[voiserPlayer]
Çok kıymetli Daktilo1984 okurları,
Sizlere bu yazıyı derin bir üzüntü içinde yazıyorum. Belki hatırlarsınız eski yazılarımdan. Bir siyaset bilimci olarak en ciddi konularda bile yüzünüzü güldürecek yazılar yazmayı tercih ederdim. Kâh Meksika’dan kâh Amerika’dan yazarken, biraz da nüktedan bir eda ile aslında iki büyük muradımı okurlarıma iletmek isterim:
- Kurumlar önemlidir! Büyüme, kalkınma, ilerleme, şehirleşme, tarımı güçlendirme, hasılı hemen her konuda başarılı olabilmek için uzun soluklu kurum ve kurallar silsilesi oluşturabilmek önemlidir. Keyfiyete dayalı, yaz-boz tahtasına dönmüş, günübirlik yaklaşımlarla ne tarlanız ne fabrikanız ne de şirketleriniz verimli olur.
- Demokrasi iyi bir şeydir! Hür ve eşit vatandaşlık kötü bir şey olabilir mi, benim hürriyetin kıymetine vâkıf Sevgili Okurlarım? Demokrasi bizleri karar alma süreçlerine dahil eden rejimin adıdır. Vatandaşının aklına, mantığına, iradesine saygı gösteren sistemler onu da karar alma süreçlerine dahil etmekten çekinmez.
2021 yılına maalesef ülkemizin 150 yıllık geçmişi olan, en müstesna üniversitesine balyoz indirerek girdik, benim pandemi-şok-kriz-yasak-olağanüstü sözlerinden ziyadesi ile sıdkı sıyrılmış, normal bir güne uyanıp bir sıcak çay içmeyi özlemiş Sevgili Okurlarım.
Neydi bu balyoz?
Boğaziçi Üniversitesine hiç danışılmadan, okuldan görüş alınmadan, gece operasyonu ile okula bir rektör beyin paraşütle indirilmesiydi.
Şimdi bu nevzuhur rektör bey, 1980 askeri darbesi esnasında, üniversite iradesini hiçe sayan askerlerin merkezden atadığı rektörden sonra, bu yöntemle 2021 yılında merkezden atanan ilk rektör bey olmanın gururunu taşıyor sırtında. Yani, askerden hesap soracağız, darbelere artık son diye diye 40 yılın sonunda geldiğimiz yer, bir arpa boyu yol değil, benim sap ile samanı, vesayet ile demokrasiyi birbirinden ayırabilen izan sahibi Sevgili Okurlarım…
Sözün bittiği yere gelmişiz, ama sussak da gönül razı değil, benim yıllardır devlet üniversitelerinin aldığı darbeleri sineye çekmekten bitap düşmüş Sevgili Okurlarım.
Düşünelim biraz: Çapa, Cerrahpaşa ne müstesna hocalar ne doktorlar yetiştirdi yıllar yılı. Bunlar memleketin her yerine dağıldı, şifa dağıttı. Hemen araya anekdot alıyorum: Bir arkadaşımın kuzeni Çapa’da asistandı çok yıllar önce. Hamile hamile hastanede çalışırken pat diye doğum yapmış! Üstelik de artık aciliyetten mi, ekipman sıkıntısından mı bilmem, dişçi koltuğunda doğurmuştu! Kendisinden bunu dinlerken benim tüylerim diken diken olmuştu: Yahu koca üniversite hastanesinin doktoralı hocasını sandalyede doğurtmuşlar! Oysa güldü geçti benim tepkime “şıp diye doğurdum ve ayağa kalktım, önemli olan sandalyenin konforu veya odanın lüksü değil, doğumu yaptıran hocanın ustalığı, bilgisi, becerisi” demişti. İşte böyle görev bilinciyle yüklü, zarfa değil mazrufa önem veren doktorlardı bunlar…
Mühendislik deyince İTÜ, ODTÜ gelmez mi aklımıza? Memleketin en büyük altyapı projelerinden onların imzası yok mu? Hey gidi koca Mülkiye! Kamu sektörünü sırtlamış, onlarca yıl DPT’den Dışişlerine, devletin en üst kademelerine kamu yararı bilinci ile bürokrat yetiştirmiş. Bunlar tüm ülkenin gurur kaynağı değil mi? Bunları yıkıp tarumar etmek, elit-şu-bu diye yaftalamak, ödeneksiz bırakmak, üvey evlat muamelesi yapmak, başarının altını oymak kime ne kazandırır?
