kaynaklara da Avrupalı ülkelere nazaran daha kolay erişiyorlar.
Doğal gaz rezervlerine baktığımızda Rusya tek başına toplam rezervin yüzde 24’ünü kontrolünde bulundurarak ilk sırada yer alıyor. Çin yüzde 2.4 ile 10’uncu sırada. İlk 20’deki tek Avrupa ülkesi yüzde 1 ile Norveç iken, Venezüella, İran, Nijerya, Kazakistan ve Özbekistan gibi Rusya ve Çin ile yakın ekonomik ilişkiler içerisindeki ülkeler toplam rezervin yüzde 25’ini kontrollerinde bulunduruyor.
Son olarak kömür rezervleri incelendiğinde, Avrupa için neredeyse bir teselliden bahsetmek mümkün olacak iken -zira Almanya, Polonya, Sırbistan ve Çekya ilk 20’de yer alarak toplam rezervin yüzde 7’sini kontrollerinde bulunduruyor- Rusya, Çin ve Hindistan listeye 2, 4 ve 5’inci sıralardan giriş yapıyor; 15’inci sıradaki Brezilya ile toplam rezervlerin yüzde 29’una tekabül eden bir miktara doğrudan erişim sağlıyorlar. Yakın ekonomik ilişkiler içinde bulundukları ekonomiler de hesaba katıldığında bu miktar yüzde 33 civarına yükseliyor.
Oysa bu kaynakların tüketim tablosuna baktığınızda ilk 20’de Almanya’nın istikrarlı bir şekilde yer aldığı, diğerlerinin ise kaynağa göre sıralamasının değişiklik gösterdiği 3-4 Avrupa Birliği ülkesini görüyoruz. Catan kutu oyununu oynayanlar iyi bilir, sahip olmadığın bir kaynağı kullanmak, elinde çok iyi bir kaldıraç yoksa, genelde pahalı bir alışkanlıktır. Avrupa’nın da bu pahalı alışkanlıktan mustarip olduğu anlaşılıyor.
Dünyanın en çok karbon emisyonu yapan ülkeleri listesinin yıllar içindeki değişimi de Avrupa’nın karbon emisyonu yapabilme kapasitesindeki düşüşü gözler önüne seriyor. Zira 1975 yılında en çok karbon emisyonu yapan ilk 10 ülke arasında 5 Avrupalı ülke varken bu sayı 1990’da 4, 2005’te 2 ve 2008’de 1 olarak gerçekleşti. 2023 yılında da Avrupa’dan yalnızca Almanya ilk 10’da yer almış. Avrupalı şirketlerin karbon emisyonunu sınırlandıran Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) ancak 2005 yılında yürürlüğe girmiş (2026 yılında efektif olacak). Dolayısıyla Avrupalıların karbon emisyonu yapamamasını küresel ısınmayla mücadele konusundaki duyarlılığına değil de bu emisyonu gerçekleştirebilme kapasitesinin azalmasına bağlamakta bir beis yok. Karbon emisyonu yapmak iyi mi kötü mü değil mesele, parasını ödeyemeyen evvela yapamıyor, bunun altını çizmek gerek.
Karbon emisyonu gerçekleştirebilme kapasitesindeki azalmanın çelik sektöründeki üretim verilerine yansıması ise uluslararası çelik ticaretinde 2000 yılında dış açıkta ilk 10’da olmayan Avrupa Birliği’nin 2023’te 22 milyon metrik tonla dünyanın en çok dış açık veren ekonomisi haline gelmesinde kendisini gösteriyor. Bu esnada 2000 yılında 18 milyon metrik ton dış açıkla ikinci sırada yer alan Çin’in 2023’te 83 milyon metrik ton dış fazlayla (en yakın rakibi Japonya’dan 57 milyon metrik ton, üçüncü sıradaki Rusya’dan 70 milyon metrik ton fazla) dünyanın en çok dış fazla elde eden ülkesi haline geldiğini de belirtmek lazım.
Zeytinyağlı Yiyemem Aman
Prof. Dr. Kenan Demirkol, 1948 yılında dünyanın en büyük mısır üreticisi olan ve birikmiş mısırlarını elden çıkarmanın bir yolunu arayan ABD hükümetinin Marshall yardımı karşılığında Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı ithal etmesini şart koştuğunu ve mısırözü yağı ile margarin satışlarının önünün açılması için zeytinyağının kötülendiğini öne sürüyor. Demirkol’a göre “Zeytinyağlı Yiyemem Aman” türküsü o günlerden kalmaktadır.
Bu açıdan belki ileride Çinli sanatçıların da karbon emisyonu ile ilgili benzer minyaolar[2] bestelediğine tanık olabiliriz, zira Avrupa’nın yürürlüğe soktuğu Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM)[3] da benzer şekilde, karbon emisyonuna yol açan fosil yakıt bazlı üretimin çevreci yenilenebilir enerji kaynakları bazlı üretimle ikame edilmesini teşvik eden bir uygulama.
