[voiserPlayer]
“Kürt Sorunu”, Türkiye’nin en başat problemlerinden bir tanesi. İnişlerle ve çıkışlarla beraber bazen gündemin görece arka sıralarına düşüyor ancak bazen de en ön sırasına yerleşiyor ama Türkiye’nin en yakıcı sorunlarından birisi olmayı her daim sürdürüyor. En son, yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinde, bir belediye başkanı seçimi yapılacak olsa bile, Abdullah Öcalan’ın mektubu üzerinden başlayan tartışmalar, aslında Türkiye’de hemen her sorunun bir şekilde Kürt Sorunu’yla derhal ilişkilenebileceğini bir kez daha gösterdi. Peki, böyle bir sorun neden var? Neden Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesinde ayrılıkçı silahlı bir örgüt, Türk Silahlı Kuvvetleri’yle hemen her hafta sıcak çatışmaya giriyor. Neden hemen her yıl yüzlerce vatandaşımızı bu çatışmalarda kaybediyoruz? Bu yazıda bu sorulara cevap verebilmek amacıyla, önce dünyada ve Avrupa’da, sonrasında ise Osmanlı İmparatorluğu’nda ulus-devlet, milliyetçilik ve ayrılıkçılık meselelerine dair bir arka plan sunacağım.
“Ya İstiklal Ya Ölüm”: Ulus-devlet, İmparatorluk ve Bağımsızlık Hareketleri
Uzun bir evveliyatı olmakla birlikte, “ulusçuluk” ya da kullanıldığı bağlama göre aynı anlama gelmek üzere “milliyetçilik” akımının 1789 Fransız Devrimi ile ortaya çıktığı ve önce Avrupa’ya oradan da dünyanın her yerine yayılmaya başladığı genel kabul görür. Ulusçuluk, en temelde aynı etnik kökenden geldiği varsayılan, belirli düzeyde kültürel (özellikle dilsel ve dinsel) ortak özellikler taşıyan ve geçmişten günümüze bir kader birliği içerisinde olduğu varsayılan bir toplumsal grubun, küresel siyaset içerisinde kendi bağımsız politik örgütlenmesi ile yer alması gerektiğini savunur. Ancak böyle bir siyasal örgütlenme biçimi, o dönemde yani 18. yüzyıl sonlarında, Avrupa’daki “imparatorluk” kavramı ile çelişmektedir. Çünkü “imparatorluk” denilen siyasal örgütlenme biçimi, içerisinde belki onlarca etno-kültürel grubu bir arada bulundurmaktadır ve bu grupların ayrı politik örgütlenmelerini kurmaları imparatorluğun güç kaybetmesi anlamına gelmektedir. Bu da siyasal ve askeri çatışmayı kaçınılmaz olarak beraberinde getirmektedir.
18. yüzyıl sonlarında iki tür “imparatorluk” tipinden bahsetmek mümkündür. Birincisi, tarihten beri süregelen, “geleneksel” ve “teritoryal” (yani topraksal genişlemeye dayalı) imparatorluktur. Bu imparatorluğun temel çalışma prensibi, merkezi imparatorluk devleti, ordusunu mobilize edebildiği oranda çevresindeki toprakları ve halkları askeri/siyasal egemenliği altına alması şeklinde işlemiştir. İkinci tür imparatorluk ise Avrupa’da 16. yüzyıldan itibaren, coğrafi keşiflerle ve kapitalist üretim ilişkileriyle beraber ortaya çıkan, ana devletin genellikle deniz aşırı toprakları kolonileştirmesi ve ana ülkeye altın, tarım ürünü ve ham madde taşıması biçiminde işleyen “kapitalist imparatorluk”tur. 18. yüzyıl sonlarında Avrupa’da Britanya, Fransa ve İspanya kapitalist imparatorluk tipine örnek gösterilebilirken, Avusturya/Habsburg, Rus ve Türk/Osmanlı imparatorlukları geleneksel imparatorluk tipine örnek olarak verilebilir. Fransız Devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik akımı, her iki imparatorluk tipinden de bağımsızlaşma hareketlerini beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, 18. yüzyılın sonları itibariyle tüm dünyada “bağımsızlık savaşları” furyasının başlaması bir tesadüf değildir. Uygun koşullarda, belirli bir nüfusa sahip her etno-kültürel grup, bir “millet” oluşturduğunu iddia ederek zamanla kendi bağımsız politik örgütlenmesini talep etmiştir.