Kurumlar kolay kurulmuyor Sevgili Okurlar! Öyle olsa her yerde 100, 200 yıllık okullarımız, şirketlerimiz, vakıflarımız, kütüphanelerimiz olurdu. Ama yok işte! Eski ve büyük kurumlar, imbikten damlaya damlaya, yazılı kurallar ve yazılı olmayan teamüller vasıtasıyla uzun zaman içinde şekilleniyorlar. Gerek iç gerekse dış kaynaklı pek çok badire ile karşılaşıyorlar. Pek azı uzun vadede kalıcı ve başarılı olabiliyor.
Bakınız şimdi elimizde 150 küsur yıllık bir eğitim kurumumuz var. Amerika’da kamu yararına çalışmayı kendilerine misyon biçmiş gönüllülerin ülke dışında kurdukları, elleriyle inşaatına taş taşıdıkları ilk yüksek öğrenim kurumu. Saltanat görmüş, Cumhuriyet görmüş, iki dünya savaşı atlatmış, kaç darbe atlatmış. Buna rağmen dimdik ayakta, hala tüm ülkede en başarılı öğrencilerin tercih ettiği okul. Uluslararası sıralamalarda ülkemizin alın akı olması da cabası.
Kim ne derse desin ne kadar vasata indirmeye çalışırsa çalışsın, Boğaziçi çok özel bir yüksek öğrenim kurumumuzdur, benim kadir kıymet bilen Sevgili Okurlarım. Neden? Çünkü Boğaziçi evrensel standartlarda iyi ve başarılı bir kurumdur. Oradan alacağınız eğitim, karşılaştığınız sistem, sizi evrensel ölçeklerle uyumlu kılar. Diplomanız dünyanın her yerinde geçer. Hiç tavizsiz çok iyi düzeyde yabancı dil öğretir size okul. Dil sınavını geçemezseniz ne kadar yüksek puan almış olursanız olun, bölüme başlayamazsınız. Bölümlerde dersler başka bir dilde olması gerekmiyorsa (Türk Dili ve Edebiyatı’nın Arapça, Farsça dersleri, ya da Japonca, İspanyolca, vs. gibi dil dersleri) mutlaka İngilizce işlenir. Hocalar literatürü her alanda orijinal, birincil kaynaklardan ve zamanında takip ederler. Üniversite kesinlikle sadece dersten ibaret değildir. Sosyal becerilerinizi geliştirmeyi, topluluk içinde aktif bir birey olmayı size öğretir. İşletme, girişimcilik ve özel sektör meraklıları daha okul yıllarında pazarlama, organizasyon ve liderlik yetilerini kulüplerde deneye yanıla geliştirirler. Güzel sanatlar fakültesi olmamasına rağmen kulüpler sayesinde muhteşem müzisyenler (Kardeş Türküler), sinemacılar (Nuri Bilge Ceylan), tiyatrocular (BGST) yetiştirmiştir Boğaziçi.
Siyasi açıdan her akım üniversitede medeni bir şekilde kendisine alan bulur, faaliyetler düzenler. İdare her siyasi görüşe eşit derecede hürmet gösterir, alan açar. Tolerans ve çok seslilik her görüşün altında buluştuğu ortak değerlerdir. Nitekim Boğaziçi’nin çıkardığı üç başbakanın üçü de farklı siyasi eğilimlerdendi: merkez sol (Ecevit), merkez sağ (Çiller) ve muhafazakâr (Davutoğlu). Boğaziçi eğer iddia edildiği gibi elitist bir endoktrinasyon fabrikası olsa, bugün mezunları SETA, Dışişleri Bakanlığı veya Hazine gibi hükümet için en kilit mevkilerde görev alamazdı.