Avrupalı firmalar yukarıda bahsedilen ETS uygulaması nedeniyle 2026 yılından itibaren karbon emisyonlarının ek maliyetlerine katlanmak durumunda kalacak. Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM), yabancı üreticiler bu maliyetlerden muaf olmanın avantajıyla Avrupalı firmaları sürklase etmesin diye belirli sektörlerde[4] yabancı üreticilerin Avrupa’ya ihraç ettikleri mallara gümrükte ek bir karbon fiyatı uygulanmasını öngören regülasyonun adı.
SKDM düzenlemesi kapsam dahilindeki ithal malların üretim aşamasında gerçekleşen toplam CO2 salınımının raporlanmasını gerektiriyor. Ancak bu miktarı hesaplamak oldukça çetrefilli bir iş, zira üretim süreci pek çok tedarikçinin farklı aşamalarda dahil olduğu kompleks bir süreç. Bir kere tedarikçiler verileri toplamayabilir ya da paylaşmayı reddedebilir (özellikle yabancı tedarikçiler). Şirketler, her zaman tedarikçilerini emisyon verilerini toplamaya zorlayacak piyasa gücüne sahip olmayabilir, özellikle de küçük parçalar ve sınırlı sayıda tedarikçi olduğunda. Çoğu durumda, farklı emisyon verilerine sahip birden fazla tedarikçinin bulunması, bu verileri derlemeyi daha da zorlaştırır. Tedarikçileri tarafından sağlanan verileri doğrulama sorumluluğu, ithalat yapan Avrupalı şirketlerde; bu veriler eksik kaldığında nasıl bir değerlendirmeye tabi olacaklarını düzenleyen kriterler ise belirsiz. SKDM’ye göre bu şirketlerin “tüm makul çabayı” gösterdiklerini kanıtlamaları gerekir, ancak bu ifadenin ne anlama geldiği net değil.
Bu belirsizlik ya politika yapıcıların yetersizliklerinden kaynaklanıyor ya da amaçları zaten bürokratik bir labirent yaratıp icap ettiğinde kapsama alınan ithalatın dibine kibrit suyu dökebilmek. Ben iyimser birisiyim sanırım, ikincisi daha çok aklıma yatıyor. Ana fikrin, imkânsız bir görev verip karbon salınımıyla mücadele kılıfında gümrük vergisi uygulayarak diğer oyuncuları, fosil yakıt bazlı, yani Avrupa’nın rekabetçi olmayı başaramadığı üretim yönteminden uzaklaşmaya zorlamak olduğunu düşünüyorum.
Avrupa’nin Hail Mary[5] Hamlesi
Benzer bir hamle Cibuti’den gelse, sanıyorum bunun diğer oyuncuları fosil yakıt bazlı üretim yönteminden uzaklaştırmak konusunda pek etkili olması beklenmezdi, zira Cibuti’nin bu ürünleri iç pazarına sokmaması Çin ve Hindistan gibi oyuncuların ürünlerine olan talep üzerinde ciddiye alınacak bir fark yaratmazdı. Oysa bu tehdit oyuncuların en büyük alıcılarından birisinden gelirse dengeler değişir.
2023’te Çin’in ihracatının yüzde 15’i, Hindistan’ın ihracatının ise yüzde 17’si Avrupa Birliği’ne gerçekleşmiş. Yani Avrupa Birliği bu ürünleri iç pazarıma sokturmam dediği zaman Çin de Hindistan da oturup bir düşünür. Bu blöfü alırlar mı, yoksa Avrupa Birliği’nin bunu yaparsa ucuz ithal maldan mahrum kalarak maliyetleri kısa vadede iyice patlatacağını ve yeni üretim metodları meyvesini verene kadar (eğer verirse) geçireceği kırılgan süreci göze alamayacağını mı düşünürler? Bilmiyorum. Ama çok heyecanlı bir poker hamlesi izlediğimizi düşünüyorum.
Gelecek Bölümlerde Ne Olacak?
Avrupa çelik sektörü, 2030 yılına kadar doğrudan ve dolaylı CO2 emisyonlarını üçte bir oranında (81.5 milyon ton) azaltmayı hedefleyen 60’tan fazla karbonsuzlaşma projesi planlıyor. Eurofer (Avrupa Çelik Derneği) Genel Müdürü Axel Eggert’e göre, bu projelerin gerçekleştirilmesi için gereken toplam yatırımın yaklaşık 30 milyar Euro sermaye harcaması ve 55 milyar Euro işletme gideri olmak üzere toplamda 85 milyar Euro’yu aşması bekleniyor.
Başlangıçta yeşil çeliğin[6] maliyetinin geleneksel çeliğe göre yüzde 35 ila 100 oranında daha pahalı olabileceği belirtilse de Eggert bu maliyet farkının zamanla rekabetçi hale geleceğini öngörüyor. Eurofer, yeşil çeliğin benimsenmesini hızlandırmak için öncü pazarlar oluşturulmasını, ayrıca maliyet farkını karşılamak üzere tedarik ağına talep oluşturabilecek sektörlere yönelik sözleşme ve teşvik mekanizmalarının devreye alınmasını öneriyor.