1775-1783 Amerikan Bağımsızlık Savaşı, modern anlamdaki ilk bağımsızlık savaşı olarak görülebilir. Bu dönemden önce de, elbette, belirli bir toplumsal grup, belirli bir toprak parçasının bağımsız bir siyasal örgütlenme olabilmesi için mücadele vermişti. Ancak bu mücadeleler ya siyasal elit düzeyinde bir iktidar mücadelesinin sonucu olarak ya da ekonomik durumundan memnun olmayan köylü isyanları biçiminde gelişiyordu. Amerikan Bağımsızlık Savaşı ile birlikte ilk defa, “halk egemenliği” ilkesine dayalı, belirli bir vatandaşlık ve hukuki eşitlik ilkesini içeren ve modern bir ulus-devlet kurmayı hedefleyen bir hareketin, o dönemki ismiyle “On Üç Koloni”nin ana devlet Büyük Britanya’ya isyan etmesiyle başladığını söylemek mümkündür. Bu hareketi, sonraki on yıllarda Haiti Devrimi ve Latin Amerika’nın tamamını kapsayan bağımsızlık hareketleri izlemiştir.
Öte yandan, Amerika kıtasının tamamını kapsayan ve kapitalist imparatorluklara karşı gelişen bağımsızlık hareketleri, Avrupa’daki teritoryal imparatorluklara karşı gelişen bağımsızlık hareketlerinden farklıdır. Örneğin, Amerika’daki hareketler daha çok kapitalist/emperyalist sömürü ilişkilerinden kurtulmayı amaçlayan, temeli daha ekonomik olan ve etno-kültürel yönü görece daha az baskın olan hareketlerdir. Avrupa’daki Habsburg/Avusturya, Rus ve Türk/Osmanlı imparatorluklarına karşı gelişen “merkez-kaç/ayrılıkçı” hareketler ise ekonomik bir temeli mutlaka olmakla birlikte etno-kültürel ve tarihsel yönü daha ağır basan hareketlerdir.
19. yüzyıl itibariyle Avrupa’daki Avusturya, Rus ve Türk imparatorluklarının temel sorunu, söz konusu “merkez-kaç/ayrılıkçı” hareketlerin nasıl dizginleneceğiydi. Zira 17. Yüzyılda İtalyan ve Almanların Avusturya; Polonyalıların Rus; Rumların ise Osmanlı egemenliği altında yaşaması belirli bir ekonomik refah seviyesi ve kültürel özerkliğe sahip oldukları sürece sorun olmuyordu. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde Fransız Devrimi’yle “her millete bir devlet” kuralının yaygınlık kazanmasıyla birlikte, belirli bir nüfusa sahip her etno-kültürel grubun kendi bağımsızlığı için savaşması bir zorunluluk halini almış gibiydi. Bir nevi cin şişeden çıkmış ya da virüs dolaşım sistemine enjekte edilmişti. Artık geriye dönüş oldukça zordu.
“Türkler Evine Dönsün!”: Osmanlı’da Bağımsızlık Hareketleri
Amerika’daki kapitalist imparatorluklara karşı olanlar dışında, görece daha etno-kültür temelli bağımsızlık hareketleri, kapitalist üretim ilişkilerinin merkezi olarak ilk kez Avrupa’da ortaya çıktı ve yaygınlık kazandı. Avrupa’da ise, muhtemelen merkezî devlet gücünün muadillerine oranla daha zayıf olmasıyla ilişkili olarak, öncelikle Osmanlı’nın Balkan topraklarında daha başarılı oldu. Rus ve Avusturya imparatorluklarında da ulusçu akımlar 19. yüzyıl boyunca tüm hızıyla sürmüş olmasına rağmen bu imparatorlukların, Osmanlı’ya oranla kendi topraklarındaki ulusçu akımları bastırabilme kapasiteleri daha yüksekti.
Osmanlı’da önce Sırplar, uzun yıllar süren isyanlar sonucu özerklik kazandı ancak hemen sonrasında Avusturya İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmek zorunda kaldı. Daha sonra Yunanlılar/Rumlar Osmanlı’ya karşı isyan etti ve 1821-1829 Yunan Bağımsızlık Savaşı ile görece küçük bir toprak parçası üzerinde de olsa bağımsız bir devlet kurmayı (büyük güçlerin de yardımıyla) başardı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bu isyanları tüm bir 19. yüzyıl boyunca Bulgarlar, Rumenler, Ermeniler ve diğer başka uluslarınki izledi. Avrupa’nın çok farklı yerlerinde de Belçikalılar, İtalyanlar, Almanlar, Polonyalılar vs. kendi ulus devletlerini kurabilmek için egemenliği altında bulundukları imparatorluklara karşı mücadeleler yürüttüler.