Ben, bu kurumdan aldığım lisans ve yüksek lisans dereceleri ile ABD’de gayet iyi bir üniversitede doktora ve asistanlık yapabildim. Son 9 yıldır da kadrolu çalışıyorum. Başarıyla doçentlik (tenure) aldım. Dünyanın pek çok yerinde araştırma yaptım, akademik sunumlar yaptım. Gittiğim hiçbir yerde, eskiler derler ya, ayağım çekmedi. Kendimi hazırlıksız veya yetersiz hissetmedim. İster özel sektörü seçelim ister kamu veya akademiyi, Boğaziçi biz mezunlarını evrensel ölçekte yarışabilecek bireyler olarak yetiştirdi. Çünkü hocalarımız bu kalibredeydi. Çoğu isteseler dünyanın hemen her ülkesinde hocalık yapabilecekken, hatta yapmışken, dönüp gelip Boğaziçi’nde hocalık yapıyordu. Bunun dışında yurt dışından son derece aktif bir hoca trafiği vardı. Araştırma izni olan veya yaz okulunda Boğaziçi’nin kaliteli öğrenci kitlesine ders vermeyi arzu eden pek çok yabancı hoca bulunurdu.
Yıllar sonra eşim de yabancı öğretim görevlisi olarak Ankara’da bir devlet üniversitesinde çalışmaya başladığında, bu işlerin mutfağına biraz daha vakıf oldum. Yabancı hocalar hem YÖK iznine hem de maliyenin iznine tabi. Bunları aldıktan sonra da emniyetten ikamet izni almaları gerek. Her yıl YÖK-Maliye-Çalışma Bakanlığı-Emniyet gibi envaı çeşit bürokratik cendereden geçerek atamaları yapılıyor ve ikamet izinleri uzatılıyor. Tüm bu zorluklara rağmen, Boğaziçi Türkiye’de en fazla kadrolu yabancı hoca çalıştıran kurum olmaya devam ediyor. Yani kapıları dünyaya sonuna kadar açık, evrensel ölçekte öğrenci yetiştiren, bilim yapan bir üniversiteden bahsediyoruz.
Şimdi tüm bu akademik üretim felç olmuş durumda.
1980 darbesinden sonra ilk kez seçimsiz, merkezi atama ile gelen rektör bey bir ay geçmesine rağmen tam anlamıyla göreve başlamış değil. Okul abluka altında. Kampüsler onun emir ve izniyle TOMAlarla, zırhlı araçlarla ve yüzlerce polisle, özel harekat timi ile kuşatılmış. Her yer bariyer. Her gün pek çok öğrencinin göz altı haberiyle uyanıyoruz. Merkezden atanmış rektör bey bağlayıcı kararlar alamıyor, çünkü öğretim üyesi olarak atanamıyor! Hoca olamayacağı kuruma rektör olarak paraşütle indirilmiş. Niye o seçilmiş, belli değil. Muhteşem başarılara imza attığı bir idari geçmişi yok. Daha önce rektörlük yaptığı kurumları kaçıncı sıradan kaçıncı sıraya taşımış ki, Boğaziçi’ni ilk 100’lere çıkaracak?
Kurum doğal olarak bu dayatmaya direniyor. Akademik kurullar işlemiyor, rektör vekili olacak hoca dahi bulunamıyor. Rektörlük binasında idari personelden fazla polis ve özel güvenlik var! Bu şartlar altında eğitim ve araştırma faaliyetlerinin normal şekilde devamını beklemek tabii ki hayal. Hocaların araştırma fonları, yeni bütçe başvuruları, yıl sonu süresi dolan sözleşmelerin yenilenmesi, önümüzdeki dönemlerde açılacak dersler, yurtların durumu, ders formatları gibi pek çok hayati konu askıda.