Bu açıdan Avrupa Birliği, yenilenebilir enerji dönüşümünü teşvik ettiği oyuncularına kazandıracağı zamana, verimliliği artırmaya yönelik başarılı yatırım politikaları ile de eşlik etmeyi tasarlıyor. Bu elbette Avrupa Birliği’nin girişte bahsettiğimiz ekonomiler arasında birinci gruba dahil olma şansını artıracaktır, ancak birçok zorluk da var.
Hidrojen ve karbon yakalama-depolama teknolojilerinin maliyetleri düşene kadar, Avrupa’daki yeşil çelik üretimi, uluslararası alanda çok daha düşük maliyetle faaliyet gösteren üreticilerle rekabet etmekte zorlanacak. Avrupa Birliği’nin SKDM düzenlemesi bu konuda yeterince koruma sağlayamayabilir. Sağlasa bile, Avrupa’daki yeşil enerji altyapısının yüksek maliyetleri, bölgesel çelik fiyatlarının dünyadaki diğer bölgelere kıyasla yapısal olarak daha yüksek kalmasına yol açabilir. Bu durumda, Avrupa çelik üreticilerinin faaliyet giderlerini rekabetçi seviyede tutmak için ek desteklere ihtiyaç duyulacak, en azından teknoloji ve deneyim sayesinde karbonsuzlaşma maliyetleri düşene kadar.
Ayrıca, Avrupa Birliği politikalarındaki ve enerji piyasalarındaki belirsizlikler, Avrupa çelik sektöründeki oyuncular için ciddi zorluklar yaratıyor. Örneğin, 22 Kasım 2024’te ArcelorMittal, piyasadaki zorluklar ve sektörü etkileyen politika belirsizlikleri nedeniyle planlanan yeşil yatırımları ertelediğini duyurdu.[7] 7 Ekim 2024’te ise Thyssenkrupp, 3 milyar avroluk yeşil çelik üretim planını gözden geçirdiğini duyurdu ve emisyon hedeflerine ulaşırken rekabetçi kalma konusunda yaşanan zorluklara dikkat çekti8.
Kapanış
Avrupa Birliği’nin SKDM gibi düzenlemeleri, sürdürülebilirlik kaygılarıyla yürürlüğe sokmuyor olma ihtimali bir hayli fazla. Peki, neden zamanında pek çok ülke benzer politikaları “gümrük vergisi” diyerek açık açık uygulamışken, Avrupa Birliği koruma politikalarını “karbon düzenleme mekanizması” adı altında sunuyor?
Geçmişteki örneklerle kıyaslayınca aklıma gelen ilk fark, diğer ülkelerin bu politikaları underdog[8] (zayıf taraf) olarak uygulamış olmaları. Yani, ABD bu politikaları İngiltere’ye karşı uyguladığında, yeni kurulmuş ve gelişmekte olan bir tarım ülkesiydi; İngiltere ise dünyanın bir numaralı sanayi gücüydü. Aynı şekilde Almanya, Japonya, Güney Kore, Arjantin, Hindistan ve Nijerya da (ve pek çok başka örnek de) büyük bir güce karşı alttan gelerek dengeleri değiştirmeye çalışmışlardı. Bazıları başarılı oldu, bazıları olamadı.
Avrupa Birliği’nin durumunda ise koruma politikalarının hedefi olan Çin, Hindistan, Rusya ve Brezilya yıllardır masanın zayıf tarafında oturmaya alışık ekonomiler. Bu ülkelere gümrük vergisi uyguladığınızı duyurmak, onlarla rekabet edemediğinizi ve onlardan gelen ürünlere karşı savunmada olduğunuzu açıkça ilan etmek anlamına gelir. Oysa aynı politikayı çevre duyarlılığına dayalı, “sorumlu” bir ambalajla sunduğunuzda, mesele yalnızca ekonomik koruma olmaktan çıkar. Aksine, “bakın biz çevre için sorumluluk alıyoruz” diyerek bir adım öne çıkarsınız. Zayıflık göstermek yerine, moral üstünlükte hak iddia edersiniz. E siz olsanız ne yapardınız?
[1] 18. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın ekonomik ve teknolojik olarak Asya’yı geride bırakıp dünya çapında baskın güçler haline gelmesini ifade eder
[2] Çin halk müziği şarkıları
[3] Carbon Border Adjustment Mechanism (CBAM)
[4] Alüminyum, kimyasallar, çimento, elektrik, gübre, demir ve çelik.
[5] Pokerde bir oyuncunun son çare olarak yüksek riskli hamleler yaptığı durumlara denir.
[6] Fosil yakıt yerine yenilenebilir enerji kaynaklarını ikame eden yöntemle üretilen çelik.
[7] https://www.reuters.com/markets/commodities/arcelormittal-says-it-is-delaying-planned-green-investments-eu-2024-11-22/
[8] https://www.reuters.com/markets/commodities/thyssenkrupp-reviews-plans-green-steel-production-2024-10-07/ 9 Bir mücadelede ya da rekabette başlangıçta daha zayıf veya dezavantajlı konumda olduğu düşünülen taraf.