Meseleyi Kürt Sorunu ile ilişkilendireceğimiz için Osmanlı üzerinden ilerlersek, Osmanlı’nın 19. yüzyıl başındaki sosyo-siyasal sistemi ulusçu akımları dizginleyecek bir yapıda değildi (ki bu yüzden isyanlar çoğu zaman salt askeri yöntemlerle bastırılmaya çalışılıyordu). Osmanlı, o dönemde “millet” adı verilen bir sosyo-siyasal sistemle yönetiliyordu. Ancak dikkat edilmesi gereken husus, burada ”millet” kelimesinin “etno-kültürel” bir topluluğa işaret eden “ulus” anlamından öte “dinsel” bir topluluğa işaret etmesidir. Bu bağlamda Osmanlı’da, Müslümanlar, Ortodoks Hristiyanlar, Ermeniler, Yahudiler, vs. ayrı “millet”leri oluşturmaktaydılar. Bu milletlerin her biri siyasal ve ekonomik olarak merkezi Osmanlı Devleti’nin yönetimi altında, ancak aile ve miras hukuku gibi belirli kültürel ve hukuksal alanlarda kendi kurumsal dini otoritesine bağlı olacak şekilde özerktiler. Bununla birlikte, Fransız Devrimi ile ortaya çıkan “ulusçuluk” akımı dinsel bir yönü de olmakla birlikte daha etno-kültüre dayalı hareketlere işaret etmekteydi. Bu yüzden Osmanlı içerisinde örneğin Ortodoks “milleti”ne mensup olarak görülen ama aslında başta dil olmak üzere tarihsel olarak farklı ento-kültürel özelliklere sahip Rum, Bulgar, Rumen ve Sırplar ayrı ayrı kendi bağımsız devletlerini talep etmekteydiler. Dolayısıyla, modernite öncesinde oluşturulan Osmanlı’daki “millet sistemi”, modern dönemin sorunlarına çare üretebilme kapasitesinden yoksundu.
Osmanlı İmparatorluğu, siyasal, ideolojik ve kültürel düzlemde bu ayrılıkçı hareketlerle mücadele edebilmek ve İmparatorluğu bir arada tutabilmek için Tanzimat Dönemi’yle beraber (1839-1876) “Osmanlıcılık” fikrini ortaya attı. Modern çağda ve daha özelde 19. yüzyılda her devlet artık egemenliği altındaki toplumun neden aynı siyasal örgütlenme içerisinde bir arada yaşadığına dair askeri tahakkümün ötesinde ikna edici fikirler geliştirmesi gerekiyordu. Örneğin bağımsız bir Yunan Devleti’nin varlığının sebebi tarihsel ve etno-kültürel düzeyde var olan ya da var olduğu düşünülen “Yunan Ulusu”ndan ileri geliyordu. Osmanlı’nın da böyle bir meşruiyet zeminine ihtiyacı vardı. Bunu fark eden Osmanlı yöneticileri, farklı din, dil ve kültürden çok çeşitli toplumsal gruplara ortak bir aidiyet duygusu kazandırmayı amaçlayan “Osmanlılık” kimliğini topluma benimsetmeye çalıştı. “Osmanlı” olma, farklı “millet”leri de “kesen” ve onları kapsayan bir aidiyetti. Osmanlı İmparatorluğu içerisinde yaşayan farklı millet, etnisite ve kültürden insanlar hukuksal düzeyde “eşit” sayılacaklardı ve böylece siyasal/hukuksal düzeyde bir yekparelik olacaktı. Aynı şekilde 1876 Anayasası da, bir yönüyle, benzer endişeleri gidermeye yönelikti. Eğer, tüm “Osmanlı toplumu”nu temsil eden bir anayasa ilan edilirse, İmparatorluğun ayrılıkçı unsurları kendilerini İmparatorluğa daha ait hissedebilir ve ayrılıkçı amaçları ortadan tamamen kalkmasa bile hafifleyebilirdi.
Bu çabalar kısmi bir başarı elde etmekle birlikte istenilen sonucu vermedi. Örneğin, 1820’lerde Yunanlıların başardığını, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında, bu defa Rumenler, Bulgarlar ve Karadağlılar, tüm bir 19. yüzyıl boyunca süren mücadeleleri sonucu, başararak kendi bağımsız ulus devletlerini kurmuşlardı. Aynı şekilde bu dönemde bağımsız bir devlet sahibi olmayan İmparatorluğun diğer bir Hristiyan unsuru Ermenilerin de bağımsızlık talepleri azalmamış, aksine gittikçe artmıştı.