Boğaziçi’nin şöyle bir özelliği daha vardır, benim farklılıklardan korkmayan, onları zenginlik bilen Sevgili Okurlarım: Herhangi bir konuda 10 hocayı toplasanız, en az 11 farklı fikir duyarsınız! İşte böyle milyon farklı fikrin bulunduğu yapıda bir bakıyoruz, tüm hocalar empoze edilen rektör beye karşı yek vücut olmuşlar! Yağmur-kar demeden her gün öğlen cübbelerini giyip rektörlüğe sırtlarını dönüyorlar. Bahar dönemi henüz başlamamış olmasına rağmen mevcut öğrenciler de canla, başla direnişe destek veriyor.
“Onlarca üniversiteye atama yapıldı, niye bir tek Boğaziçi’nde bunca nümayiş? Kim oluyor bunlar?” diyen de eminin vardır içinizde, her düşüncesine saygı duyduğum Kıymetli Okurlarım. Haklısınız.
Buna şöyle cevap verebilirim:
Büyük ihtimal diğer üniversiteler de kendi çaplarında tepeden inme yöneticilere direnç göstermiştir. Ancak bu direnç de üniversitelerin kurumsal kapasitesi ile sınırlı. Belki atanan yönetici daha az rahatsız edici bulunduğundan, ya da kurum içinde pragmatik davranıp yeni yönetimle çalışmayı tercih edenler olduğundan, belki medya yeterince ilgi göstermediğinden, tansiyon bu kadar yükselmemiştir.
Ancak unutmamız gereken şu gerçek de var: 1980 darbesiyle gelen YÖK’ün rektör ataması zorbalığı, o zaman da Boğaziçi’nin de facto seçim uygulaması sayesinde bertaraf edilmişti. Yani 2 dönem YÖK’ün tayin ettiği rektörle çalıştıktan sonra, rektörlük seçimle olsun diye YÖK’e somut öneri götüren Boğaziçi Üniversitesi idi. “Bakın biz seçim yaptık, işte en çok oy alan hocalar bunlar, bunlardan birini atayın işte” diye YÖK’ün elini zorlayan da Boğaziçi’ydi. Yani merkezin her söylediği karşısında anında esas duruşa geçmemek, itiraz etmek, farklı öneriler sunmak zaten Boğaziçi’nin kurumsal hafızasında var olan bir tavır.
Son olarak şunu söyleyerek bitireyim: Üniversiteler göz bebeğimiz. Her biri tek tek öyle. Her şehirde bakınız, Edirne’den Kars’a, okuyup emek veren, dirsek çürüten, ömrünü bu yola adayan insanlarımız üniversitelerdedir. Şimdi bu nevzuhur tek merkezden rektör yollama yöntemiyle diyoruz ki, “ey üniversite camiası, siz kendi kendinizi yönetmeye ehil değilsiniz!” Yani en okumuş, en aydın nüfusun çalıştığı kurumlar, demokratik olma ehliyetine sahip sayılmıyor! Kendileriyle ilgili alınacak kararlara müdahil olma yeterlilikleri yok sayılıyor! Ya özel üniversiteler? Onlar ayrı. Mütevelli Heyetleri sayesinde bildikleri gibi yönetecekler kendilerini.
Buradaki açmazı görebiliyor musunuz, benim ayrımcılık konusunda hassas, adil ve hakkaniyetli Sevgili Okurlarım? Bu yeni sistemde devlet üniversitelerinin kendi yöneticilerini belirleme ehliyetleri ellerinden alınıyor. Bu vesayet değil de nedir? Merkezi hükümet üniversitelere vasi atıyor bu sistemde. Bu durum yerleşip devam ederse, uzun vadede devlet üniversitelerinin kalibresini daha da düşürecektir. İyi hocalar birer ikişer akademik özgürlüğü ve özerkliği nispeten daha fazla olan özel üniversitelere kayacaktır.
Hasılı:
- Kurumlar kolay kolay oluşmuyor. 150 yıllık üniversite tüm ülkenin, bu milletin bir değeridir. Yazıktır, kıymayın.
- Ancak kendiniz de demokrat iseniz, katılımcı, demokratik bir yönetim tarzı kurarsınız.
Fotoğraf: Boğaziçi Arşivleri, Robert Kolej