“Virüs”ün Müslümanlara da Bulaşması: “Müslüman Milliyetçiliği”nin Yükselişi ve Düşüşü
Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir husus, Osmanlı’daki ayrılıkçı hareketlerin tamamının İmparatorluğun Hristiyan unsurları tarafından gerçekleştiriliyor olmasıdır. Bunun bir sebebi, ulusal kimliğin en önemli unsurlarından birisinin din olması ve devletin temelinin, sekülerleşmeci ve hukuksal-eşitlikçi birçok reforma rağmen, İslam’a dayalı olduğu Osmanlı’da Hristiyan unsurların devlete ve ülkeye olan bağlılıklarının zayıf olmasıdır. Tam da aynı sebepten ötürü, yani devletin temelinin İslam’a dayanması sebebiyle, Osmanlı’nın Boşnaklar, Arnavutlar, Türkler, Kürtler ve Araplar gibi Müslüman unsurlarında ayrılıkçı hareketler çok daha zayıftır ve hatta yoktur. Ancak bu durumun bir diğer nedeni de, Hristiyan unsurların dışa bağımlı Osmanlı ekonomisinde kapitalist üretim ilişkilerine daha fazla entegre olması, bu unsurlar içerisinde ortaya çıkan tüccar sınıfının ulusçu akımlara liderlik etmesidir. İmparatorluğun Müslüman unsurları ise ya “köylü” ya da “devlet yöneticisi” sınıflarına mensuptur ve içlerindeki tüccar sayısı oldukça düşüktür. Köylü sınıfı, ulusçu fikirlere öncülük edebilme kapasitesinden yoksulken, Müslüman devlet yöneticilerinin de birinci amacı İmparatorluk’tan ayrılmak değil onu bir arada tutabilmektir. Dolayısıyla bu dönemde ulusçu fikirler, Müslüman unsurlarda Hristiyanlar kadar yaygınlık kazan(a)mamıştır.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Osmanlı’nın Balkan toprakları iyice küçülüp İmparatorluk içerisindeki Müslüman nüfusu oransal olarak ciddi bir artış gösterince II. Abdülhamid (1876-1909), seküler unsurlar taşıyan ve hukuksal eşitliğe dayanan “Osmanlıcılık”ı büyük oranda terk edip İmparatorluğun o dönemki demografisini de yansıtan “İslamcı” bir politika izlemeye başladı. Devletin İslam üzerine bina edilmesi siyasetini güçlendirdi ve toplumun çoğunluğunu oluşturan Müslümanlara, bu kimlik üzerinden bir aidiyet kazandırmayı hedefledi. Bu politika, bir yönden başta Ermeniler olmak üzere Hristiyan unsurları İmparatorluğa daha da yabancılaştırırken, diğer yandan Osmanlı içerisindeki farklı Müslüman etno-kültürel yapıların bir aradalığına dayalı bir “Müslüman milliyetçiliği” fikrini besledi. “Millet sistemi” zaten tüm Müslümanları aynı “millet”in parçası sayıyordu. II. Abdülhamid döneminde bu birliktelik duygusu ve aidiyeti, modern bir formda yeniden canlandırıldı.
Bununla birlikte, 19. yüzyılın sonundan itibaren özellikle toplumun ileri gelenleri (“elitler”) arasında yavaş yavaş aslında Osmanlı’nın Müslüman unsurlarının da birbirlerinden farklı olabileceği düşüncesi hâkim olmaya başladı. Eğer Rumlar sadece “Ortodoks Hristiyan” değil aynı zamanda “Rum/Yunan” ise ve kendilerine ait bir tarih ve kültüre sahiplerse, o zaman İmparatorluktaki çeşitli Müslüman topluluklar da sadece “Müslüman” olamazdı. Aynı zamanda Türk, Arap, Kürt, Arnavut olmalıydı.
İşte bugünkü “Kürt Sorunu”nun tarihsel kökenlerini, “Müslüman milliyetçiliği”nin çözülmeye başlaması, Osmanlı’daki her Müslüman etno-kültürel unsurun ayrı ayrı kendi aidiyet duygusunu kazanması ve önce kültürel sonra da politik eksende kendi milliyetçi hareketini geliştirmesi sürecinde aramalıyız. Yukarıda çerçevesini çizdiğimiz, ulusçuluk, imparatorluk, ayrılıkçılık, bağımsızlık kavramları ve süreçleri ile birlikte ele alınacak bu çözülme süreci, bize neden bir “Kürt Sorunu” ile karşı karşıya kaldığımızı açıklayacaktır. Bunu da bir sonraki yazımda irdelemeyi planlıyorum.